22 Eylül 2008

"Nedenselliğin Kültürel Tarihi" Stephen Kern


FELSEFENİN TEMEL SORUSU NEDENSELLİK
Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan bir kitap, tarihçileri hedeflediği halde daha çok felsefeciler tarafından ilgiyle karşılandı. Konu, ne de olsa yüzyıllardır filozofların en sevdiği konulardan biri olan nedensellikti. Kitap nedenselliği açıklamak için iki yüzyıllık cinayet romanlarını mercek altına almayı seçtiğinden edebiyat eleştirmenleri tarafından da ilgi gördü.
Nedensellik ilk bakışta heyecan verici bir konu sayılmayabilir. Genel anlamda ontoloji konuları dar bir çevrede tartışılacak konular olarak görülür fakat bazı kitaplar vardır ki, en akademik konuyu – ele alışları çok özgün olduğu için – herkesin anlayacağı, zevk alacağı bir rahatlıkla okunur kılırlar. İşte Stephen Kern, “Nedenselliğin Kültürel Tarihi” başlıklı kitabında bu çok zor işi başarıyor. Kitabın eğlenceli yanını bu başlık yansıtmıyor belki fakat alt başlığı “Bilim, Cinayet Romanları ve Düşünce Sistemleri” konuya çok farklı açılardan bakacağının haberini daha kapakta veriyor.
Kitaptan söz etmeye başlamadan önce, kapağında yer alan tabloya değinmek gerekir. René Magritte’in “Tehdit Altındaki Katil” başlıklı resmi, cinayet romanları izinde nedenselliği araştıran bir kitap için gerçekten çok uygun. Resimde, kanepedeki genç kadının ağzından akan taze kan, onun yeni öldürüldüğünü söylüyor bize. Cinayet aleti (eşarp) hala cesedin üzerinde duruyor. Resmin sağ ve sol köşelerinde saklanan ikiz polisler, birazdan katili yakalamaya hazırlar. Bahçe balkonundan evin içini gözleyen üçüz polisler ise, evin tamamen kuşatıldığı izlenimini veriyorlar. Katil ise belli ki duyduğu müzikten etkilenmiş, kaçamıyor bir türlü cinayet mahallinden.
Bu resim nasıl bizi cinayetin nedenine (ya da nedenlerine) götürüyorsa, bu kitapta yer alan cinayet romanlarına da benzer iz sürerek yaklaşıyor yazar. Cinayet romanları, doğaları gereği okuru önce motivasyonu sonra da nedeni düşünmeye iterler. Magritte’in tablosu da, aynı cinayet romanları gibi, baktıkça anlamlandırılmayı bekler. Gerçek anlamda bir cinayeti anlamak, nedenini (nedenlerini) anlamaktır. Sadece nasıl’ların anlaşılması yeterli değildir. İyi cinayet romanlarında neden’ler çözüldükçe nasıl’lar ortaya çıkar.
Kern tarihçi yanını bazen bir kenara bırakıp bir dedektif gibi işliyor konuları. Aslında kitabına çok iddialı sözlerle başlıyor. Giriş bölümünün daha başlarında “bugüne kadar nedensellik kavramının kapsamlı kültürel tarihine ilişkin olarak bu kitaptakine benzer bir incelemeye girişilmemiştir” diyor ve hemen ardından nedenselliğin tarihinin bilim tarihi ile paralel gelişimini anlatıyor.
Aristoteles’in en ünlü sözlerinden biri sayılacak “Her neden bir başlangıçtır”, Kern’in elinde tersine işleyen bir saat oluyor sanki: “Her cinayet bir nedenden doğar.” Edebiyatın en nedensiz cinayetleri bile (Camus’nün “Yabancı”sı, Gide’in “Vatikan’ın Zindanları”) bu ışıkta bakıldığında, nedensel etkenleriyle birlikte görülür oluyor. Kapitalist toplumların 1830’lardan sonraya denk gelen kontrolsüz gelişimi, cinayet romanlarının gelişimi ile boşuna denk düşmez. Kern böylesine akıllı bir çerçeve kurduğu için, kolayca dağılabilecek bir konuyu hep bir arada tutmayı başarıyor.
Kitabı çekici kılan şeylerin başında, nedensellik sorununa romancı, filozof, doğabilimci ve sosyal bilimcilerin nasıl da farklı baktıklarını ortaya koyması geliyor. “Darwin, Spencer (…) Nietzsche, Freud, Wittgenstein, Sartre ve Derrida gibi başlıca düşünürler cinayet romanları üstünde doğrudan etki etmiştir, ben de bu türden etkileri dikkate aldım.” Yine aynı paragrafta bilimsel bulgulardan yararlanan romancıların çok çıktığını fakat okun ters yönde ilerlediğini hemen hiç görmediğini söylüyor. Tarihsel süreç içinde romanlardan etkilenen bilim adamı ve felsefeciler yok denecek kadar az belki fakat bugün yaşamın her alanının kurgudan etkilendiğini söyleyen kuramlar da var.
