03 Ağustos 2011

Yaşar Kemal "Röportajlar"


SÖZ USTASINDAN SÖYLEŞİLER

Yaşar Kemal’in romanlarının amacı, okuru insanın özüyle yüzyüze getirmektir. Bir dönem boyunca yaptığı gazete röportajları da aynı amacı taşıyor, Anadolu’daki yaşamın özünü gösteriyor okura. Yapı Kredi Yayınları, Yaşar Kemal’in 1951’de başladığı röportaj dizilerini bir kitap halinde basınca, bunları altmış yıl önce yayınlandıkları gazetede okuyamayanlara fırsat sunmuş oldu. Gündelik hayattan öykü çıkartan röportajlar, her manzarada, her portrede, her anda, çıplak gözle görünmeyen insan öğesini görünür kılıyor.

Kitapta, Yaşar Kemal’in, bazıları haftalar süren, oniki dizi röportajı yer alıyor. Söyleştiği insanlar ünlüler değil, sadece biri yakın dostu Sait Faik, diğeri ünlü seramik sanatçısı Füreya Koray (o yıllarda henüz Kılıç soyadını kullanıyor) bunlar dışında kaçakçı, balıkçı, depremzede, işsiz, yoksul ve göçmenleri anlatıyor. Diyarbakır, Urfa, Muğla ve Anadolu’nun her yerinde, insanlarla birlikte yaşayarak, onların acılarını paylaşarak, yaşadıkları yerlerde yatıp, sofralarında yiyerek ve en önemlisi onları dinleyerek oluşturuyor bu röportajları Kemal.

Röportajlarda okurun fark ettiği ilk şey, sade, zorlamasız, ulaşılabilir dili. Bunu fark eder etmez, aslında derin bir tarih ve toplum bilgisiyle yazıldıklarını da görmeye başlıyor. Bilgi, araştırılmış ya da incelenmiş hissi vermeden yansıyor metinlere. Onun yazılarında asla taklit edilemeyecek unsur, yaşamdan besleniyor olması. Aslında bu tümceyi yazar yazmaz, Yaşar Kemal’in yazınının özünde yatan şeyin sadece ve sadece insan sevgisi olduğunu da hemen eklemem gerekir. Kitapta yer alan portreler içinde yalancılar, kurnazlar yok değil, ama onları anlatırken bile Anadolu insanına has kurnazlığı sevimli ya da anlaşılır kılabiliyor.

Örneğin orman yangınlarının anlatıldığı röportajda bir İbrahim Emmi karakteri var, karşısındaki aptal yerine koyarcasına uzun uzun orman yangınlarının zararlarını anlatıyor. Öylesine klişe ve kalıp kullanarak anlatıyor ki, bunların ezberlenmiş sözler olduğu kolayca anlaşılıyor. Daha sonra İbrahim Emmi’nin aslında senede birkaç kez orman yangınına neden olmaktan mahkemeye çıktığı ve büyük olasılıkla, ezberlenmiş lafların çoğunu mahkemede duyduğu, hakim tarafından azarlandığında öğrendiği ortaya çıkıyor. “Kendimde olmadan gülümsüyorum. O da bıyık altından gülüyor. Şunu da unutmadan kaydedeyim ki, Orman Baş Müdürlüğü her kayaya, her ağaca, ormana, yollara orman sevgisi aşılayan vecizeler yazdırmış. Çıplak yamaçlara çimentoyla ta uzaklardan görünen ‘Ormanı Koru!’lar kondurmuş. Kim anlar, kim dinler diyeceksiniz. Olsun. Mutlak faydası vardır. Tebrik ederim.”

Tanıklık

Bu kitabı okurken, bir olayı hangi yollarla anlatmak mümkündür diye düşünmeye başlıyoruz, çünkü bu kitapta artık hiçbir yazarın / gazetecinin anlatmaya gerek duymadığı şekilde anlatılıyor bize olaylar. Aradaki fark nedir diye düşünmeye başladım. Bugün çoğu makale yazarı, konusunu televizyonda gördüklerinden kaynaklanarak evinin salonunda yazıyor. Oysa bu metinler, olaya uzaktan bakmıyor, hatta olayları bir başkasının yaşamışlığı olarak bile anlatmıyor, bizzat yaşanmış ve paylaşılmış bir olay olarak aktarıyor bize. Bir yazarın tanıklık ettiği olayları anlatması herşeyi değiştiriyor; bu durumda okur da uzaktan bakmıyor artık olaya, depremzedenin, işsizin hayatını paylaşıyor. Yaşar Kemal’in röportajlarını bu denli eşsiz kılan başlıca özellik bence budur. Hayatın tanıklığıyla yazılmışlardır. Ne bir gazetecinin haberi gibi mesafeli duruşa sahiptir ne de yargılayan bir usluba. Yaşandıkları şekilde, gerçek boyutlarıyla yansırlar kağıda.

