09 Haziran 2010

Atiq Rahimi "Sabır Taşı"


SABIR TAŞI

Bazı kültürlerin edebiyatı dilimize çevrilmediği için tanıma fırsatı bulamayız. Çeviri eserlerin büyük bir bölümü Batı dillerinden olduğundan, bizler bir Afgan ya da Rus yazarı ancak Fransızca ya da İngilizce yazdığında ya da Batıda saygın edebiyat ödüllerine değer görüldüklerinde tanırız. Atiq Rahimi de bu yazarlardan. Afgan asıllı yazar, anadili Farsça’da yazdığı üç roman sonrasında, dördüncü romanı “Sabır Taşı”nı Fransızca yazmış ve 2008’de Fransa’nın en büyük edebiyat ödüllerinden biri sayılan Goncourt ödülünü kazanmış. “Sabır Taşı,” aynı zamanda sinema yönetmeni ve senarist olan yazarın dilimize çevrilen ilk eseri.

Atiq Rahimi’nin “Sabır Taşı” Afganistan’da savaşın ortasında bir evin tek bir odası içinde geçiyor. Tüm roman sadece bu odaya girenlerin görüldüğü ve duyulduğu bir tiyatro sahnesi sanki. Sahnede bir tek kadın, tek başına yerdeki döşekte yatan serum bağlı, bitkisel hayattaki kocasının başında tespih çekiyor. Molla, Allah’ın doksan dokuz adını tespihle çekerse kocasının iyileşeceğini söylediği için kocasının nefes hırıltısının ritminde, her gün Allah’ın bir adını zikrederek dua ediyor. Bulundukları odada döşeği ayıran perdeden başka, duvarda bir hançer ile kocasının resmi asılı. Sahne arkasından ise ağlayan çocukların, bombalanan şehrin sesleri duyuluyor.

Bilincini yitirmiş kocasının başında kadın, hayatında ilk kez bir özgürlük tadıyor ve tüm düşüncelerini, arzularını, korkularını ve en karanlık sırlarını kocasına anlatmaya başlıyor. Savaş kadının hayatına acı ile birlikte garip bir özgürlük de getiriyor. Hayatı boyunca bedenine sahip olan kocası yerine bu sefer kocasının bedeninin mutlak hakimiyeti kadının elinde. “Etini sakla!” diye bağıran kocası şimdi yanında bir et yığını olarak yatıyor. Kadın, kısa zamanda anlattıklarının onu rahatlattığını fark ediyor “...hasta düştüğünden beri, yani seninle konuşmaya, sana sinirlenmeye, sana hakaret etmeye, yüreğimde sakladığım her şeyi sana anlatmaya başladığım ve senin bana hiçbir yanıt veremediğin, bana hiçbir şey yapamadığın günden beri... tüm bunların beni rahatlattığını, yatıştırdığını anladım. Yani, her an sillesini yediğimiz bahtsızlığımıza rağmen kendimi rahatlamış, özgürleşmiş hissediyorsam... sırlarım sayesinde bu, senin sayende.”

Kadın konuştukça toplumdaki ikiyüzlülüğün intikamını almaya başlıyor. “Gırtlağımdan çıkan ses, binlerce yılın sesi” derken sadece kendini değil, binlerce yıldır konuşması, kendini ifade etmesi yasaklanmış kadınlar adına konuştuğunu fark ediyor. Anlattıkları normalde anlatmasına izin verilmeyen şeyler. On yıldır evli olduğu halde dudaklarından hiç öpmediği kocasına ilk kez nasıl sevişmek istediğini anlatıyor olması, kadının bedenini buluş öyküsüne dönüşüyor. Bedeni üzerindeki erkek egemenliği kalkınca, yavaş yavaş kendini bulmaya başlıyor. Kocası ise tüm çıplaklığıyla söylenen bu sözlere hiç tepki vermeden yatıyor döşeğinde. Bir sabır taşı gibi: “Sana her şeyi anlatacağım seng-i sabur’um, her şeyi. Acılarımdan, mutsuzluklarımdan kurtulana dek...”

