26 Ocak 2006

Leyla Erbil

ÜÇ BAŞLI EJDERHA

İstanbul’un tarihi anıtlarına baktıkça, kime niyet kime kısmet diye düşünmeden edemez insan. Örneğin, Vaftizci Ioannes Kilisesi kimler tarafından yıllar önce ne amaçla yapıldı, şimdi ise içinde namaz kılınan bir camii.
Leyla Erbil’in “Üç Başlı Ejderha” novellası İstanbul’un bu özelliğine dikkat çekiyor. Ülkelerini istila eden Perslere karşı kazandıkları zaferin bir anıtı olarak Yunan kent devletlerinin birleşip ele geçirdikleri kalkanları eriterek yaptıkları üç başlı burmalı sütun da bunlardan biri. Önceleri Delfi’deki Apollo tapınağında bulunan bu sütun, şimdi İstanbul’da kentin önemli anıtlarından biri olarak Sultanahmet Meydanında. Üç başlı yılan ya da ejderha hemen her çağda savaşçı amblemi olarak kullanılmıştır. İlyada’da kralların kralı Agamemnon’un da mavi üç başlı yılan figürü olan kalkanı anlatılır. Üç başlı yılan kin, zafer hırsı ve savaşı simgeler. Ejderha ise hemen her çağda savaşçı amblemi olarak kullanılmıştır.
Üç Nesil
Ama sanmayın ki “Üç Başlı Ejderha” sadece İstanbul’u anlatıyor. Nesiller boyu birbirine zincirlenen acıların hikayesini nefes nefese dinliyoruz Erbil’den. Birbirine dolanmış yılanlar simgesi bu kentin, bu ülkenin acılarını anlatmak için kullandığı bir yol. Roma, Bizans ve Osmanlı tarihi, üst üste, iç içe geçmiş bu öyküde, üç başlı ejderhanın bulunduğu yer medeniyetlerin doğduğu yerdir. Ama burada doğan bir bebek gibi masumiyet taşımaz, öç ve kinle beslenen, savaşarak varolan, yılanla simgelenen güçtür.
Bu küçük romanı Leyla Erbil, oğlunu yitirmiş bir annenin ağzından anlatır. Oğlu yoktur ama oğlu ile aynı örgütte çarpışmış “genç dost” dediği, onu arada bir görmeye gelen, hakkında fazla bir şey bilmediği, oğluyla yaşıt (!) bir genç adam vardır.
Garip bir biçimde anlatıcının annesi ve babası da yoktur, babasıyla aynı saflarda çarpışmış yaşlı Suzan ve Sami diye tanıdıkları vardır, ve onların apartmanının girişindeki eşikte peruk ve kara gözlüklerle boşlukta oturur. Aslında etrafındakiler ona kaybettiklerini hatırlatmaktan başka bir şekilde varlık göstermezler, onlar sevdiklerinin yerine koyamayacağı kadar uzaklardır, ayrıca onlarla karşılaşmak ya da onlarla konuşmak acısını hafifletmez.
Bir an için bu noktada durursak, anlatıcının babası ve oğlu arasında bir bağ kurduğunu düşünebiliriz. Çok az sayıda karakterin canlandırıldığı romanda anlatıcının bize sadece babasının örgütten dostu ile oğlunun örgütten dostunu anlatıyor olması rastlantı değildir. Bir çeşit babadan oğluna geçen miras gibi her nesli bir diğerine bağlayan unsurdur “örgüt.” Aslında buna belki bir kan davası olarak bakmak daha doğru olabilir. “Genç dost”tan bahsederken “tanıdığımda babasının omzunda mitinglere gelen minicik bir şeydi” diye tanıtılıyor, ardından da “bizhalk ‘Tek Yol Devrim’ diye çığırırken o ‘Çocuklara Dayak Yok!’ diye en tizinden küçücük hançeresinin...” diye tanımlama sürüyor.
