20 Aralık 2010

Yasunari Kavabata "Dağın Sesi"


DAĞIN SESİ

Japon edebiyatının saygın yazarlarından Yasunari Kavabata’nın hayat hikayesi, trajik bir roman denli kurgusal gelir insana. İyi eğitim görmüş doktor babasını iki, çok varlıklı bir ailenin kızı olan annesini ise daha dört yaşına basmadan kaybeder. Kayıpları bununla kalmaz, on beş yaşına geldiğinde, hayatında sadece bir kez görebildiği ablasını, babaannesini ve dedesini de kaybetmiştir. Ağır bir yalnızlık duygusuyla lise yıllarında yazmaya başlar. Öykü ve romanlarındaki ölüm ve yalnızlık temalarının kaynağında büyük olasılıkla ilk elden deneyimlenmiş acı yatar.

Kavabata, Japon edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen eserleri sık çevrilmez Türkçe’ye. Daha önce yazarın “Bin Beyaz Turna,” “İzu’lu Dansçı Kız” ve “Kyoto” romanlarını okumuş biri olarak, sıklıkla sözü edilen “Dağın Sesi” ile Gabriel Garcia Marquez’in “Benim Hüzünlü Orospularım”da gönderme yaptığı “Uyuyan Güzeller”i merak ediyordum. “Dağın Sesi” sonunda yeni bir çeviriyle (İngilizce’den) yayımlandı. Sadece yazarın önemli eserlerinden biri olmakla kalmayan, çağdaş Japon edebiyatının da başyapıtları arasında yer alan bir eser “Dağın Sesi.”

Roman, yaşlanmaya başlayan Şingo adlı kahramanın aile fertleriyle ilişkileri temelinde gelişir. Şingo mesafeli durduğu otuz yıllık ikinci eşi, boşanıp iki çocuğuyla babasının yanına dönen hırçın kızı, çapkın oğlu ve güzel geliniyle birlikte yaşar. Aile içinde sorunlu olmayan tek ilişkiyi geliniyle kurmuştur Şingo, karısı ve çocuklarını yakın bulmaz kendine. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; ilk eşi aynı zamanda şimdiki karısının kızkardeşidir. Çok sevdiğini anladığımız güzel karısının ölümünden sonra destek olmak için gelen, kendisinden bir yaş büyük baldızı sonradan ikinci eşi olur. (Bu noktada bir başka otobiyografik benzerlik söz konusu, Kavabata’nın annesi de ilk evliliğini Kavabata’nın amcasıyla yapıyor, onun ölümü ardından Kavabata’nın babasıyla evleniyor.) Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar yazar. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Sanki Şingo’nun hayatındaki uyum, karısının ölümü ile bitmiştir. Şimdi çirkin denilecek bir kadınla evlidir, kızı ise “hiç güzel sayılmayacak” bir kadındır, ayrıca kocasını terk edip eve dönerken yanında kendine benzeyen küçük yaramaz kızını ve bebeğini de getirmiştir. Sanki üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları Şingo. Bu arada yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez. Şingo’nun çevresi kürtajlar, evlilik dışı bebekler, aldatan kocalar, sevgilisini döven erkekler, savaşta kocasını kaybetmiş kadınlarla dolu olduğu için, tüm bunlardan kendini suçlar. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini suçlu bulur.

Roman Şingo’nun unutkanlığı ile başlar. Artık eskisi gibi sağlıklı olmadığının farkındadır. Hafızasının da hızla zayıfladığını, anılarını hatırlamakta zorlandığını anladığı yaştadır. Kravatını seçerken uzun süre kararsız kalır, balıkçıda deniz salyangozu alırken kaç tane alması gerektiğine karar veremez, ancak sadece zihni karışık bir yaşlı adam değildir, bazı yetilerini de kaybetmeye başlamıştır, papyonunu nasıl bağladığını bir türlü hatırlamaz. Kendini en iyi gençlerin yanında hisseder. Alışveriş yapan iki genç fahişenin neşeyle balık seçmeleri hoşuna gider. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan, ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz eder. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir.

Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder. Rüyalardan başka Şingo’yu doğa ve gençliğin de uyardığını görürüz.