Kitapta giriş ve sonuç bölümleri dışında sekiz bölüm daha var. Genel olarak hangi güdülerle bu kitabı yazmaya giriştiğini anlatarak başlıyor ve kitabın son bölümünde de bu çalışmadan çıkardığı sonuçları sergiliyor. Diğer bölümler: soy, çocukluk, dil, cinsellik, duygular, zihin, toplum ve fikirlerden oluşuyorlar. Her bölüm, bilimsel olarak Viktorya döneminden başlayarak anlatılacak kavramın oluşumunu inceleyerek başlıyor. Örneğin “Soy” bölümü Darwin’in araştırmalarını ve kuramlarını etraflıca anlatıyor. “Çocukluk” bölümü ise Freud’un kuramlarını nasıl oluşturduğunu ve önce bilim çevresinin daha sonra da sanat çevrelerinin kurama bakışını anlatıyor. Viktorya Döneminden itibaren bilim tarihinin en temel taşlarını yerine oturttuğunu görüyoruz Kern’in. Beş yüz sayfanın üzerindeki kitabın büyük bir bölümünü bu kuramların incelenmesi oluşturuyor. “Nedenselliğin Kültürel Tarihi” sadece bilim tarihi kitabı olarak da okunabilir. Son iki yüzyıl içinde Batıda ortaya atılan kuramların hepsinden bahsediliyor, önemli kilometre taşları ise inceleme altına alınıyor.
Kitap hakkında çıkan bir eleştiri yazısında (Nicole Eustace, Journal of Social History) yazarın klasik romanlar yerine cinayet romanlarını tercih etmiş olması sert dille eleştiriliyor. Cinayet romanları üzerinden iz sürmenin kuşku yarattığına değiniliyor. Bu nokta sanırım her okurun dikkatini çekecektir, nedensellik cinayet romanlarında daha çok motivasyonla ilgili olduğu için kitabın başında söz verilen nedenselliğin araştırılmasına biraz gölge düşüyor. Bu noktadan yola çıkarak, nedenselliği yazarın sadece insan davranışlarına mı indirgediği de sorgulanabilir. Konu cinayet romanı olunca, metafiziksel anlamlarıyla nedensellik konu dışına itilmiş oluyor. Varlığın nedeni gibi bir soru bu kitapta - ne yazık ki - fazla değinilmeden geçiyor. Kitabın başlarında yer alan determinizm ve pozitivizm açıklamaları da diğer bölümlerde yeniden ortaya atılıp tartışılmıyor, ancak buna fazla gerek kalmıyor, bilim tarihi içinde felsefe kuramlarını da rahatlıkla takip ediyor okur.
“Nedenselliğin Kültürel Tarihi” referans kitabı olarak özellikle öğrencilerin faydalanacağı bir yapıt çünkü benzersiz bir akıcılıkla bilim ve teknoloji tarihini anlatıyor. Kitabı edebiyatçı için ilginç kılan şey ise, tüm bu bilimsel kuramların çok tanıdık roman kahramanları üzerinde deneylenmesi. Kitabın sonunda yer alan dizi sayesinde örneğin “Suç ve Ceza”yı bulup, Raskolnikov’un para için rehinci kadını öldürme kararının ardında annesinin özverisine karşı duyduğu öfkenin yattığını öğrenebiliyorsunuz. Kitabın en ilginç bölümlerinden biri olan “Çocukluk”ta, masumiyetin, cinsel güdülerin, utancın, farklı örneklerle nasıl katilleri şekillendirdiği anlatılıyor. Kitabın bir yerinde denildiği gibi, nedenselliğin tarihi aslında insanın düşünce tarihine dönüşüyor.
Bilim ve felsefeyle iç içe geçen metinleri çevirmek kolay değildir. Okurun alışkın olmadığı felsefe dilinde yazmak, okuru uzaklaştıracaktır; eğer okurun anlaması ön plandaysa, o zaman da dil fazla basitleşecektir. Bu ikisini dengede tutmak, hem bilimsel hem de akıcı bir anlatım geliştirmek, zordur. Stephen Kern’in başarıyla bu dengeyi kurmuş, çevirmen Emine Ayhan da kusursuz denilecek bir titizlikle dilimize aktarmış.