Anlamadığı bir kavganın ortasına, babalarının omzunda gittikleri mitinglerde atılmış bu çocuk gibi, öldürülen oğlunun da benzer bir yaşam içinde büyüdüğünü anlıyoruz. Masum çocuğun ölümü teması bir kez daha yer alıyor öyküde “Potemkin Zırhlısı’nda Odesa Limanı’nın geniş taş merdivenlerinden aşağı denize doğru uçan çocuk arabasının ardından ses çıkarmadan çığlıklar atan ana,,, gene de ah bu sonuncu çığlık,,, bilir misin,,, gençken o çığlık,,, kuşaklar boyu gelmekte olan devrimin müjdecisiydi,,,” Burada günah ve suçluluk duygularını aşan, neredeyse kurban edilen çocuk düşüncesine kadar götürüyor.
Hiç dile getirmek istemez görünmesine rağmen anlatıcı kendi çocukluğu ile ilgili olarak da benzer bir anıyı anlatıyor “kampa gitmiştik,,, bir grup,,, anlaşan solcu ailesi,,, çadırlarda kalmıştık,,, üç gün,,, üçüncü gün,,, yok bu öyküye girmeyeceğim” bu öyküyü anlatamayarak acısının büyüklüğünü iyice hissettiriyor. Kendi de oğlu gibi henüz küçük yaşlarda savaşın ve düşmanın farkında. Ayrıca novellanın sonunda üç gün farklı bir anlam da kazanıyor.
O Hayat
Leyla Erbil’in yapıtlarını okurken hem bir akışa kapıldığımızı hissederiz hem de her sözcükte tökezleriz. Dili bozduğu yerlerde doğal olarak irkiliriz. “Üç Başlı Ejderha”da her iki şekilde okunan bir yapıt, hem bir nefeste hem de her sözcükte durarak.
İlk cümlelerin önemli olduğu söylüyor anlatıcı. Genç dostun da ilk cümlesi “Böylece o hayata bir süre daha dayanma gücü elde ediyorum”dur. Burada doğrusu bu hayata bir süre daha dayanma gücü olacakken, bir insanın kendi hayatını “o hayat” diye dile getirmesi, aşırı yabancılaşmanın ipucunu veriyor.
Bir de tabii her zaman Erbil’de olduğu gibi, bu metin asıl gücünü kuşkudan alıyor. Öykünün başında genç dost ile anlatıcının oğlu hep özdeşleştiriliyor. İlerleyen satırlarda önce neden intihar etmedin sorusu, ardından “ajan olabilir miydi?” ve de “nedir bilmem bu genç adamda yerine yerleştiremediğim” sözünde sadece annenin değil, bizim de kuşkularımız ayaklanıyor. Bir ölümün ardından doğal olarak özlem duyulur ama burada duyulan basit bir özlem değil, “genç dostun” çektiği acı öylesine yoğun ki sadece kendi çektiği işkenceler ve dostunu kaybetme olmadığını düşünerek, bunların ötesinde bir suçluluk duygusu aramaya başlıyor okur anlatıcı ile birlikte.
“Üç Başlı Ejderha” öyle bir öykü ki, birinci satırından itibaren bu acının başka türlü anlatılamayacağını biliyoruz. Üç virgülleri (yine üç rakamı) zorunlu görmeye başlıyoruz. Yazılı bir metni okur gibi değil, duraksayarak, kekeleyerek anlatılan bir öyküyü dinliyor gibiyiz. Sürekli bölünen ve parçalanan cümleler aynı novellanın sonuna yerleştirilen Kahramanmaraş Davasındaki duruşma tutanakları gibi gerçeklik duygusu yaratıyor.
Bir yanda ailesinden altı kişi öldürülmüş bir kadın, diğer yanda oğlunu işkence sonucunda kaybetmiş bir başka kadın. Farklı sosyal sınıflardan, farklı kültürlerin insanları olmalarına rağmen Galatasaray Lisesinin önünde bekleyen Cumartesi anneleri gibi ortak bir acıyla buluşuyorlar. Galiba Erbil’in romanlarından bu denli etkilenmemizin nedeni burada yatıyor, insanın deli, şeytansı ve günahkar olduğunu anlatırken, bizden hiçbir şey saklamıyor. Sonuçta bu açıklık tüm kirleri temizler berraklıkta parlıyor.