“Dağın Sesi,” Kavabata’nın İkinci Dünya Savaşından sonra yazdığı ilk roman. Yazar yeni estetik arayış içine giriyor ve daha önce denemediği bazı ifade tekniklerini ilk kez bu eserinde kullanıyor. Özellikle parçalanmış hissi veren bölümlerle (bölümler arasında ne kadar zaman geçtiğini tesadüfen anlıyoruz) zamanın akıcılığını hissettiriyor. Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklene fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz. Ayrıca Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gidiyor. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnız kaldığını gösteriyor adeta. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.

Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlıyor. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları. Kocasının aldatmalarına dayanamayıp bebeğini aldıran ve evi terk eden gelini, kocası özür dilediğinde değil, Şingo’dan bir telefon geldiğinde eve dönmeye karar veriyor. Kayınpederi aradığında “sizi ne kadar çabuk görürsem, eve dönmem o kadar kolay olur” diyor. Tokyo’nun merkezindeki büyük parkta buluştuklarında eve döneceğini söylüyor gelini: “Ama siz aramasaydınız...’ diye başladığı cümleyi bitirmiyor. Aslında genelde duygularını açıkladığı konularda tutuk davranıyor ve tümcelerini tamamlamıyor. Yazar bu yakınlığı değerlendirmeyi tamamen okuruna bırakıyor. Belki bastırılmış aşk, belki de olağandışı sevgiyle bağlı bir baba-kız ilişkisi. Ne Şingo ne de gelini duygularını sözcüklere dökmediklerinden hep gizemli kalan bir ilişki.

Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısının yanında uyuyamaz ve de tiksinir karısından. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.” Tiksintinin ardında ilk karısının ölümünün yattığını düşünmek yanlış olmaz. Çirkin bulduğu kızına bakarken de eğer ilk karısının çocuğu olsaydı belki güzel olurdu diye düşünür. Hatta güzel eşiyle çocukları olsaydı gelini gibi güzel olurdu diye düşünür, gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla.

Roman simgelerle dolu bir anlatıma sahip ama Kavabata o denli sade bir dil kullanıyor ki, kurgu da basit ve net görünüyor bu sayede. Duygular ne denli yoğun olurlarsa olsun, içtenlikle anlatıldığı için herkes tarafından anlaşılacak, her okurda belli duyguları uyandıracak bir güce sahip oluyor. Bu sefer Kavabata okurken, ne kadar temel insani duyguları merkeze aldığını görmek şaşırttı beni. 1949’da yazmaya başladığı “Dağın Sesi” savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor. Kahramanları dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda yine benzer duyguları yansıtacak denli güçlüler. Romanın en önemli kusuru çevirinin İngilizce’den yapılmış olması. İngilizce’de abla-kızkardeş, enişte-dayı-amca için aynı sözcükler kullanıldığı için, bu durum çok rahatsız edici çeviri hatalarına neden olmuş. Ayrıca Türkçe “sen” ya da “siz” hitap şekilleri ilişkiler açısından çok belirleyicidir. Japonca’da nasıldır bilemiyorum ama İngilizce bu ayırımın olmaması yüzünden aşırı saygılı davranan bir sekreter patronuna sen diyebiliyor, çok yakın dostlar siz diye hitap ediyorlar. Zorunlu durumlarda çevirilerin ikinci el dilden yapılmasına karşı değilim ama araya sadece dilsel ve kültürel kayıplar değil önemli kurgusal hatalar çıktığında affedilmez oluyor.

DAĞIN SESİ / Yasunari Kavabata / Çeviren: Dost Körpe / Doğan Kitap


( Bu yazı 27 kasım 2010 tarihli Radikal Gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

İsmail Gezgin "Cinsellik ve Erotizm"


TANRILARLA SEKS

Arkeolojik buluntuların geçmiş çağların toplumları hakkında bilgi verdiğini biliriz ama günümüz arkeologları, en az toplumsal bilgiler kadar bireysel detaylara da önem vermeye başladılar. Bugün, eski çağları anlamak için sadece objeleri değerlendirmenin yetersiz kaldığını biliyoruz, buluntuların metin, sanat eserleri, gündelik objeler ve mimari yapılarla birlikte değerlendirilmesi çok önemli bir yeniliktir. Gerçekten de birey göz ardı edildiğinde, tarihi ancak uzak kavramlarla anlayabiliriz. Oysa günlük hayatın kişisel detaylarıyla insanlaştırılmış tarih bilincinin önemi, ne denli vurgulansa azdır.