Bir Tiyatro Sahnesi

“Sabır Taşı” roman biçemi olarak daha önce karşılaşmadığım son derece özgün bir yapıya sahip. Bütün roman boyunca bir tek mekanın kullanılıyor olması, okuru bir tiyatro sahnesini izliyor havasına sokuyor. Ayrıca sahne üzerinde anlatılanlar coğrafyadan ve kişiselleştirmeden arındırılmış olduğu için ne kahramanların ne de yerlerin adları var. Odanın (ya da sahnenin) gerisinden duyulan savaş sesleri adeta sahne arkasından duyulan sesler etkisi yaratıyor. Sesler yaklaştıkça, tehdit artıyor. Okur tüm roman boyunca bir izleyici gibi, edilgen kılınıyor. Sahne üzerinde seyrettiği kadının acısına şahit oluyor. Tiyatro sahnesine bir başka gönderme de, odanın duvarında asılı duran hançer. Anton Çehov’un “oyunun başında duvarda asılı bir tüfek varsa, oyunun sonunda bu tüfek mutlaka patlamalıdır” teorisine uyarak, dikkat çekilen ya da göze batan tüm simgeler tiyatro geleneğine uygun şekilde gerçekleşiyor.

Ayrıca kadın, garip bir yalnızlık içinde. Sanki dünyanın sonu gelmiş, önemli herkes gitmiş ve geride ancak kurtarmaya değer bulunmayanlar bırakılmış gibi. Tek oyuncunun performansı olarak düşünülebilir roman, kadın hem romanın hem de tüm kurgunun merkezinde yer alıyor. Onun hayat hikayesi, onun arzuları ve en çok da onun bastırılmış kadınlığı dile geliyor.

Anlamını Yitiren Bir Savaş

Atiq Rahimi daha önceki eserlerinde ülkesindeki Sovyet istilasını, Afgan mücahitlerin direnişini anlatmıştı, bu romanında anlamını yitirmiş bir kavgaya dönüşmüş olan savaşı anlatıyor. İlk başlarda savaşan mücahitlerle nasıl gurur duyulduğunu, onlardan kahraman olarak söz edildiğini, özgürlük savaşının bitişini heyecanla beklediklerini anlatıyor fakat ardından toplumun, ailelelerin (burada özellikle kocasının babasının) hayalkırıklığını dile getiriyor. “Baban özgürlük için savaştığın için seninle gurur duyuyordu. Bana özgürlükten söz ediyordu. Senden ve kardeşlerinden nefret etmeye özgürlüğün kazanılmasından sonra başladı, sizler artık sadece iktidar uğruna savaşmaya başladığınızda.”

Öyle ki artık kimin kiminle savaştığının da bilinmediği bir dünya anlatıyor Rahimi. Evini basan askerler “Hangi taraftansın?” diye sorduğunda, kadın “sanırım sizin taraftan” diye yanıtlıyor. Savaştan o denli kopuk ki, kimin ne taraf olduğunu bilecek halde değil. Kadın kendi hayat savaşını veriyor, kendini bulma savaşına çocuklarının can güvenliğini sağlamak eklenince, gerisinin önemli kalmıyor. Savaş konusundaki anlamsızlık romanın her satırında kendini hissettiriyor. Kimsenin kahraman olmadığı bir savaş süregidiyor, kahraman olarak ilk savaşa katılan kocasının beyinden vuruluş nedeni de savaşla ilgili değil, silah arkadaşıyla tutuştuğu bir kavgada yaralanıyor. Bir hiç için yaralandığı çok kereler tekrarlanıyor.

Bir romanı yorumlarken iki ana yol izlenir genelde. Birincisi eserdeki kültürel ve kişisel bağlantılar, ikincisi ise evrensel insanlık halleridir. Rahimi’nin romanı bu iki yol arasında kararlı bir dengede oturuyor. Kişisel göndermeler bir çoklukla verilirken, dünyanın neresinden olursa olsun, her insanın temel duyarlılıklarını yansıtan tarafı da sadelikle veriliyor. Kendini anlatan kadın, babasıyla, kocasıyla kayınpederiyle, çocuklarıyla, evini basan asker çocukla, hep farklı ilişkiler kuruyor, bunlar romandaki çokluğu, farklı katmanları yansıtıyor. Öte yandan anlattıklarını içten ve sade bir dille yaptığından, kadını özüyle tanıma fırsatı veriyor okura.