Üç Başlı Ejderha / Leylâ Erbil / Okuyanus Yayınları / Aralık 2005 / 110 sayfa.

24 Ocak 2006

Murat Gülsoy

SEVGİLİNİN GECİKEN ÖLÜMÜ


“... Öldün diyelim, uyudun,
Uyudun iy’ama, ya rüya görürsen. İşte işin püf yanı!
Bu ölümlü dağdağadan yakayı sıyırdıktan sonra,
O ölüm uykusunda kimbilir ne olmadık düşler
Göreceksin, bir düşün! İşte bu kaygıdır zaten
Ömrü onca uzun bir felaket haline getiren!”

William Shakespeare “Hamlet” çev.: Can Yücel



Çocukken, Çiftehavuzlar’daki evimizin bahçesinde bir kedi yavrulamıştı, yavrulardan biri diğerlerinden daha cılız ve sağlıksız görünüyordu. Hatırlıyorum da, hasta görünen o yavruya karşı diğerlerine hissetmediğim bir sevgi besliyordum. Belki korunmasız görünüşü, belki de acıma duygusu çoğaltıyordu sevgiyi, nedenini hâlâ çözebilmiş değilim ama emin olduğum bir şey varsa o da o kediye hissettiğim farklı türde bir sevgiydi.
Yıllar sonra hastanede geçirdiğim günlerde o yavru kediyi tekrar düşünme fırsatı buldum. Hasta ile hasta yakınları garip yeni bir ilişkiye giriyorlardı. Daha önce tanıdıkları -- ve belki sevdikleri -- insanı şimdi yeni bir biçimde karşılarında görüyorlardı, bu da doğal olarak sevgi ayarlarında değişim anlamına geliyordu. Sanırım bu durumda hastaya karşı duygular değişmiyordu ama zaten var olan duygular yoğunlaşıyordu.
Hasta Başında
Bu hafta okuduğum Murat Gülsoy’un “Sevgilinin Geciken Ölümü” romanı bu temayı işliyordu. Roman kahramanı Cem, bir kaza sonunda bitkisel yaşama geçen karısı Serap’ın bakımını üstlenmiştir. Bir süre hastanede kaldıktan ve bakım için gerekli olan bilgileri edindikten sonra karısını eve çıkartır. Bu arada evi, hastane odası gibi steril tutmaya çalışır. Evdeki yeni yaşam düzeni, hastanın bakımı temelinde gelişir. Gün geçtikçe ziyaretlerine daha az kişi gelir ve gün geçtikçe Cem yalnızlaşır.
Roman, Cem’in sabaha karşı gördüğü bir rüya ile başlıyor ve hasta başında geçen bir günü anlatıyor. Başta dile getirilen kısacık rüyada Cem’in ölüm ile yaşam arasındaki gelgitlerinin imgesini yakalıyoruz. İki kadın arasında sıkışmış yaşamında bir tarafta ölüm onu dibe çekerken, diğer yanda yaşam, tüm albenisiyle onu bekliyor.
Genelde tek düze geçen Cem’in bu günü biraz farklı. İlk başta karısının nefret ettiği babası ziyaretine geliyor, ardından en yakın dostları ve son olarak da, yıllar önce hayatını haber yaparak gündeme getirdiği eski bir zanlı ile görüşüyor. Bu arada en az bu konuklar kadar önemli, bir de mektup alıyor. Mektubu aldığı kişi, onu yaşama bağlayan ince iplerden biri.
Habla Con Ella