Arkeolog İsmail Gezgin, bu çağdaş yöntemle yazdığı “Antik Yunan ve Roma Sanatında Cinsellik ve Erotizm” başlıklı kitabında, ender işlenen cinsellik konusunu, sanat eserleri, mitoloji, felsefe ve tarih metinleriyle birlikte ele alarak ortaya çok yönlü bir eser çıkarmış. İlkçağ insanının çıplaklık, fahişelik, eşcinsellik, aşk gibi konulara nasıl baktığı hakkında etraflıca bilgi vermekle kalmıyor, bazı önyargılarımızı da düzeltiyor. Yunan ve Roma dönemleri boyunca iktidarların sanıldığı kadar özgürlükçü olmadığı, “ayıp”, “günah” ve yasakların o dönemlerde de bireye baskı yaptığını anlıyoruz. İsmail Gezgin kitabında o dönem yapılmış çok sayıda eseri inceliyor: vazo ve tabak gibi objeler üzerindeki desenler, ünlü heykeltraşların yapıtları, tragedya ve komedyalar, ve hepsinden önemlisi Hesiodos’tan Ovidius’a mitoloji destanlarını ele alıyor ve bu eserlerden örnekler veriyor. Bu kitabı okurken arkeolojiğe yalıtılmış objeler bütünü olarak bakmayıp, buluntuları sosyal yaşam, kültür ve hatta binlerce yıl önce yaşamış bireylerin en özel hayat öyküleri eşliğinde bakmanın faydasını açıkça görüyor okur.

Sapkınlık ve Yozlaşma

Tek Tanrılı dinler aleminde, ilkçağ cinselliğinin ne denli yozlaşmış olduğunu dile getirme geleneği vardır. İlkçağ cinselliği hakkındaki genel kanı, her tür sapkınlığa izin verildiği için -- Pompei örneğinde olduğu gibi -- dev uygarlıkların çöktüğüdür. Tüm cinsel davranışların özünde ahlak yoksunluğu aranır adeta. İsmail Gezgin, çağın ahlaki inançlarını Platon, Aristoteles gibi düşünürlerin metinlerinden ve Sofokles, Aristofanes gibi yazarların oyunlarından örneklendirerek, aslında durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını ortaya koyuyor. Söylenebilecek tek şey, belki de farklı ahlak kurallarının ahlaktan yoksunluk zannedildiği olabilir.

İlkçağın pagan kökenlerini kavramak için her şeyden önce bereket simgelerini anlamak gerekiyor. Doğurgan ana tanrıçanın göğüsleri ve bereketin dünyadaki simgesi phalus formu, tek Tanrılı dinlerin egemenliğinde gelişmiş zihinler tarafından salt cinsel organ olarak algılanabilir oysa insanın doğa karşısındaki gücünü temsil eden çok çok önemli kültürel sembollerdir. “Cinsellik ve Erotizm” kitabının büyük bir bölümü, sanat ve inanç objelerinde bu simgelerin kullanımlarını anlatıyor. “Phallosu açıklamak için ihtiyaç duyulan en önemli kavram berekettir. Yaşamak için karnını doyurmak zorundaki biyolojik varlık olan insanın, en başından beri ihtiyaç duyduğu şey berekettir. Söylenenlerin aksine insan bereketi, kendi biyolojik yapısında bulmuştur.”

Aşk Yok, Seks Var...

