20 Nisan 2009

İhsan Oktay Anar Romanlarında Tanrı ile Şeytan


Türkiye’de verilen edebiyat ödüllerinin iki zayıf noktası olduğunu düşünmüşümdür hep. Birincisi, çoğu ödül başvurular üzerinden değerlendirilir. Bir roman ne denli iyi olursa olsun, eğer yayıncısı ödüller için başvuruda bulunmadıysa, neredeyse hiç bir ödül almadan seneyi bitirebilir. Dünyanın saygın edebiyat ödüllerine baktığımızda durum böyle değildir. Ancak amatör edebiyat meraklılarına verilen ödüllerde yazarın kendisi ödüle başvurur, diğer saygın ödüllerde durum bambaşkadır. Bir önceki yılın en iyi edebiyat örnekleri üzerinde tartışarak karara varılır. Genelde son ana kadar yazarın haberi olmaz. İkinci bir nokta da, bazı ödüller hep aynı türden yazara gider. Çeşitlilik barındıran ödül fazla değildir.
İki yıldır verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü, saydığım iki konuda da kendini sınırlanmayacağını gösterdi. Ödül jürisi son üç yılda eseri yayımlanmış tüm yazar ve şairleri değerlendiriyor. Geçen yıl, ilki Gülten Akın’a verilen ödül bu sene başka bir neslin ve başka bir geleneğin yazarına verildi. İhsan Oktay Anar’la birlikte ödülün bundan sonra da çok geniş bir yelpazede yazarların değerlendirileceği anlamı çıktı.
AMAT
İhsan Oktay Anar, günümüzün en benzersiz yapıtlarını kaleme almış yazarlardan biridir. Her öykü için o öykünün dilini yaratan, bu dili en yaratıcı biçimde kullanan yazar, romanlarında genelde 17.yüzyıl Osmanlı döneminde İstanbul’u anlatır. Edebiyat geleneğimizde çok sık rastladığımız bir anlatı değildir Anar’ın ki. Temaları aynı zamanda insanlığın bilinen efsanelerinden esinlenir. Bazan Faustus gibi geleneksel öykülerin izlerini, bazan da eski ahitten efsaneleri bulur okur onun satırlarında.
“Amat”ta Faustus efsanesinden esinlendiğini düşünmek yanlış olmaz. Bu efsaneye göre, bir Alman astrologu olan Faust, bilgi ve güç elde etme karşılığında ruhunu şeytana satar. Âdemoğlunun bilmek istediği tek şey ölümden nasıl kurtulacağıdır; Faust için de bilgi güç anlamına gelir. Şeytan ile insan arasındaki bu alışverişte, şeytan tanrı ile giriştiği düelloda bir yandaş bulur, insan ise ölümlülük içinde bir güç bulmuştur.
Faust adında bir âlimin yaşadığı ve şeytandan yakın dostu olarak söz ettiği bilinen bir gerçektir. Faust’un hikâyesi ortaçağ düşünürlerini etkilemiştir, hatta ilahiyat, astronomi ve ruhbilim konularında ortaya atılan yeni düşüncelere ilham kaynağı olduğu görülür ama efsanenin tamamı bundan ibaret değildir, bir de karanlık yüzü vardır ki, büyücülük, kehanet, simya ve şeytanla ilgili karmaşık bilgilerle doludur. İhsan Oktay Anar’ı çeken de tam bunlardır.
Şeytan ve Tanrı, Anar’ın romanlarında hep gizli kahraman olarak varlıklarını hissettirir. Bazan doğrudan insanla ilişki kurarlar, bazan da elçilerini yollarlar. Özellikle şeytan, insan kılığına büründüğünde de kişiliğini aynen korur. Kendinden güçsüz insanların aklına girmeye çalışır, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmak ister. “Amat”ta Eski Ahitte geçen Nuh’un hikâyesine gönderme yapar yazar. Kutsal kitapta, Allah’ın, sevgili kulu Nuh’a bir gemi siparişi verdiği anlatılır. Tüm dünyayı etkileyecek büyük bir felaketten sevdiği bazı kulları kurtulsun ister tanrı. Nuh, tanrının siparişini yerine getirir, bu sayede insan ve hayvan türleri yaşam bulurlar. Nuh’a verilen bu sipariş, bildiğimiz kadarıyla Tanrının âdemoğluna verdiği tek sipariştir.
İhsan Oktay Anar romanın başına bu siparişin geçtiği satırları (Tekvin 6:14) alarak, romanda asıl görmemizi istediği yöne işaret ediyor. Nuh’un gemisi gibi, Amat adlı gemi de bir siparişle yaratılır. Fakat arada önemli bir fark vardır, Nuh’a gemisini sipariş eden Tanrı, Amat siparişini veren ise Şeytandır. Tanrının siparişi insan ve hayvan soylarının tükenmemesi içinse, şeytanın siparişi de tam tersine insanlığın sonunu hazırlamak için verilmiştir. İhsan Oktay Anar “Amat”ı bu temel üzerine kurar. Özellikle Tanrı ile şeytan düellosunu çağrıştıran bölümleriyle hep bu temayı akılda tutmamızı sağlar.