“Sevgilinin Geciken Ölümü,” hemen Pedro Almodovar’ın “Konuş Onunla” (2002) filmini akla getiriyor. Romanda da filmden ad vermeden (s. 80) söz ediliyor. Film, roman için önemsiz bir gönderme olarak bırakılmış olsa da, aslında çok önemli bir noktayı görmemizi sağlıyor. Almodovar’ın filmi, derin koma halinde kliniğe yatırılan iki kadın ve onlarla ilgilenen iki erkek etrafında gelişiyor. Filmde bitkisel olmalarına rağmen iki kadın da arzulanmayı sürdürüyor, hatta biri hasta bakıcı tarafından hamile bırakılıyor. Yönetmen özellikle kadınların temizlik ve bakım anlarını fetiş yaratan bir gözle veriyor; çok uzun giyinme (giydirilme) sahnelerinde de pürüzsüz ciltleri, parlak saçları, renkli giysileriyle göz alıcı görünüyorlar. Romanda ise durum farklı. Cem için Serap artık hiçbir çekicilik taşımıyor hatta bakımı sırasında itici geldiği, tiksindirdiği bile oluyor.
Filmi düşündüren başka noktalar da var, örneğin filmdeki Marco gibi Cem de eski bir gazeteci. Yine filmdeki gibi, sevdiği kadının hayatında başka bir erkek var; hem de bu erkeğin etkisinden, gücünden ya da sevgisinden habersiz. “Konuş Onunla” filminde insanın yalnızlığa karşı direnci öyküyü çok güzel kılıyordu. Gülsoy’un romanında da aynı türden direnç görüyoruz. Zaten roman kahramanına hayattan bir insanın ne isteyebileceği sorulduğunda, “yalnızlığa bir çare” yanıtını veriyor. Tüm roman aslında bu yalnızlık üzerine odaklanmış: orada varmış gibi duran ama aslında orada olmayan bir varlık, aynı zamanda varlığına çok gereksinim duyulan bir varlık. Bu yüzden Almodovar’ın filmindeki hasta bakıcı karakterin bedenle yetinmesi, Cem için yeterli değil.
Metafizik Arayışlar
Bilinçsizce yatan birini anlatırken Murat Gülsoy, daha önceki öykü ve romanında görmediğimiz denli varlık ve hiçlik sorununa değinecek alan bulmuş. Ruh var mıdır? Yaşamın anlamı nedir? İnsan hayattan ne ister? gibi ontolojik soruların yanı sıra, romana tat veren aşk üzerine de okuru düşünmeye itmiş. İnançları zayıf biri olarak betimlenen Cem, bu yeni düzende hayatın anlamını sorgulama gereği duydukça arkasındaki yazarın hayatı sorgulamasını da okur duyuyor. Mucizelere ya da kadere inanmak gibi bir kolay çıkış cazip görünse de Cem bu yolları seçmekte kararsız davranıyor.
Aslında romanı kendine sorular yönelten yazar olarak okumak mümkün, yazarın kendince geldiği noktada sorguladığı düşünceler zinciri olarak görebiliriz, ayrıca romanın içinde yer alan uzunca bir mektup tam bu türden bir sorgulama yapıyor. Bir sonuç çıkarmak ya da bir neden bulmak için değil, bunları sormanın zamanı geldiği için.
Bu açıdan bakıldığında roman okura vaat ettiğinden fazlasını veriyor. Cem’in kendine yönelttiği sorular (ya da Aslı’nın mektubunda Cem’e yönelttiği sorular) orta yaşlarda hepimizin kendimize sorduğumuz sorulara benziyor hatta bu soruları yeniden sormamıza yarıyor. Murat Gülsoy’un yapıtlarında hep dikkat çeken şeylerden biri okuru kendi yaşamı içinde düşünmeye itmesi. Bu romanda da bolca yapıyor bunu, neredeyse bir psikoloji testi yapar gibi sık sık durup “ben ne yapardım bu durumda” diye sormamızı sağlıyor.


Sevgilinin Geciken Ölümü / Murat Gülsoy / Can Yayınları / 2005 / 199 sayfa.