Simon Goldhill, Aşk, Seks ve Tragedya adlı eserinde, “klasik Yunan’da Romeo ve Juliet yoktur” der. Gezgin de, Goldhill’in bu sözlerini bölümlerden birinin başlığında kullanmış. İlkçağın çok sayıda ünlü aşk öyküsü vardır aslında, Paris ve Helen gibi kahramanlar aşkları için büyük riskler altına girmişlerdir, bu yüzden belki burada yazarın vurgulamak istediği, ilkçağda aşkın romantize edilmediğidir. Gerçekten de antik zamanlarda aşkın cinsellik boyutu bugün olduğundan çok daha fazla vurgulanmıştır. Başka bir deyişle, bu kitaptan da anlaşılacağı gibi, bu çağın insanı için cinsel ifade bulmamış aşk yoktur. Elbette bu “aşk” yok anlamına gelmez ama aşk cinsel ifadenin bir uzantısıdır. Görnünen o ki, ilkçağ cinsel davranışlarını anlamak, başka çağlarda aynı konuyu incelemekten daha önemli olabilir: Hem bireyin duyguları bizi toplumsal kültüre götüreceği için, hem de davranışlardan toplumsal sınıf farklılıklarını ayrımsayabileceğimiz için. Cinsel imgeleri anlamak bir kültürü anlamak için nasıl zorunluysa, cinsel davranışları anlamak da bireylerin toplumdaki yerlerini anlamak açısından aynı derecede önemlidir. Kitaptaki bilgiler, bu toplumlardaki bireylerin konumunu çok güzel ortaya koyuyor; sınıfsal farklılıklar cinsel davranışlarda ne denli etki yapıyor görmemizi sağlıyor. Örneğin toplumda üç farklı sınıf fahişeliğin gelişmiş olması, sosyal yapı hakkında da önemli bilgi veriyor. Yazar, sınıfsal farklılıkların cinsel davranışlardaki etkisini birkaç bölümde ele alıyor, böylece cinsellikten bahsederken aslında toplumun başka gerçekleri de ortaya çıkıyor. Mitolojik öyküler zaten bol miktarda çapkınlık ve aldatma içerirler, bu davranışlara yakından bakarak toplumsal gerçekler hakkında fikir edinmek kaçınılmazdır. Gezgin, kitabına görsel malzemeler ekleyerek, antik çağ toplumları hakkında geniş açılı bir resim sunmayı başarıyor.

Kitapta eleştirilecek bir küçük konu, kurgusal metinlerle gerçek yaşam öyküleri arasındaki anlatıda ayrım yapılmamış olması. Mitolojik kahramanlar ve tarihi kişiler peşpeşe anlatıldıklarında, hangisi gerçekten yaşamış (Perikles gibi) hangisi kurgusal (Herakles) belli olmuyor. Elbette mitolojik öyküleri bilen okurlar için tanrıçalar, efsanevi kahramanlar tanıdık gelecektir fakat konuya yabancı okur için Atina şehir devletinin ünlü politikacıları kurgusal karakterler gibi görünebilir. İlkçağ ele alındığında tarihsel gerçeklerle kurgunun karışması, sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu sorunu kitapla ilgili bir kusur olarak görmeme rağmen hemen eklemeliyim ki, tüm antikitenin efsanevi öykülerle dolu şekilde anlatılmış olması, kurgu tadında bir okumaya dönüşüyor.

Kitabın sonlarına doğru daha üstten bakan, toplumdaki cinsel davranışlar hakkında yazarın izlenimlerinin bulunduğu bir sonsöz okumayı umuyordum. Yazarın kuşkusuz yıllardır üzerinde çalıştığı konuları içeriyor kitap. Bunu bilginin hoş bir şekilde içselleştirilmiş olmasından kolayca anlıyoruz. Bir konuda bunca yoğunlaşmış bir yazarın mutlaka kendine has bir bakış açısı geliştirmiş olacağını düşünmek yanlış gelmedi bana, bu durumda da yazarın bunların anlatılmasının bugün neden önemli olduğunu söylemesi hoş olurdu diye düşündüm. Tüm bunlar ışığında, “Cinsellik ve Erotizm” her okur tarafından zevkle okunacak, antik çağlarla daha önce hiç ilgilenmemiş okurlara bile cazip gelecek bir kitap.

ANTİK YUNAN ve ROMA SANATINDA CİNSELLİK ve EROTİZM / İsmail Gezgin / Alfa Yayınları, 2010 / 278 sayfa.


(Bu yazı Radikal Kitap'ta 11 Aralık 2010 tarihinde yayımlanmıştır.)

Can Eryümlü "Elif! Elif!"

ELİF! ELİF!

İzmirli bir adam, bir sabah yarı uyanık rüyalarına devam eder. Karısı kendinden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyor belki de gazete okuyordur. Adam ise rüyasında aşk tanrıçası Afrodit ile sevişmektedir. Aslında herşey sıradan bir gün gibi başlar. Adının Engin olduğunu öğrendiğimiz adam antikacıdır, çok sevdiğini anladığımız karısı Elif ile iki yıl kadar önce evlenmiştir. Herşey, bir adamın antikacı dükkanına girip değersiz bir kutuyu almasıyla başlar. Engin kutuyu gerçek değerinin çok üstünde bir fiyata sattığı için, müşteriyi aldattığı düşüncesi bütün gün içini kemirir. Sonunda müşteriden aldığı paranın bir kısmını iade etmek üzere adamın ofisine gider fakat Engin’in bu dürüst davranışından etkilenen adam, ona borçlu olmadığını söyler. Adam da dürüst olmaya karar vererek, kutudan çıkan bir avuç elması Engin’in önüne masaya yayar.