SUSKUNLAR
İhsan Oktay Anar son romanı “Suskunlar”da da benzer bir yapı kurmuştur. Burada Tanrı ile şeytanı varlık olarak değil, simge olarak insanların içinde var eder. Mitoloji ve kutsal metinlerden besleyerek yarattığı kahramanlar, Tağut ve Neyzen Batın, şeytani ile tanrısal olanı temsil ederler. Aynı temsil ettikleri gibi, onlarda doğrudan eylemde bulunmazlar. Kötülük ve iyiliğin yayılması için insanları kullanırlar. Biri Cüce Efendi’yi, diğeri de oğlu Zahir’i kullanır. Romanın en önemli kahramanları olarak hissedilen Tağut ve Neyzen Batın, kendileri olarak görünmezler romanda fakat yazar onları yine de merkeze yakın yerleştirir. Emirlerin alındığı merciler olarak dikkatleri üzerlerine çeker.
Romanın en hoş bölümlerinden biri, Zahir’in İsa peygamber ile özdeşleştiği satırlardır. Böyle yaparak Anar, hem bildik bir mit ile özdeşlik kurar hem de Zahir’i anlattıkça babasının varlığını da hissettirir. Örneğin, İsa’nın eline aldığı bir ekmek parçasını kendi eti olarak, bir kadeh şarabı da kanı olarak sunmasını Zahir, kendi takipçilerine kavun ve rakı olarak sunuyor. Anar’ın espriliyle yaklaştığı bu benzetme bizi yine insan ve tanrı ilişkisine götürüyor. Tanrının oğlu olduğunu bilen İsa, gammazlanacağını bilir ve babası Tanrının onu koruyacağını düşünür. Zahir de aynı İsa gibi ihanete uğrayacağını önceden bilir, ihanete uğradığında da babasına neden onu yalnız bıraktı haykırarak sorar. Yeni Ahit’in “Matta’ya göre İncil” bölümünde İsa böyle haykırır babasına: “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” Zahir de aynı düşünceyi kendince dile getirir: “Ah Beybaba! Ah be Babalık! Niye çamura yattın?”
“Suskunlar”da başka bölümlerde de ortaya çıkar Tanrı ve Şeytan. Romanın merkezine yerleştirilen müzik teması, Tanrı ile şeytanı karşıtlık olarak gördüğümüz bir yerdir. Konuyu anlatmaya ilkçağ filozoflarından Pisagor ile başlamak gerek. Pisagor, evrende her şeyin tam sayıyla özleştiğini söyleyen ilk düşünürlerden biridir. Doğanın tümüne yansıyan bir kusursuzluk görür filozof; ve bu kusursuzluğu zihin ancak yaratılış hikâyesiyle birleştirdiğinde anlamlı olur. Müzikle de uğraşan ve Babil’de aldığı eğitim sonucunda matematiğin kutsallığına inanan Pisagor, müzikal sesleri de aynı kusursuzluk teması üzerine kurar.
Yüzlerce yıl Pisagor’un teorileri müzik kuramcılarını etkisi altında tuttu. Müzik de evren gibi tam bir matematiksel kusursuzluk üzerine kurulu olarak düşünüldü. Notalar arasındaki aralıklar, bu kusursuzluğun simgesiydi. Bu felsefeden etkilenen ortaçağ kuramcıları, bazı bozuk akorlara “musica ficta” diyerek, şeytanın işi saymaya kadar götürdüler. Do ile fa diyezin birlikteliği şeytan aralığı olarak düşünüldü ve kilise müziklerinde (hatta tüm müziklerde) kullanılması bir dönem için yasaklandı.
“Suskunlar” tam da bu konuyu romanın merkezine yerleştirmiş. Kusursuz aralıklarla, tam armoni yaratmak nasıl ilahi bir erdem sayılıyorsa, bu armoniyi kıran, bölen ya da parçalayan sesler de şeytana ait sayılır. Şeytan tanrının yarattığı kusursuz evreni bozmak üzere yeryüzüne inmiştir. Anar romanında, şeytanın kullandığı ses aralıklarını, kusursuz ulvi ahenk ile karşılaştırarak, romanın gerilimini yaratmış. Tanrı, insanın içine nefes üfleyerek can veren neyzene benzetilmiş; Şeytan ise sadece evrensel uyumu değil, insanın yarattığı sanatsal kusursuzlukları da bozarak Tanrı ile insan arasına girmiş.
Anar’ın bu ilahi göndermeleri romanlarını hep zenginleştiren unsur olarak görülmüştür. Yazar kendini dilsel olarak eski çağlara bağlamayı sevdiği gibi, efsaneleri de yeni bir çağda yeniden anlatmayı sever.
(Bu yazı Dünya Gazetesi kitap ekinde 3 Nisan 2009 tarihinde yayınlanmıştır.)