Toplumcu Gerçekçilik

Bunları okurken bambaşka bir boyutta yeniden düşünmeye başladığımı fark ettim. Sadece tanıklık konusunda değil, toplumcu gerçekçi bağlamda da ayrı bir önemi var bu metinlerin. Rus edebiyatının dev yazarları, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski nasıl kendi halklarını anladıkça dillerini geliştirmiş, gerçekçi bir anlatıya kavuşmuşlarsa, Yaşar Kemal de sadece kendi romanlarını değil, edebiyatımızı besleyen bir dil oluşturmuş bu röportajlarıyla. Toplumcu gerçekçilik, sosyal adaletsizlik ve ekonomik zorluklar ışığında sanatçıyı toplumsal bir varlık olarak görür. Sanatçı nasıl toplumsal bir bütünün parçasıysa, yazdıkları da toplumsal yaratıdır, ayrıca kendi çağı ve kültürü için önemli bir sorumluluğa sahiptir. Sömürüyü ve eşitsizliği dile getirerek yeni bir estetik dil oluşturur.

Toplumcu gerçekçilik özellikle 19. yüzyıl resim sanatında çok önemli bir rol oynar çünkü dönem olarak Batının en büyük sosyal değişimlere girdiği yüzyıldır. Resimlerde artık soyluların güzel sarayları betimlenmezler, Jean-François Millet’nin, Gustave Courbet’nin tablolarında toprak işçileri de benzer bir görkemle anlatılırlar. Bu nedenle özellikle bu kitapta Ara Güler’in fotoğraflarına yer vermek çok yerinde olmuş. Röportajların yapıldığı yıllarda Güler’in çektiği eşsiz güzellikteki fotoğraflar, anlatıdaki gerçekçi unsuru zenginleştirmiş. Yerde uyuklayan yaşlı bir köylü, yanında köpeği kaldırım üstüne oturmuş elinde şarap şişesi bir adam, kahvede tavla oynayanlar, pazar yerinde kavrulmuş suratıyla bir kadın, sanki Anadolu destanlarından fırlamış gibiler.

Kitapta beni en çok etkileyen şeylerin başında Anadolu insanının köklü inançları geldi. Bir genç kızı kendine aşık etmenin yolu olarak doğruca bir büyücüye giden ve muska yazdıran adamın hikayesi kadar bir periye aşık adamın hikayesi de okuru derinden sarsıyor. “Yanıma geldi oturdu. Aramızda bir sevda başladı. Yüreğime bir ateş düştü. Yandım kıza. Ben o peri bacasının yanına gittim. Peri bacasını kendime ev yaptım... Kızla evlendik. Çocuklarımız oldu. Biri kız biri erkek. Ben başka kadınla evlenmedim. Müsaade etmiyordu. ‘Sen insanoğlu, ben peri kızı’ diyordu. Şevişenlere dağ dayanmaz. Dediği doğruydu. Ben bir insanoğlunu sevseydim bu kadar sevemezdim. Bir gün çift sürüyordum. Yorulmuştum. Bizim avrat dedi ki: Ben süreyim çifti azıcık da. Sür, dedim. Sabanı eline verdim, ben çekildim tarlanın bir köşesine. Tarla yol üstüydü. Birkaç tanıdık köylü geçiyordu yoldan. Bana selam verdiler, sonra da öküzlere baktılar. Ağızları bir karış açık kaldı. Şaşırdılar. Biri: Bak, dedi bana. ‘Öküzler insansız çift sürüyorlar. Bu nasıl iş? Saban arkasında insan yokken nasıl’ öyle dimdik duruyor da, düşmüyor? Anladım işi ama, iş işten geçmişti. Adam varmış sabanın kulpuna yapışmıştı. Koştum vardım. Bizim avrat ortalarda yok. Bir daha görünmedi.”

Yaşar Kemal, yüzlerce yıllık edebiyat tarihinin destansı sözlü anlatısıyla çağdaş edebiyat arasındaki en güçlü köprülerden biridir. Bu metinler yazıldıktan altmış yıl sonra, yüzlerce yıl sonra okunacakları gibi anıtsal değerleriyle okunmayı sürdürecekler. Anadoluyu ve insanını bize Yaşar Kemal kadar güzel anlatan başka bir yazar olmadı. Bir kültürün estetiğini onun kadar yaşatan olmadığı gibi...



Yaşar Kemal / Röportajlar / YKY / 2011