Bu noktadan sonra Engin’in hayatı başka bir gerçeklik dünyası içinde devam eder. Mutfakta bir arkadaşıyla sohbet eden karısı onu görmez, duymaz, hissetmez; artık karısı Elif ile aynı dünyayı paylaşmıyorlardır. Aklına gelen ilk düşünce, öldüğü ve hayaletinin dünyada kaldığı olur. Bir başka düşünce, karısının ölmüş olabileceğidir. Ancak, kısa zamanda, Elif ile Engin’i ayıranın ölüm olmadığı anlaşılır. Farklı zaman dilimlerinde, birbiriyle iletişim kuramayan iki paralel dünyada hapis kalmışlardır. Telefonla aradığında Elif’in sesini duyar ama ona kendi sesini duyuramaz. Elif de aynı şekilde Engin’e ulaşamaz. Buna rağmen her ikisi de İzmir’deki günlük hayatlarından kopmuş, yeni hayatlara sürüklenmeye başlamışlardır.

Can Eryümlü’nün yeni romanı “Elif! Elif!” bu heyecanlı tempoyla başlar. Roman, iki ayrı zaman diliminde, birbirinden kopuk görünen iki konu çevresinde dönüşümlü olarak akar. Engin ve Elif ayrı yolculuklara çıkarlar -- arayış ya da iç yolculuk da denilebilir -- ve yolculuk tamamladığında bir noktada buluşacaklarının sinyalini verirler. İlginç olan, ne Engin ne de Elif yola kendi isteğiyle çıkar, adeta olayların akışı içinde sürüklenirler. Engin zengin bir kadının ultra lüks teknesinde, Elif ise Harran’da bilge bir kadının evinde başlar yolculuğa. Roman bu içiçe geçen iki yolculuğu anlatırken okuru da zaman içinde yolculuğa çıkarır. Mitolojiden, efsanelerden, tanınmış kahramanlardan öyküler sunar. Bazıları eski çağların ve insanoğlunun en eski inançlarının hikayeleridir, bazıları da şatafatlı yüksek sosyeteye ait. Bir bakarsınız, cep telefonları, gösterişli yatlar, pahalı lokantalar, içkiler antik çağların öykülerine sızmış, ya da bazen tam tersi gerçekleşerek, tanrıçalar, mitolojik kahramanlar bugüne gelmişler.

Can Eryümlü’nün “Zamanın Bittiği Yer” ve “Ben, Zaman Tanrısı” romanlarını okumuş olanların tanıdığı lezzetler “Elif! Elif!”de de benzer şekilde yer alıyor. Herşeyin rüya olabileceği ya da her rüyanın gerçek olabileceği bir öykü kuruyor Eryümlü yine. İlk başta kişisel bir yolculuk olarak görünen Engin ve Elif’in yolları, aslında zaman içinde yapılan yolculuklar. Birçok tanıdık kahramanla karşılaşıyoruz bu yolculuklar sırasında. Romanı keyifli yapan araya serpiştirilmiş bu hikayeler. Engin ile Elif’in aşkını merkeze almasına rağmen, başka birçok aşk hikayesi barındırıyor roman. En başta Apollon ile Astate -- ya da bilinen diğer adıyla Afrodit’in -- aşkı ya da ilkçağın en önemli siyasi figürlerinden Perikles ile bir genelevde büyümüş olan Aspasia’nın aşkı, ilk akla gelenler. Aşk hikayeleri dışında yerlerin de hikayeleri anlatılıyor: Harran, Mikonos, Tinos, Andros gibi kentler, adalar, tüm tarihsel hikayeleriyle, efsaneleriyle giriyorlar romana. Peygamberlerin, azizlerin hikayelerini anlatarak, yüzyıllar içinde gezinti yaptırıyor okura Eryümlü.

