10 Mayıs 2011

Necip Mahfuz "Aşk Zamanı"


GÖZLER MISIR’DA

Haftalardır tüm dünya gözlerini kulaklarını Mısır’a dikmiş, iyi haberler bekliyordu. Görünene göre, sonunda halkın istediği oldu; sokaklarda şenlikler yapıldı, Tunus gibi bazı Kuzey Afrika ülkeleri bu sevinci Mısırlılarla paylaştı. Yine de Ortadoğu’da bilinmezlerle dolu yeni bir sürecin başladığını kabul etmek gerekiyor. Ülkemizde çoğu insan Mısır’ı Necip Mahfuz’un romanlarından tanımıştır. 95 yıl süren uzun hayatı boyunca ülkesini en iyi anlatan yazarlardan biri olarak bilinirdi; ayrıca Arap dilinin tek Nobel ödülü kazanmış yazarı olarak, müslümanların hayatını, gündelik temposunu, yaşam koşullarını, inançlarını tüm dünyaya aktaran kişiydi. Yazarın doğumunun 100. yılı nedeniyle bu yıl eserleri yeniden çevirilip basılıyor.

“Aşk Zamanı” başlığındaki “aşk” sözcüğüne rağmen, bir aşk hikayesi anlatmıyor, romanın merkezinde bir anne-oğul ilişkisi var. Roman, Ain hanım adında güçlü bir kadının portresiyle açılıyor. Ain, geç yaşta anne olmuş bir duldur; anlatının başladığı noktada kendisi elli, oğlu ise altı yaşındadır. Mahallelerindeki büyük yapıların çoğunun sahibi Ain’dir; çevrenin en zengin kişidir ve en büyük evde yaşar. Üzerine titrediği oğlu ise annesine benzemez, ne annesi gibi vericidir ne de çalışkan. Ain hanımın en büyük özelliği herkesin gözünde onu efsaneleştiren merhatmetiydi. Sokak sokak dolaşarak yoksulların evlerine gidip onlara yardım eden biri olarak ün yapmıştı, özellikle kocasının ölümü ardından kendini iki şeye adamış gibiydi: birincisi oğlu, diğeriyse yoksul ve hastalara yardımdı. Mahfuz Ain’i şöyle betimliyor: “... kimse Ain Hanım’ı sokakta ne sıkma başla ne düşmeli entariyle, ne de siyah veya beyaz peçenin ardına gizlenmiş bir halde görmüş değildi. Yaşının verdiği olgunlukla, ağırbaşlılığıyla, alımlı tavırlarıyla, ulaşılmaz mevkii ve gül gibi mis kokulu itibarının verdiği onurla kendisine dil uzatanlara meydan okurdu.”

Ain hanım gerektiğinde sert olmayı bilen, iş yaptığı erkekler dünyasında kendini ezdirmeyen bir kadındır. “Ain’in erkeksi tavrı, herkesten daha iyi bildiği bir çevrede iş görürken kullanmayı uygun bulduğu bir üsluptu yalnızca” diye açıklanan işkadını yanı, roman ilerledikçe geri planda kalır ve daha çok yardımsever yanıyla bütünleşir. Elinden hiç bırakmadığı şemsiyesiyle merhamet gezilerine çıkmayı, çalışıp didinen kadınlarla dulların ve sakatların ailelerini ziyaret ederek barakalarına girmeyi alışkanlık haline getirmişti.

Oğlu İzzet’in hikayesi ise bambaşkadır. Fazla çalışkan olmadığı gibi hırslı biri de değildir. Çocukluk dönemini anlatırken İzzet’in içinde çelişen iki şeyden söz eder yazar: ibadet ve iktidar. Ancak bu çocukluk hevesini çabuk kaybediyor olmalı ki, romanın ilerleyen bölümlerinde ne iktidar arzusu ne de ibadet merakı görülüyor İzzet’te. Büyük olasılıkla iktidar gücü annesinin güçlü kişiliği tarafından kırılıyor, ibadet ise yaşam biçimine uymadığı için yavaş yavaş unutuluyor. İzzet’in hikayesi, okulun ilk gününden beri en yakın arkadaşıyla aynı kıza aşık olduğunda şekillenmeye başlıyor. İzzet’in kızla birlikte olmasına önce annesi engel oluyor, sonra da yakın dostu. Henüz onbeş-onaltı yaşında olmasına rağmen bu yenilmişlik duygusu İzzet’in tüm hayatını şekillendiriyor. Bundan sonra sevmediği, annesinin istediği bir kızla evleniyor, çok genç yaşta baba oluyor ve daha yirmi yaşına gelmeden “her yenilgiye uğrayan güçlü erkek gibi acı çekiyordu.”

“Aşk Zamanı” bu noktadan sonra asıl roman kahramanı sandığımız Ain’i anlatmayı bırakıp İzzet’in hayatı çevresinde gelişiyor. Annesini, evini, karısını ve oğlunu geride bırakıp mahalleden ayrılıyor. Çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı yeniden hayatına giriyorlar, birlikte yeni bir yaşama atılıyor. Çocukluk ve gençlik yıllarını annesinin hayalleri şekillendiriliyordu, ortayaşındaki hayatında ise yakın dostunun hayallerinin baskın olduğunu görüyoruz. İzzet kendisini duygularının sürüklediğini zannediyor fakat yakın çevresindekilere karşı davranışından böyle olmadığını kolayca anlayabiliyoruz. Necip Mahfuz bu romanında Ain gibi bazı karakterleri ince dokusuna kadar geliştiriyor fakat ne yazık ki romandaki tüm karakterlerin aynı incelikle anlatıldığını söylemek zor. Özellikle İzzet’in aşık olduğu Bedriye tutarlı bir portre olsa da fazlasıyla gizemli kalıyor.