“Sabır Taşı” tüm okurlara tavsiye edeceğim bir roman. Çevirisi de çok başarılı fakat çevirmenin notu olarak verilen birkaç dipnotu gereksiz bulduğumu da ekleyeyim. Kurgu hatalarını çevirmenin dipnotla vermesi alışılmadık bir durumdur, bir bakıma metne müdahale olarak görülebilir. Oysa bu tutarsızlıklar (tespih çekişlerin sayısı, anlatılan yıllardaki tutarsızlık) okur tarafından zaten anlaşılır, bunlardan metnin içinde söz etmek çok yersiz bence. Yine de mutlaka mutlaka (iki kere) okunması gereken bir roman “Sabır Taşı.”

SABIR TAŞI / Atiq Rahimi / Can yayınları

Ece Temelkuran "Muz Sesleri"


BEYRUT’TA SİLAH SESLERİ

Yıllar, yıllar öncesinden bir sahne gelir gözümün önüne: Yasser Arafat ile Yitzhak Rabin, sanırım Oslo’da, tarihi barış görüşmelerini Bill Clinton’un aracılığıyla yapmak üzere gitmişlerdi. Yüzlerce fotoğrafçı ve basın mensubuna yapılan kısa bir açıklama sonrasında sırayla bina girip müzakerelere başlayacaklardı. Bill Clinton geride, iki yaşlı politikacının kapıdan geçmesini bekliyordu, Arafat ise önden geçmesi için Rabin’i davet ediyordu. Rabin de nezaket icabı, önden Arafat’ın geçmesini istediğinden şiddetli bir inatlaşma başlamıştı. İki inatçı adam birbirlerine yol vermekten bir türlü içeriye giremiyorlardı, Clinton ne yapacağını şaşırmış, kendilerini arkadan izleyen basına dönüp gülmüştü sonunda. Çözülmez Ortadoğu siyasetinin bir simgesi gibi, haber bültenlerine takılmıştı bir türlü bitmeyen dakikalar, sanki ikisi de Norveç soğuğunda sonsuza dek diretmeye hazırdı. Sonunda Nobel barış ödülünü paylaştılar, ardından Rabin Oslo Barış Anlaşmasına imza attığı için aşırı sağcı bir vatandaşı tarafından öldürüldü. Hayal edilen barış da hala gelmedi.

Bu olayları yeniden zihnime düşüren, yeni yılın ilk romanı olarak okuduğum Ece Temelkuran’ın “Muz Sesleri” oldu. 1980’lerden bugüne taşıdığı romanda çok sayıda kahraman, çok sayıda hikaye var fakat hepsinin merkezinde, dünyanın başka köşelerinde geçse de, hep Beyrut duruyor. Hiç bitmeyen savaşı kaderi gibi yaşayan insanların hikayelerini anlatıyor Temelkuran. Tek kahraman etrafında gelişen bir öyküsü yok “Muz Sesleri”nin, farklı mekan ve zamanlarda yaşayan üç çift anlatılıyor.

Öykünün kahramanlarından biri, 1982 yılında, Beyrut savaş meydanı olduğunda, zengin bir ailenin yanında çalışan Filipinli bir genç kadın. Hizmetçilik yaptığı binaya düşen bombalarla hayatı altüst olan, dönecek evi kalmayan kadın, Şatila kampına sığınıyor ve savaşın ortasında burada, kısa bir süreliğine, aşk, aile ve ev buluyor kendine. Kısa süreliğine, çünkü savaş alanında kimse uzun vaadeli planlar yapamıyor. Kendi gibi kaybolmuş ruhların birbirini teskin ettiği, yaralarını sardığı kampta doktorluk yapan filistinli ile yaşadığı aşk, her iki genç için huzurlu bir liman oluyor. Fakat savaşın acımasızlığı sürekli kendini hatırlatıyor; Filipina adını verdikleri bebekleri savaş ortasında büyüyecek ortam bulamayacağından anneannesinin yanına, Filipinlere yollanıyor.

Bundan yirmi sene kadar sonra Filipina geçmişini aramaya Beyrut’a dönüyor. Hiç tanımadığı anne ve babasının izini sürmeye, doğduğu şehri tanımaya geliyor; yine annesi gibi, yaşlı bir kadının yanında hizmetçi olarak işe giriyor. Yıl 2006. Yine savaş, yine parçalanmalar ve yine geleceğe duyulan güvensizlik. Filipina’nın çalıştığı apartman binasında yaşayan diğer insanlar da romanın yan karakterlerini oluşturuyor. Her dairede farklı geçmişi olan bazıları Beyrut’lu bazıları da Filipina gibi buraya rastlantı sonucu gelmiş kişiler.