Roman boyunca iki paralel akış olarak görünen Engin ve Elif’in hikayeleri, ilginç anlarda buluşuyor ve örtüşüyorlar. Bunlar ilk başlarda daha gizli şekillerde gerçekleşiyor, örneğin Elif’in iyileşme sürecinde yardımcı olan Sibel (Anadolu’nun en köklü inançlarındaki bereket simgesi ana tanrıça Kybele’den başkası değil) Engin’in bulunduğu tekneye gelip gelecek falı okuyan çingene de aynı zamanda. İki öyküde beliren bir başka karakter ise Apollon ile Astarte’nin oğlu Mustafa. Sibel ile Mustafa bilgelik ışığıyla Engin ile Elif’in yollarını aydınlatan rehberler. “İlahi Komedya”da Dante’nin rehberliğini yapan Vergilius ile Beatrice gibi, her iki yolcuyu, onlar fark etmeden koruyan ve doğru yöne sevk eden karakterler.

Romanın ikinci yarısı “Ve Sonrası...” başlığını taşıyor. Bu bölümde sürpriz yaparak, martı Jonathan gibi başka romanların kahramanları çıkıyor karşımıza. Burada artık Engin ve Elif’in başlardaki sorularının yanıt bulduğunu görüyoruz. Elif, durumu Engin’den önce kavrıyor. Başına gelenleri, zamanın dışına itilmek olarak adlandırıyor. “Zamanın dışına çıkarılmış olmanın ne demek olduğunu kavrar gibiydi Elif. Kavramak, özünü anlamak anlamında değil, bir zaman çorbası içine düşmüş olduğuna aymak, dönemlerin iç içe girmişliğine uyanmaktı. Önüne atılan girift yumağı çözmek için yapabileceği bir şey yoktu. Olanlar kendiliğinden olup duruyordu.” Bu durumda sağlam durup, yolun onu götürdüğü yere sürüklenmesi tek mantıklı yoldur.

“Elif! Elif!”, İlyada destanının başında ozanın ilham için tanrıya adadığı satırlar benzeri bir şekilde açılıyor. Burada yazar, ona ilham veren esin perilerine -- şairlere ve filozoflara -- bir küçük dua ile açılış yapıyor. Homeros gibi bu ilk satırlarda sesini duyuruyor okuruna. Bundan sonra romanın içinde birkaç kez yine duyuyoruz anlatıcının sesini. Genelde her şeyi bilen, hatta bazen yargılayan bir sese dönüşüyor. Roman kahramanlarının bilmediklerini bilmesi, yaşananları mesafesiz anlatışı anlatıya kendine has bir özellik veriyor fakat bazen de bir sonraki sürprizi engelleyen öğe olabiliyor. “İzmir kendi bildiği yaşamı sürdürüyordu. Eh, sen de şen olasın be İzmir şehri!” (s. 32) sözleri örneğin, bir roman karakterine değil, anlatıcıya ait. Bu tür müdahale anlatıyı bazen basitleştirebiliyor. Başka türlü bir müdahale de kahramanlar yerine karar verişinde seziliyor. Örneğin, Engin ilk kez tekneye bindiğinde, kamarasını gezerken “yatakların baş uçlarında birer Chagal ve Goya tabloları”nın asılı olduğu söyleniyor. Hemen ardından, “gerçek olmalıydılar” sözü aynı şekilde gereksiz bir değerlendirme gibi görünüyor.

Zaman, Eryümlü’nün romanlarında kahramanlardan biridir. Zaman tanrısı Kronos olarak yaşananlara hükmeder ya da bazı bireyleri dışına atan bilinç sahibi bir sistem olarak karşımıza çıkar, her halukarda yazarın metinlerine düşünsel boyut katan en önemli unsur olarak görülmelidir. Can Eryümlü’nün efsaneleri bu denli iyi bilmesi, Anadolu destanlarını böylesine içselleştirmiş olması her zaman okurun hayranlığını uyandıracak denli kuvvetlidir. Özellikle efsaneleri bugüne taşıması, kendimizi binlerce yıldır süren aşkların, kavgaların içinde görmemizi sağlar.

ELİF! ELİF! / Can Eryümlü / Pupa Yayınları, 2010 / 446 sayfa.


(Bu eleştiri 4 aralık 2010 tarihli Radikal Kitap'ta yayımlanmıştır.)