NEDENSELLİĞİN KÜLTÜREL TARİHİ Stephen Kern, çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, 2008, 530 sayfa 28 YTL


(Bu yazı Radikal Kitap Eki'nde, 19 Eylül 2008'de yayınlandı.)

12 Eylül 2008

Ayşe Sarısayın "Karakalem Resimler"



Flaman ressamların aile yaşamından sahneleri tablolarını taşımaları, kadının toplumsal konumunun yüzyıllar sonra belki de değiştiğinin işaretini veren ilk sinyallerdi. Avrupa’da, özellikle de Hollanda gibi kuzey ülkelerinde, on yedinci yüzyılda nükleer aile kavramı oluşmaya başladı. Yeni aile düzeniyle birlikte kadının önemi arttı. Örneğin Vermeer’in tablolarında nakış işlerken, kitap okurken ya da bir enstrüman çalarken resmedilen kadınlar, bir yandan da ev içinde kadınların nasıl giyindikleri, nasıl davrandıkları hakkında bize bilgi verirler. Sadece evin hanımları ile sınırlı kalmaz Vermeer’in konuları, evdeki hizmetkârları çamaşır yıkarken ya da mutfakta görüntüler.
Edebiyatta kadınların gündelik yaşamlarını konu edinen eserler ise çok daha geç bir tarihte ortaya çıkmaya başladı. Resimde Kuzey Rönesans’ı olarak bilinen dönem edebiyata çok daha sonraki yıllarda ulaşmış, çağdaş aile düzenini anlatan romanlar ise ancak yüzyıl sonra yazılmıştır. İlk başlarda sadece konu olarak sanatta yer alan kadın, ilerleyen dönemlerde kadının sesini de yansıtır oldu.
Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Ayşe Sarısayın’ın “Karakalem Resimler” adlı öykü kitabı, Vermeer’in tabloları gibi okuru ev içlerine, özel yaşam alanlarına sokan özelliğe sahip. Sarısayın’ın daha önceki öykülerinden alışık olduğumuz konular bu yeni kitabında da yer alıyorlar. Yazar, özellikle kadın dostluğu, komşuluk, anne-kız ya da kız kardeşler arasındaki ilişkiler etrafında geliştirmiş öyküleri.
“Karakalem Resimler,” dört kısa öykü ve birkaç bölümden oluşan bir novella’dan oluşuyor. Ayşe Sarısayın’ın öykülerinde dikkat çeken şeylerin başında, şiire yapılan göndermeler gelir. Bu kitapta da her öykünün başında, sanki o öyküye açılan bir pencere gibi duran, dizelere yer vermiş yazar. Öykülerin şiirden beslendiği, hatta alıntı yapılan dizelerin açtığı yoldan gidildiği izlenimi veriyor. “Kadın edebiyatı” ya da “kadın yazarlar” türünden genellemelere yakın durmasak da, Sarısayın’ın öyküleri hem ele aldığı konular açısından hem de öykülerin sahneleri açısından kadınsı bir dünyanın sesini duyuruyor bize. Öyküleri tiyatro sahnesinde gibi algılarsak, yazarın kullandığı tamamlayıcı objeler de aynı bu kadınsı dünyanın bir parçası olarak görülebilir. Bir öyküde porselen takım, diğerinde çamaşır sepetinin kenar süsü danteller, öykülerin dekorlarını da feminen bir atmosfere sokmayı başarıyor.
Sarısayın’ın öykü kahramanları kadınlardan oluşuyor; çoğunluğu erkekler tarafından terk edilmiş kadınlar. Bu yüzden erkekler yokluklarıyla hissettiriyorlar kendilerini. Bazen uzun yıllar hapiste kaldıkları için, bazen de yıllar önce evi terk ettiklerinden… her durumda, varlıkları uzak bir yere ve zamana ait.
Kitabın en etkileyici öykülerinden biri “Kristal Küre” adını taşıyor. Bu öyküde yazar çok akıllıca kristalin moleküler yapısı ile evlilik arasında bir benzetme yapıyor. “Katı bir maddenin atomlarının kesin geometrik bir yapıda olmasına kristal deniyor. Cam ve plastik dışında tüm katılarda atomlar tekrarlı bir sıra şeklinde dizildiklerinde kristal ya da billur oluşturuyorlar. Üç boyutta tekrar eden bir düzen… (…) Kristal yapı, tekdüze ve sıkıcı olmalı bu tanımlara göre. (…)”
Tek düze evlilik yaşamı ile kristal molekülleri arasında kurulan hoş benzetme, daha sonra bir kristalin kırılabilir özelliği ile yeni bir anlam katıyor öyküye “oysa benim meselem hem sayısız parçaya ayrılabilen ışıltılı bir nesneyle, hem de üç boyutta tekrar eden bir düzenin bozulmasıyla” ilgili. Ne denli itinalı yapıştırılsa da asla eski pırıltısına kavuşamayacak olan kristal küre gibi, evlilik de bir kez zedelendikten sonra asla eski parlaklığına kavuşmayacaktır. Ve öykünün kahramanı, evliliğindeki kırılmalar yüzünden tüm yaşamını paramparça olmuş bir kristal küre gibi algılamaya başlar.
“Karakalem Resimler”de çok sevdiğim bir diğer öykü “Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü” oldu. Ayşe Sarısayın öykülerinde iki farklı ses kullanmayı seven bir yazar. Kuşkusuz bu iki seslilik öykülerine derinlik kazandırıyor. Genelde italik ile ayırdığı ikinci ses, ya eskiden anıları düşündüren ya da paralel bir yaşamı anlatan bir ses olarak yer alıyor. “Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü”nde iç içe geçen birçok öykü bir merkezde toplanarak anlatılıyor. Orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiğimiz bir kadın, tedavisi için geldiği hastanede koluna bağlanan serumu bir yandan damlarken, bir öykü okumaya başlar. Okuduğu öyküdeki kadın ile kendi yaşamı arasındaki paralellik can acıtıcı bir boyuta dayanır. Bu iki öykü iç içe anlatılırken, yandaki yatağa gelen bir başka kadın, okumasını yarıda keserek kendi hayat hikâyesini anlatmaya başlar. Böylece üç kadın kahramanın öyküleri birbirlerine karışır. Birisinin geçmişi, diğerinin geleceğinin habercisidir sanki. Terk eden kocalar da öykü kahramanının kaderini belirler sanki.
Bu öykünün kurgusal açıdan çok başarılı olduğu söylenebilir. Geçmiş, gelecek ve kurgusal olan aynı hastalığa yakalanan üç farklı kadını hikâyelerin ötesinde birleştirir. Bu öyküde çok hoşuma giden bir başka şey, yazarın ironi dolu satırları oldu. Öykü kahramanının okuduğu öykü ile ilgili düşüncelerini aktardığı satırlar, kendisiyle alay eden bir mizah taşıyor: “ilk cümlelere bakılırsa, anılarla ilgili bir öykü olmalı. Anlatıcı da bir kadın büyük olasılıkla! Geçmişi pek aklında tutamayan, anılarına ise hiç sahip çıkamayan biri olduğum için belki, bu tip öyküler ilgimi çeker genellikle. İki yönden merak duyarım; gerçekten anılarından yola çıkıp yazıyorlarsa, geçmişe ait bunca ayrıntıyı anımsayabilmeleri şaşırtır beni. Anılarıyla ilgisi olmayan kurmaca olaylar ise yazdıkları, bu kez de okuru, olayların gerçek olduğuna inandırabilmelerine şaşırırım. Birebir yaşamışlar gibi anlatmayı, nasıl başarırlar?”
Aslında Ayşe Sarısayın, geçmişle ilgili bir yazardır. Bu öyküde hiç anılarına sahip çıkamayan biri olarak kendini betimleyen anlatıcı kendisi olamaz, fakat kahramanın okuduğu öykü hiç kuşkusuz yazarın kendi öykülerinden biridir. Çünkü aynı okumakta olduğumuz öykü gibi kahramanın okuduğu öykü de nostalji dolu, anıları taptaze anlatan, detayları tüm berraklığı ile dile getiren bir öyküdür.
Sarısayın’ın öykülerini içten ve özentisiz bulurum. Bu kitapta yer alan öykülerinde yazarın kendi öyküsüne uzaktan bakması, özellikle kurguyu katmanlaştırmış ve güzel bir derinlik kazandırmış.

Karakalem Resimler / Ayşe Sarısayın / Can Yayınları / 2008 / 129 sayfa.
RESİMALTI: Elif Naci (1898-1988)