Beyrut’ta, her katında renkli öyküler barındıran bu apartman binası ile paralel anlatılan bir başka öyküde ise, Oxford’da yüksek lisans tezini yazmak üzere sevgilisi ile bulunun Deniz adında bir genç kadını tanıyoruz. Deniz, Oxford’da kendini tamamen yabancı hissediyor, ne sevgilisiyle birlikte katıldığı sosyal akşam yemeklerine ne de akademik çevreye uyum sağlıyor. Hayatında bir dönüm noktasında olduğu, yaşamının devamını nasıl sürdüreceğinin kararını verme arzusunda olduğu anlaşılıyor. Ortadoğu üzerine tez hazırlıyor ama Batı felsefesinin kalesi sayılan bir üniversitede olduğu için, ikilemlere düşüyor. Deniz kendi içindeki doğu batı savaşının da içine düşüyor. Bir yandan batılı imgesinde bir akademisyen görüntüsü diğer yandan batıl inançlarıyla doğulu kadın ve bir türlü bu iki farklı kadının içinde uyum bulamaması onun en temel rahatsızlığı olarak görünüyor. Üniversitedeki tez hocası da bunu fark ediyor: “Siz, akarken çarpacağı taşlardan korkan bir su gibisiniz. Ortadoğu’ya gitmiyorsunuz. İslami hareketler çalışıyorsunuz ama kafanız karışmıyor. Yoksulluk çalışıyorsunuz ama öfkelenmiyorsunuz. Siz niye bu kadar batılıymış gibi yapıyorsunuz? Yabancıymış gibi? (...) Deniz, siz melezsiniz. Doğu ile Batı’nın tam ortasından gelen bir melez. Melezlik, bir imkan gibi görünüyor ama bir engeldir aslında. Biri olmamanın konforu insanı çok çabuk soysuzlaştırır.”

Bu fikirde olan tek kişi tez hocası değildir üstelik. Oxford’a dayanamayacağını anlayıp Paris’e doğru yola çıktığında da yaşlı bir adamla karşılaşır. Yaşlı adam Deniz’in Türk (ya da Deniz’in deyişiyle Türkiyeli) olduğunu anlayınca “tam ortasındasınız yani. Tam ortası! Berbat! İstanbul, küçükhanım, çok üzgünüm söylemek zorundayım, berbat bir yer” der. Doğu ile Batının savaşıdır yaşlı adamın anlatmak istediği, buna göre savaşın tam ortasında da İstanbul durur.

Ece Temelkuran “Muz Sesleri”nde dünyanın hiç sarılmayan yarası olarak haritaların tam ortasında duran Lübnan’ı öykünün merkezine alıyor. Sonunda Beyrut’ta toplanan roman kahramanlarını da özellikle yabancılardan yaratmış. Böylece savaş ortamının kültür ve kimlik yitimini, yabancılaşmayı ama bir o kadar da yalnız ruhların savaş kaosu içinde birbirlerine tutunmalarını, birbirlerine muhtaç olmalarını anlatıyor. Romanda beni rahatsız eden tek şey, kurguya sürekli yeni karakterler sokulmasıydı. Bu yüzden özelllikle ilk bölümde, anlatı bir türlü başlamıyor gibi geldi. Romanın başlarında bir apartmanın dairelerinde oturanları topluca tanıtsaydı sanırım sonra onların her birinin hikayesi kurguyu bu denli bölmezdi.

Bu küçük sorun romanın ikinci bölümünde zaten ortadan kalkıyor ve konu okuru içine alıyor. İlerleyen sayfalarda aslında romanın içiçe geçen öykülerden oluştuğunu, Deniz’in de öykü içinde yer aldığını görmek hoş bir etki yaratıyor. Kendi içinde kendi öyküsünü anlatan ve kendi öyküsünü bulan bir kurgusu var romanın; zekice kurgulanmış. Ayrıca bu tür siyasi meseleler üzerine yazılan romanlarda bazen karşımıza çıkan didaktik anlatı bu romanda hiç yok. Aksine Temelkuran’ın anlattığı siyasi durumlar ve savaşın iç yüzü hep bireylerin hayatındaki etkileri temelinde veriliyor. Lübnan üzerine bir roman yazıp, bu denli kişisel öykülerle hala süren bir savaşı anlatmak çok zor görünse de, Temelkuran bunu çok hoş bir şekilde başarıyor. Yıla iyi başlatan, hoş ve mutlaka okunması gereken bir roman.

Son olarak: romanın neden “Muz Sesleri” adını taşıdığından özellikle söz etmedim, fakat silah seslerinin her sesi bastırdığı Beyrut için daha hoş bir ad düşünülemezdi.

MUZ SESLERİ / Ece Temelkuran / Everest yayınları


(8 Ocak 2010 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Ludwig Wittgenstein "Kesinlik Üstüne"


BU KİMİN ELİ?

Felsefeciler arasında nesilden nesle aktarılan bazı efsaneler vardır. Bunlardan biri 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden G. E. Moore’un bir felsefe seminerinde, çağdaşı filozofları sağduyuya davet etmek için elini havaya kaldırarak “Bu bir eldir” dediği konuşmasıdır. Moore’un bu çıkışı, sağduyudan iyice uzaklaşan, varlıkbilim ve epistemolojiden sadece teknik terminolojiyle söz eden filozoflar için gerçekten de uyarıcı bir etki yaratmıştır. Konuşması boyunca arada sırada elini gösterip “bu hâlâ bir eldir” sözlerini yineleyerek, komik ama bir o kadar da etkin bir hava yaratan Moore, “A Defence of Common Sense” (Bir Sağduyu Savunması) adlı makalesinde, daha sonraları “Sağduyu Felsefesi” adıyla anılacak olan bilgi kuramını ortaya koyar. Moore’un felsefesi genel okur tarafından pek bilinmez ama felsefe öğrencileri için çok önemlidir. Hem çok sayıda düşünürü etkilemiş hem de çağdaşları gözünde çok saygın bir yere sahip olmuştur.

Ludwig Wittgenstein da Moore’un kuramlarına ilgisiz kalmaz. İki düşünür aynı dönemde Cambridge’de hocalık yaparken yakın dostluk kurma şansı da bulmuşlardır. Wittgenstein’ın geçtiğimiz hafta yayımlanan Kesinlik Üstüne, “(b)urada bir el olduğunu biliyorsan, geri kalan her şeyi sana bağışlayacağız” sözleriyle başlar. Yazarın gönderme yaptığı Moore’un ünlü sözleridir. Romanlarda bile ender bulunacak bu muazzam giriş tümcesiyle vakit kaybetmeden konuyu ve durduğu yeri belli eder Wittgenstein. Eserin ana konusu bilgi, şüphe ve kesinliktir. Bu konu elbette sadece Wittgenstein tarafından değil, yüzlerce yıldır tüm felsefe akımları tarafından ele alınmıştır. Konu aslında basit görünür: dış dünyayı bildiğimizi ne kadar netlikle söyleyebiliriz? Ve söylediğimizde, şüpheciliğin ağlarına düşmekten kurtulabilir miyiz?

Kesinlik Üstüne Wittgenstein’ın hayatının son yıllarında yazdığı notlardan oluşur. Ölümü ardından dost ve öğrencilerinin derlediği Kesinlik, genelde Felsefi Soruşturma’lardaki yan temalardan birine açıklık getiren notlar olarak ele alınır. Dağınık bir yapıda olmaları, yazarın bunları yayınlanmak üzere elden geçirmediğinin kanıtıdır, zaten eserlerinin ancak ölümünden sonra basılması dileğini dostlarına çok kereler dile getirmiştir. Dağınık yapıda dedik ama filozofun sadece merkez konu (bilgi ve kesinlik) etrafında yazdığı notlardan oluştuğu için, bu hissedilmez. Ayrıca bazı temalardaki süreklilik ve yineleme, düzensiz yapıyı yine de anlaşılır kılar.

Wittgenstein’ın ontoloji ve epistemoloji konularında en değerli (yaşamının sonunda ulaştığı olgunlukla, en gelişmiş) fikirlerini tartışan bir eseri kısa bir tanıtım yazısında anlatmak mümkün olmaz fakat bu eseri okuduktan yirmi yıl sonra yeniden elime alınca, Wittgenstein’ın felsefe tarihini, çağdaşlarını (dostlarını) ve hepsinden çok da kendisini nasıl sürekli eleştiri altında tuttuğunu görmek inanılmaz geliyor. Kendi felsefesine de en acımasız silahlarla saldırışı çok özgündür. Felsefesini kökten değiştirmekten de hiç çekinmemiştir oysa felsefe tarihi boyunca bunu yapmış düşünür sayısı fazla değildir.

Nereden Biliriz?

G. E. Moore’un kuramına göre insan algılamaları dışında ve insanın algılamalarından bağımsız olarak varlığını sürdüren bir dünya vardır. Wittgenstein’a göre bunu söylemek, felsefe adına bir şey söylemek değildir, buna rağmen Moore’a hayranlığını dile getirir. Ona göre Moore, kaçmak istediği ve gereksiz bulduğu şüpheciliğin kucağına atar kendini çünkü bu tip önermeler dünya hakkında bilgi verir ama “bunu nereden biliyorsun?” sorusuna yanıt vermezler. Felsefe içinse asıl olan bu sorudur. Buna göre, “Bu bir eldir” önermesi dil içinde bir çerçeve oluşturmak ve dünyaya bir anlam yaratmaktan başka bir şey değildir. Ve Wittgenstein’a göre, bu tür önermeler zaten şüphe altında olmamalıdır. Çünkü Moore’a yanıt olarak “burada bir el olup olmadığını bilmiyorum” denmesinin anlamı yoktur; yanıt sadece “daha yakından bak!” olabilir.

Wittgenstein filozoflar arasında, açıklamalarını en iyi örneklendirenlerin başında gelir. Kesinlik de bu açıdan benzersiz örneklerle dolu. Örneğin yukarıdaki açıklamadaki dil işlevini, bir kapı mandalına benzetir. Moore’un önermeleri gibi önermeler, aynen kapı mandalının gördüğü türden işleve sahiptir, kapının açılıp kapanmasına, başka deyişle işlemesine yararlar. Moore’un sağduyu önermeleri de bunlar gibi, dilin anlam kazanmasını sağlar. Fakat bunları epistemolojik anlamda ele aldığımızda, anlamlarını sorguladığımızda, felsefeye fayda sağlamayacak kadar basittirler. Bu noktayı anlamak, Wittgenstein’ın dil felsefesini anlamak için zorunludur.

Wittgenstein Kesinlik’te, dış dünyanın şüphe edilebilir olduğunu savunmak gibi bir niyet taşımaz. Ayrıca şüpheciliği çürütmek ya da Moore’un sağduyu felsefesini desteklemek gibi bir niyeti de yoktur. Tek gösterdiği (hem de çok zeki örneklerle) şüphenin gerekeni yapmadığıdır. Bazı önermelerin doğal hallerinde mantıklı olduğunu söylemekle yetinir, bunlar dil içinde belli bir yere sahip araçlardır Wittgenstein için. Bunlara fazla anlam yüklemek, dilin işleyiş biçimiyle dünyanın işleyiş biçimini değiştirmeye çalışmak kadar anlamsızdır. Dilsel bir kullanımla düşünceler düzene sokulabilir fakat dilsel bir düzenleme ile çorap dolabı daha toplu bir hal almaz; ya da düşünerek ve mantıksal açıklamalar yaparak dünya daha düzgün bir yer olmaz. Aslında Wittgenstein’ın dil felsefesi böylesine basit bir noktadan hareket ederek, dünyayı yeniden anlamlı kılmaya çalışır. “İkinci Wittgenstein” dönemi olarak bilinen düşüncelerinin merkezinde, gerçekliği bir dilsel oyun olarak görmemek yatar.

Kesinlik Üstüne genelde kendi başına yayımlanan bir eserdir. Metis yayınları hoş bir sürprizle kitaba Kültür ve Değer adlı, yazarın başka notlarını da eklemiş. Ayrıca böyle yaparak kitabı daha geniş bir okur kitlesi için ilginç kılmışlar. Kesinlik Üstüne sadece felsefe öğrencilerinin ilgisini çekecek bir yapıt ama Kültür ve Değer aksine genel anlamda felsefeye ilgi duyan, sanat ve kültür üzerine yeni düşüncelere açık herkes tarafından zevkle okunacak bir yapıt. Wittgenstein’ın derin müzik bilgisini görmek de okurun hoşuna gidecektir. Bildiğim kadarıyla her iki eser ilk kez dilimize çevriliyor. Kesinlik’i belki en çok Felsefi Soruşturmalar’ı daha iyi anlamak isteyen bir okur ama Kültür ve Değer’i herkes okumak isteyecektir.

Kesinlik Üstüne / Ludwig Wittgenstein

(Bu yazı 1 Ocak 2010 tarihinde Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)