Roman, 1900’lu yılların başında geçiyor. Ain’in eve elektrik ve su bağlatması, bu tesislerin varlıklı kesim için ancak sağlanıyor olması bize olayların geçtiği zaman hakkında bilgi veriyor. Mısır, bir yandan yeniliklere açılan yüzüyle diğer yandan da bağlı olduğu gelenekleriyle görünüyor. Kahire’de yeni tiyatroların açıldığı, sosyal hayatın zenginleştiği, varlıklı kesimin gece klüplerinde içkili eğlencelere katıldığı bir ortam gelişiyor. Elbette toplumsal değerler ve gelenekler de yeni yaşam biçimiyle değişime uğruyor. Farklı nesilleri temsil eden anne ve oğul, geleneksel olan ile yeni yozlaşmayı simgeliyorlar. Ain’in hayatı doyurucu çünkü çevresine karşı verici ve inançlı biri; oğlu İzzet bencil kişiliğiyle yüzeysel bir hayat sürüyor. İzzet içki ve esrarın etkisinde, ailesinden uzak, idealleri olmayan bir yaşam içinde adeta kayboluyor. Ain ise yaşlandıkça gerçek bir efsaneye dönüşüyor.

Kahire’deki sosyal hayatla birlikte kadının toplumsal yerini de bazı olaylardan anlıyoruz. Örneğin evlilik konusunda kadının neredeyse hiç söz hakkı olmadığını görüyoruz. Ailelerin dört ve altı yaşındaki iki çocuğun evliliğine karar verilmesi, çok normal bir olgu olarak dile getiriliyor. Üstelik bu çocukların teyze çocukları olması kimseyi rahatsız etmiyor. “Hadi evlilik sözleşmelerini yapalım” diyen kızkardeşinin sözlerini sonradan çok mantıklı buluyor Ain. “Canımız ne isterse onu yapmaya özgürüz!” diye üstlediğinde de “Günü gelince oğluma yeğenimi gelin almak beni mutlu eder” diye yanıtlıyor kızkardeşini. Benzer adaletsizlik boşanmalarda da aynen yer alıyor. Bir erkek evden çıkarken kızdığı karısına “boş ol” dediği için kadın hiç bir mal varlığı olmaksızın kendini sokakta bulabiliyor. Tek şansı yeni bir erkeğin ona evlenme teklif etmesi oluyor. Bu ve bunun gibi kadına karşı yapılan birçok haksızlık toplumsal hayatın bir parçası olarak normalleşmiş şekilde anlatılıyorlar. Kadının konumundaki kabul edilmişlik ve erkek dünyası ile kadın dünyası arasındaki bağlantısızlık özellikle dikkat çekiyor.

Necip Mahfuz bazı başarılı simgeler kullanmış romanında; bir tanesi, Ain’in elinden bırakmadığı şemsiyesi. Bu şemsiye aynı zamanda onun toplumsal olarak koruyuculuğunu temsil ediyor. Şemsiyesi yaşlılığında bir nevi baston görevi görüyor, Ain sokaklarda yoksulların evlerine giderken şemsiyesini hiç elinden düşürmüyor. Şemsiye simgesini Mahfuz bir başka anlamda kötülüklerden koruyucu bir örtü olarak görmemizi sağlıyor. “Bütün dertler, yüreği sevgiyle çarpan, almadan vermesini bilen merhametli Ain’in şemsiyesi altında yok olup giderdi.”

Romandaki en hoş bölümlerden biri hikâyecinin hikâyesi. Romanın ilk sayfalarında yer alan kısa giriş bölümünde “Peki kim bu hikâyeci?” sorusuyla başlayan paragraf kurgunun anlatıcısının önemini vurguluyor. Mahfuz’un hikâyecisi, tatlı hayallerin yüksek sesle dile getirilişini yapan kişi. “...keskin bir hayal gücüyle yoğrulmuş hakikati, kendi gücünden ve derin arzularından alır” sözleriyle, destanların bilinciyle anlatıyor hikâyeciyi. Ayrıca roman boyunca hikâyeciyi unutmamamız için bunun bir anlatı olduğunu sık sık hatırlatıyor. Mahfuz bu kısacık romanında elli yıl gibi geniş bir zaman dilimini anlatmayı başarıyor. Az sayıda karakter kullanarak, birkaç hayat hikayesini baştan sona sığdırabiliyor romanına. Politik kavgalar, ezilen kadınlar, baskıcı din eğitimi gibi bazı temaları konunun uzağında tutuyor; bunlar yine de ülkenin fonunda gerçeklik yaratmaya yetiyorlar.

akafaoglu@yahoo.com

AŞK ZAMANI

Necip Mahfuz

Çeviri: Dilek Şendil

Kırmızı Kedi yayınevi, 2011

Hiç yorum yok: