18 Ekim 2010

"Bedende Kıpırdanmalar"


BEDENDE KIPIRDANMALAR

Üniversitede zorunlu anatomi ve fizyoloji dersi aldığımda, bedenlerimizi ne denli tanımadan büyüdüğümüzü görmek beni dehşetli şaşırtmıştı. Karaciğerimin ne yerini ne de fonksiyonlarını biliyordum oysa yirmi yaşındaydım. İlerleyen yıllar içinde, beden işlevlerinin en çok ruhsal ya da fiziksel sorunlar karşısında merak edildiğini gördüm. Genç ve sağlıklı biri için beden salt haz aracı olurken, bir başkası için beden acı, eksiklik, hatta fazlalıklar gibi farklı anlamlar taşıyordu.

Beden üzerine düşünmeye neredeyse her zaman René Descartes ile başlanır. Descartes insanı ikiye bölüp, beden ve ruh ikilisinin ortak çalışması olarak tanımladığından beri, bedene içinde ruh barındıran bir kabuk gözüyle bakıldı. Sanki bir hayaletin giysisiydi beden. Bu kurama göre, bedene sahip olmadan önce ve sonra “ben,” değişmez biçimde varlığa sahiptir. Dolayısıyla eskiyen, değişen, yaşlanan, sakatlanan, hastalanan ve nihayetinde ölen bedenin içinde ancak sınırlı bir zaman geçirir ölümsüz ruh. Bu inancın insanı bedenine kolayca yabancılaştıracağını görmek zor olmasa gerek. Hele hele Hıristiyanlığın “beden ruhun hapishanesidir” saplantısı altında beden, günah kaynağı ve günah aracı olarak ruhu kirleten unsurdur inananların hayatında. Bedene yüklenen bunca olumsuz birikimler sonucunda bugün bedeni artık sadece ontoloji konusu olarak değil, siyasi varlığıyla da tartışmak zorunlu olmuştur.

Geçtiğimiz günlerde bu konuda önemli Türkçe kitaplardan biri yayımlandı: “Bedende Kıpırdanmalar.” Kitabın adında yer alan “kıpırdanmalar” tam da günümüzde bu konudaki düşünsel kıpırdanmaları akla getiriyor. Farklı disiplinlerden yirmi küsür yazarın makalelerinden yapılan derlemelerin editörlüğünü Gülnur Elçik ve Tuğba B. Özenç gerçekleştirmiş. Derlenen yazılar çok geniş bir yelpazeyi yansıtıyorlar. Bedenin toplumsal, siyasi, cinsel, psikolojik, deneysel, tarihsel vb. anlamları üzerinde duran ve çok çeşitli temalar altında bedeni inceleyen yazılar mevcut kitapta. Bu derlemeyi zevkli kılan unsurların başında bu çeşitlilik geliyor. Altı ana bölümden oluşan kitapta, benzer temadaki makaleler belli başlıklar altında toplanmış. Bu yazıda her bir makaleden söz etmek elbette mümkün olmayacak ama en azından her bölümün ele aldığı ortak temaya değinmek gerekir.

BEDENİN SINIRLARI

Kitap, tam da uygun bir şekilde, Cem Kaptanoğlu’nun “Ruhunu Arayan Beden” yazısıyla başlıyor. Bedenin nasıl algılandığı, bir bebeğin bedensel varlığının farkına varması gibi konuları aydınlatıyor Kaptanoğlu. Descartes’tan beri beden ve ruh olarak algılanan insana bugün bilimin nasıl baktığı konusunda okurun önünde adeta bir pencere açıyor. Kitapta benim en beğendiğim makalelerden biri bu oldu. Ayrıca yazarın gönderme yaptığı çağımız düşünürlerini kitabın ilk makalesinde tanımak da felsefe ve psikanaliz yabancısı okura iyi gelecektir, ilerleyen sayfalardaki makaleler de benzer referanslar üzerine kurulu olduğu için bu çok aydınlatıcı bir başlangıç olmuş bence.

İlk bölümdeki bilimsel havadan çok içten ve kişisel bir tonda çıkılıyor kitapta çünkü ikinci bölümde “Heteroseksüel bedene muhalif beden” başlığı altında derlenmiş iki yazı, transseksüel yazarların beden algılayışı üzerine kurulu. Bedene yabancılaşma üçüncü bölümde de benzer kişisel tonlamayla devam ediyor. Bu bölümde kapitalist toplumda yaşlanan, kilo alan, deforme olan bedenlerin nasıl tüketim aracı olarak görüldüğü üzerinde duruluyor. Ataerkil-kapitalist toplumlarda bedenini dert eden kadının sorunları öne çıkıyor bu yazılarda: tek tip güzellik reçetesine uydurulmaya çalışılan kadının saplantıları anoreksiya, obezite ve daha pek çok rahatsızlığın nedeni olabiliyor. Kitapta bu konular, yine transseksüalite gibi kişisel deneyimler etrafında kurgulanmış yazılardan oluşuyor. Kadın ve erkeğin bedenlerine karşı tüketici tutumlarındaki farklılık da dikkat çekiyor. Gerçekten de bu bölümleri okurken kadın bedeni üzerinden yapılan pazarlamanın toplumsal etkileri üzerinde düşünmeye itiyor okuru.

“BEDENİNİ SEV”

Son yıllarda bazı deyimleri daha sık duyar olduk: “bedeninle barışmak” “kendini affetmek” gibi bir terminolojiler üzerinden popülerleştirilmiş “kendini sevmek” ilkeleri moda edildi. Kısaca, kendini sevmek ve nazlamak isteyen insanların üzerinden önemli bir sektör yaratıldı. Binbir çeşit masaj, cilt bakımı, zayıflatıcı kremler ve aletler, insanlara yeni bir beden imgesi dayattılar. Bu arada her yıl yayımlanan yüzlerce kitap, bedeni sağlıklı ve bakımlı kılmayı öğretmek amacıyla hayatın her alanını kuşatacak kadar yaygınlaştı. Bu yayınlar bir yandan çoğalırken diğer yandan belli bir güvensizlik yaratmaya da başladı kuşkusuz. “Bedende Kıpırdanmalar” sırf bu açıdan bile olsa çok önemli bir karşı duruş oluşturuyor bu yayınlara.

Kitapta belki eksikliği hissedilecek konuların başında fuhuş ve pornografi gelebilir. Aslında internet pornografisi konusundaki makale ilginç bir araştırma fakat yine de beden üzerindeki şiddet, sadomazoşizm ve fuhuş konularına girilmesini diler buldum kendimi. Örneğin bir kazanç kaynağı olarak bedenin değeri hakkında bir yazı okumayı bekledim bu kitapta. Bir başka işlenebilecek konu, şiddet sporları ya da genel olarak sporda bedenin rolüydü. İnsanın gün geçtikçe artan bir hırsla rekor kırmaya yönelmesi, bedeni tamamen bir araç olarak görmenin getirdiği bakış ve bunlara paralel olarak bedenin her yeni nesilde gelişmesi, konu edilebilirdi.

Son olarak, bu türden derleme kitaplarda makaleler farklı yazarlar tarafından kaleme alındığı için, metinler arasında kaçınılmaz olarak nitelik farklılığı ortaya çıkabilir. Metinlerde aynı titizliği bulmak kolay değildir, yine de bütüncül anlamda belli bir dengeyi tutturmak gerekir. “Bedende Kıpırdanmalar” çok farklı türlerde metinlerden oluşmasına rağmen, bu dengeyi bulmuş bir derleme. Bu kitabın en önemli özelliklerinden biri metinlerin çeviri olmaması ve okura tanıdık gelecek örneklerden oluşması. Genelde bu türden derlemeleri çeviri okumaya alışık okura, bu yüzden, yakın ve hoş gelecektir. “Bedende Kıpırdanmalar” günümüzün önemli konularını tam zamanında dile getiren, okuru düşünmeye yönelten çok değerli bir çalışma.

BEDENDE KIPIRDANMALAR / Derleyenler: Gülnur Elçik + Tuğba B. Özenç / Varlık yayınları / 359 sayfa.

(Bu eleştiri yazısı 10 ekim 2010 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)


1900’lerde NEW YORK SOSYETESİ

Her ülkenin edebiyat tarihinde, bir dönem, “görgü romanları”na rastlarız. Görgü romanı ya da diğer bilinen adıyla “adab-ı muaşeret romanları”, ülkemizde ulus devletin ilk kurulduğu yıllarda yazılmıştır. İngiliz edebiyatında “Novel of Manners” adıyla bilinen tür, 19. yüzyıl boyunca romantik akımın etkisinde gelişir. Genelde konusu, kişinin (özellikle genç bir kadının) topluma ayak uydurma çabaları ve bu süreç içinde kendine uygun bir eş bulmasından ibarettir. Jane Austen ve Sir Walter Scott, bu uzun soluklu geleneğin kilometre taşları sayılırlar.

Okyanusun diğer ucunda, katı aristorat sınıfı olmadığı için görgü romanlarının daha zor konu bulacağı düşünülürken, George Eliot ve Henry James gibi yazarlar, kadının toplumsal konumunu ve evliliğin işlevini inceleyen romanlar yazarak türe yeni bir soluk getirdiler. Her iki yazarı yakından tanıyan, bir dönem New York sosyetesine ait varlıklı bir ailenin kızı olan Edith Wharton da, bu türün en sevilen örneklerini yazdı.

“Keyif Evi,” Edith Wharton’un dördüncü ama ilk önemli romanıdır. Nispeten genç yaşta yazdığı romanda Amerikan edebiyatının önemli kadın kahramanlarından birini yaratır: Lily Bart. Lily, New York’un en güzel ve hoş kadınlarından biridir. 1900’lerin başında New York sosyetesinin gözde kadınlarındandır. Varlıklı ailesiyle davetlere gitmiş, pek çok yolculuk yapmış, birkaç dil konuşan ve hepsinden önemlisi bekar bir genç kızdır. Hayatı, sosyete çevrelerinin tam olması gerektiği gibi diyeceği türden bir şekilde gelişir. Onsekiz yaşında cemiyete takdim edilir ve hemen ardından evlenmek isteyen Avrupalı aristokratlar ve yeni zengin New York sosyetesi etrafını sarar. Fakat Lily’nin hayatı bundan sonra hızla değişir, önce babasını kaybeder, sonra aile servetini, en son da ona koca bulmayı görev edinmiş annesini. Yirmili yaşlarında, cılız bir gelir ve kasvetli evinde ona bir oda sunan halasından başka birşey kalmamıştır elinde. Buna rağmen Lily güzel giyinmeye, pahalı zevklerini tatmin etmeye ve kumar partilerine gitmeye devam eder. Bunları yapmazsa kendisine varlıklı bir eş bulamayacağını düşünür. Lily’nin her hareketi dedikodu dergilerinde yer alır, her davranışı çevrede etki yapar. Gözden uzak olursa şansını yitireceğini bilir. Tek gereksinim duyduğu şey, pahalı zevklerinin faturasını ödeyecek bir kocadır.

“Keyif Evi” simgesel bir ilk bölümle başlar. Tren istasyonunda bir önceki treni kaçıran Lily, onu eğlendirecek, çay ısmarlayacak birini bulunca sevinir. Bulduğu kişi Selden’dir. Yakışıklı, genç ve bekar olmasına rağmen yeterince varlıklı olmadığı için evlenmek üzere kur yapılacak erkekler listesinde değildir. Yıllardır tanıyıp hoşlandığı biridir Selden, ayrıca içten sohbet edebileceği ender insanlardan biridir. Lily’nin karşılaştığı ikinci erkek, sonradan görme, sosyete girmeye çalışan, borsada büyük servet kazanmış, görgüsüz bir işadamıdır. Lily’nin nereden geldiğini, kiminle birlikte olduğunu merak eder. Karşılaştığı üçüncü erkek, utangaç, evlenmeye hazır, aşırı varlıklı bir ailenin oğludur. Tren yolculuğu boyunca genç adamın ilgisini üzerine çeker ve onu baştan çıkarmak için tüm kadınsı oyunlarını gösterir.

Lily, bir Jane Austen romanının kahramanı olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan. Austen kahramanları aşk için evlenen, toplumsal baskılara karşı duran, kendini ezdirmeyen kadınlardır. Lily ise bunların tam tersi. Austen romanlarındaki kötü imajlı kadınlara daha yakın bir karakter. Para için evlenmek istiyor ve bunu saklamaya çalışmıyor. Parayı ne kadar sevdiğini, ne kadar lükse düşkün olduğunu sıkça dile getiriyor. Tüm bunlara rağmen Edith Wharton, Lily karakterini inandırıcı ve sevimli kılmayı başarıyor. Yerleri silen bir hizmetkarı kovayı çekmedi diye azarlarken bile sevimsiz görünmüyor Lily. Wharton’un gerçekçi kalemi onu sınıfının bir örneği olarak sunuyor. Toplumsal gerçekliğe, maddi zorluklar karşısında bir kadının engellenemez düşüşüne, üst sınıfların yapaylığına, parasal ilişkilerin diğer tüm ilişkilere baskın olmasına, ve daha birçok yeni şekillenen Amerikan toplumunun hastalıklarını çok yerinde dile getiriyor.

HAYAT BİR KUMARDIR

“Keyif Evi” başlığını “Bilge kişinin aklı yas evindedir; akılsızın aklı ise keyif evinde” (İncil, Vaiz, 7:4) sözlerinden alıyor. Wharton bu başlığı vererek, Lily’nin aklını doğru zamanda doğru kararları almak için kullanmadığını, bazı basit keyifler yüzünden önemli fırsatları kaçırdığına vurgu yapıyor. Roman boyunca yazarın kullandığı simgelerden biri olarak kumar, Lily’nin hayatını anlamak için de önem kazanıyor. Lily büyük hatalar yapan biri değil. Toplumsal yerini tehlikeye atmamaya özen gösteriyor fakat ufak hataları, önemsiz kumar borçları gibi büyüyerek tehdit oluşturuyor.

Lily’nin düşüşü çok inandırıcı bir tonda gerçekleşiyor. İlk başta varlıklı erkeklerin evlenme teklifleri gelirken, yaşı ilerledikçe ve kayıpları fazlalaştıkça, erkekler başka tekliflerde bulunmaya başlıyorlar. Belli ki daha önce Lily gibi göz alıcı bir kadına teklif etmeye cesaret edemeyecekleri önerilerdi bunlar. Evlenme teklif eden erkekler, Lily sayesinde sosyetede sağlam bir edineceklerini hesaba katıyorlar. Düşüşe geçtiği andan itibaren, böyle bir statüsü kalmıyor, dolayısıyla güzelliği de artık önemini yitirmeye başlıyor. Bu durumda evlilik Lily için ne kadar güvence ise, erkek için de farklı değil. Sosyal statüsünü kaybettiğinde onu arzulayan erkekler metres olmasını açıkça teklif ediyorlar ama Lily daha önceki evlenme tekliflerini şimdi kabul etmeye hazır olduğunu söylediğinde, teklifin artık geçersiz olduğu kabaca söyleniyor kendine.

Sosyetenin kurallarını anlamak, insan ilişkilerindeki dengelerin hesaplarını yapmak bu çağda bize zor gelebilir. Wharton çağını başarıyla anlatıyor. Varlıklı bir ailenin kızı olarak yakından tanıma şansı bulduğu üst sınıfın zayıflıklarını ve yüzeyselliğini esprili ve kıvrak bir dille aktarıyor. Yazarın bir diğer romanı “Masumiyet Çağı” benzer bir konuyu ele alıyordu: toplumsal baskılara uymayan kişisel arzular. Burada bir parantez açıp, Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”nde Wharton’a gönderme yaptığını düşünmek yanlış olmaz gibi geliyor.

Görgü romanları, kişisel arzularla toplumsal doğruların çatışmasını ele almakla kalmıyor, özellikle Wharton’un romanlarında, yemek menüleri, giysiler, davranışlar, davetler, dönemin tüm detaylarıyla renk kazanıyor. Wharton romanlarında bu detaylara özellikle dikkat çeker, bunun nedeni, yazarın aynı zamanda bahçe tasarımcısı ve çok başarılı bir dekoratör olmasıdır kuşkusuz. Roman ve yüzlerce öyküsü dışında dekorasyon konularında yazdığı kitaplar bu türün öncülerinden olmuştur. Ayrıca Wharton, Fransa’da onarımını yaptığı malikanenin güzelliğiyle ve verdiği davetlerle (aynı roman kahramanları gibi) bir dönemin gözde ev sahiplerinden biri olmuştu. Son yıllarına doğru artık çevresinde sosyeteyi değil, dönemin ünlü entelektüellerini topluyordu. “Keyif Evi” Amerikan klasikleri arasına girmiş, yıllar içinde türün önemli yapıtlarından biri haline gelmiştir.

KEYİF EVİ / Edith Wharton / Çeviri: İlknur Özdemir / Kırmızı Kedi Yayınları / 2010

(Bu makale Radikal Gazetesinin Kitap ekinde Ekim 2010'da yayımlanmıştır.)

DOĞAN AKHANLI


BİTMEYEN 12 EYLÜL

12 Eylül darbecilerinin yargılanma sürecinin zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı ile birlikte bir çok konunun şiddetli tartışmalara neden olduğu referandum günlerinde, Almanya’dan hasta babasını görmeye gelen yazar Doğan Akhanlı’nın tutuklandığı haberini okuduk. Bu ironik durum sanki bir kurguymuşcasına şaşırttı okuyanları. Romanlarından tanıdığım ve değerli yazarlar kategorimde üst sıralarda yer alan Akhanlı, 12 Eylül’de açılan davalar nedeniyle yirmi yıl kadar önce, Almanya’ya sığınmış ve ardından vatandaşlıktan çıkartılmış, bir insan hakları savunucusu aynı zamanda.

53 yaşındaki Akhanlı, Artvin Şavşat doğumlu. 1980 askeri darbesinden sonra siyasi nedenlerle tutuklandı ve Metris Askeri Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra Almanya’ya yerleşti. 2000 yılında verdiği bir röportajda, “14 Mayıs 1998’de vatandaşlıktan çıkarıldığım haberini aldım. Vatandaş olmadığıma göre ‘vatan haini’ statümü de kaybetmiş olmalıydım. Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyümün ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi son derece can sıkıcıydı. Bu Türk devletinin kendi kusuru ve kendi ayıbıdır” demişti.

BABASIZ GÜNLER

Edebiyat çevreleri adını ilk kez Kayıp Denizler adlı bir roman üçlemesiyle duydu fakat asıl ilgiyi Madonna’nın Son Hayali romanıyla kazandı. Yayımlanan son romanının Babasız Günler adını taşıması ise bir başka kurgusal ironiydi sanki, çünkü tutuklandığı haberi “ölüm döşeğindeki hasta babasını görmek” için geldiği sözleriyle devam ediyordu. Babasız Günler yayımlandığı yıl Almanya Türk Öğretmen Dernekleri federasyonu ve Hürriyet Gazetesi’nin birlikte düzenledikleri Avrupa Türkleri edebiyat yarışmasında roman dalında birincilik ödülü kazandı. Geçen yılın ses getiren romanlarından biriydi.

Doğan Akhanlı, üst kurguyu ustalıkla kullanan yazarlardan biridir. Kitabın yazılış öyküsünü kurguya başarıyla dahil eder. Akhanlı’nın sıklıkla ele aldığı temaların başında ise sürgün ve göçmen yaşamlar gelir. Avrupa’nın bir taraflarına dağılmış, doğduğu köy ve çocukluğu belleğinde yer etmiş insan portreleri sunar. Fakat bir başka ana teması geçmişle hesaplaşmalardır. Bir ayağı geçmişte, diğeri bugünde, geçmiş yılların acılarını hatırlayan kahramanlar yaratır. Genelde bu iki eksen etrafında döner roman konuları, geçmişi araştıran, anlamaya çalışan bugün insanı, kendi acılarının kaynağında yine geçmişi bulur.

Babasız Günler, köyünden çıkıp Batı’nın büyük üniversitelerinde eğitim görmüş bir matematik profesörü ile 12 Eylül darbesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan devrimci müzisyen oğlunun ilişkisi üzerine kurulu. Baba oğul, hayatın hırpalayıcı şiddetini ilişkilerine yansıtırlar doğal olarak. Kızgınlıklar en yakında olana en çok gösterilir, bu yüzden zedenlenmiş bir baba oğul ilişkisidir yaşadıkları. Buna rağmen ülkesinden uzakta sürgün hayatı süren oğlunun vatanından sonra en çok hasretini çektiği şey babasıdır. Akhanlı, kahramanın özlemini adeta kendi özlemiymiş gibi duygu dolu satırlarla dile getirir: “Önce Bedreddin şiirindeki gibi Hikmet’in, yağmur çişeleyecekti hafiften. Sonra çatı damlarında, çınar yapraklarında, kuş kanatlarında gezinen dudaklarında ‘sen gülünce, güller güler’ mısrası bir gonca gibi açacak, yıllar önce babasının ona ikiz sayıları anlattığı meydanda, her şey sessizliğe gömülecekti. Çiçek satan kadının gülüşleri sözgelimi, bitirim şoförün dudak kıvrımları, otobüse yetişmek için koşan genç kızın titrek memeleri, rüyasında o titreyişle içi boşalacak delikanlının göz bebekleri, el bombasının pimine asılmaya hazırlanan daha on altısına adım atmamış çocuğun, onu vurmaya hazırlanan kot pantolonlu sivil polisin işaret parmağı, yeni bir roman kurgusuyla Galata’ya doğru yürüyen yazarın rüyaları, şıpsevdi şairin imgeleri de o sessizlik içinde donuverecekti. Yüzlere ve ruhlara yayılan mutluluğu da peşinden sürükleyen Mehmet Nazım’ın melodisi, boğazın asırdan beri o şarkının bestelenmesini bekleyen Andres Segovia, hasta yatağında doğrulup, hemşireye ‘Lütfen,’ diyecekti, ‘gitarımı verir misin, Taksim’de çalan delikanlıya eşlik etmek istiyorum.”

Romanın bu bölümlerini okurken yazarın “gurbet” “hasret” sözcüklerine yeni anlamlar yüklediğini, romanlarında kahramanlara kendinden parçalar yüklediğinde daha anlaşılır olur. Madonna’nın Son Hayali ve Babasız Günler barındırdıkları üst kurgu tekniğinde hem bazı klasik eserlere (örneğin James Joyce’un “Ulysses” ya da Sabattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”) göndermelerle doludur hem de yazarın kendi yazım sürecinden ipuçları taşırlar. Babasız Günler’de Akhanlı bir roman kahramanı gibi yaratır kendini romanın içinde. Bu sayede göndermeleri de kendi hayat hikayesi gibi roman içinde yeni anlamlar bulur. Bir kaç yıl önce yaptığı bir söyleşide yurtsuz kalmasını şöyle dile getiriyor yazar: “Almanya’ya geldiğimde içimdeki “kırılmışlık” duygusu çok güçlüydü. “Yurt” edinmeye çalıştığım Almanya’da ayakta kalabilmek, yeniden hayata başlayabilmek için Almanca öğrenmeye çalışırken, oldukça uzun süren “fikirsizlik” girbanda çırpınıp durdum. “Gurbet” çok başımı ağırtan bir kavramdır. Eskiden, Türkiye’den uzak düştüğüm için “gurbette” olduğumu sanardım. Şimdi ise “gurbeti” belki ömür boyu içimde taşıyacağım korkusu içindeyim. Kişisel ya da siyasal şiddete, örneğin işkenceye maruz kalmış insanların, şu ya da bu biçimde “gurbette” yaşadıklarına inanıyorum. Yani “gurbet” şiddetin çok can yaktığı Türkiye toplumunda, fevri değil, görmezlikten gelinen siyasal, toplumsal ve sosyal bir olgudur. “Gurbet”in karşıtı olan “yurt” ya da “yuva” ise benim için “anne” kavramıyla ilintilidir ve doğup büyüdüğüm, kaf dağının güney eteklerinde, iki vadinin, dağlar ve tepeler arasına sıkışmış, çam ve meşe ormanları arasında kaybolmuş olan Ciritdüzü Köyüdür.”

Doğan Akhanlı, romanlarında özlem duyduğu köyünü ve çocukluğunu çok canlı imgelerle anlatır. Madonna’nın Son Hayali romanında da akşamları evde birlikte kitap okuma alışkanlığı olan kalabalık bir aileyi anlatır. Akhanlı’nın romanlarında, kitaplar hayatı değiştirecek güce sahiplerdir. Bir öykünün ya da bir kitabın peşine takılıp bir hayatın sürüklenmesi, en olağan durum gibi anlatılır. Bir kitabı anlamaya, bir roman kahramanının izini sürmeye feda edilen yaşamlar sıklıkla karşımıza çıkar yazarın anlatısında. Belki romanlarında kendini kurgulaştırdığı için, belki de kurgusundan bir bölüm okuyor gibi olduğumuz için, yazarın şu anda yaşadıklarını da kurgusal boyutuyla düşünmeden edemiyor insan.

Doğan Akhanlı’nın bu vesileyle romanlarına yeniden göz atmak çok duygulandırdı beni. Yıllar sonra acıların izlerinin silinememesi gibi, yıllar sonra darbeler de, yıktıkları hayatların yakasını bırakmayan hortlaklar gibi göründü gözüme. Akhanlı, toplumsal olarak yaşadığımız yıkımların çoğunu romanlarına taşımış bir yazar; ayrıca tarihsel hataların, toplumsal yaraların bugün üzerine nasıl etki yaptığını çok iyi bilen biri.

(Bu yazı Radikal gazetesinin 10 eylül 2010 tarihli Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Alphonse Daudet "Sapho"


ÇAĞLAR BOYUNCA ACIKLI METRES ÖYKÜLERİ

Edebiyat tarihinin yinelenen bazı konuları vardır. Çağlar içinde, farklı biçimlerde ve yeni karakterle karşımıza çıkarlar; inançlar, ahlak, görgü değişse de, bazı ana temaların değişmediğini gösterir bize. Yüzlerce yıllık edebiyat tarihinde, yüzlerce kez anlatılan hikayelerden biri de, sokak kadını ile erkeğin aşkıdır. Sokak kadını her zaman sokak kadını olmaz, bazen saygıdeğer bir geişa, bazen Paris’li seçkin kurtizan, bazen de ahlaklı, temiz ama kötü ellere düşmüş bir kadındır; lakin her ne olursa olsun, yazgısı çok ender değişir.

Bu konuda yazılmış ilklerden biri Antoine François Prévost’un Manon Lescaut romanı sayılır. 1731 yılında yayınlanan roman, çok tartışma yaratmış, ardından da yasaklanmıştı. Bir sonraki yüzyılda, aynı konuyu Alexandre Dumas oğul, Kamelyalı Kadın’da ele almıştı. Dumas ünlü eserinde Prévost’un romanına göndermeler yapıyor, kahramanın elinden düşürmeden okuduğu roman olarak adlandırıyordu. Böylece, bir önceki yüzyılın kadın kahramanını yeniden canlandırıyordu. Bir başka zincir halkasını Kamelyalı Kadın’dan otuz altı yıl sonra Alphonse Daudet eklemişti. Daudet Sapho adlı romanında hem Manon Lescaut’ya, hem Kamelyalı Kadın’a, hem de onsekiz yaşında yazdığı şiirlerinin derlendiği “Les Amoureuses” (Aşık Kadınlar, 1858) eserlerine göndermeler yapar. Farklı çağlarda aynı yazgıyı yaşayan kadın kahramanlar dizilmiş gibilerdir önümüzde. Tema sonraki çağlarda da anlatıldı, artık Daudet’nin Sapho’suna da göndermeler eklenmişti. Colette Chéri romanında (geçtiğimiz haftalarda Michelle Pfeiffer’ın yorumuyla bir kez daha ekrana taşındı) Alphonse Daudet’nin romanından açıkça etkilendiğini belli ediyordu.

HAYATTAN ROMANA

Alphonse Daudet’nin hareketli bir aşk hayatı olmuştu. Sapho’da anlattığı karmaşık aşk ilişkilerini çok genç yaşta tatmıştı. Ağabeyinin yanına Paris’e geldiğinde daha on yedi yaşına yeni basmıştı, fakat yazar olma kararını almıştı bile. İlk başta gazetecilik, ardından bir bürokratın özel sekreterliği derken, şiir, roman ve piyes yazarak geçinmeye ve ün kazanmaya başladı. İlk büyük aşkını yine Paris’e ilk geldiği yıllarda yaşadı. Kadın, Paris’in ünlü modellerinden Marie Rieu idi. Dönemin tüm sanatçılarına poz vermiş, bir çoğuyla aşk yaşamış, güzelliği tablolarda kanıt olarak kalmış bir kadındı Marie. Alphonse ise bu yaşlarda çok deneyimsiz, toy bir delikanlıydı. Hırpalayıcı, iniş çıkışları bol, kavgalı bir birliktelikleri oldu. Yıllar sonra, yazar olarak ünlenmiş, 44 yaşında, Paris’in sanat ve edebiyat çevrelerinin önemli bir ismi olduğunda, belki geçmişe dönüp, gençlik aşkını hatırlamak istedi; yaşadığı bir dolu aşkı ve en başta da Marie ile yaşadıklarını düşünerek Sapho’yu yazdı.

Roman, bir kıyafet balosuyla başlar. Paris’in ünlü eğlence gecelerinden biridir. Daudet’nin bu roman girişi, kimsenin göründüğü kişi olmadığı Paris sosyetesi için simgeseldir. Herkesin birbirini tanıdığı, geçmişini bildiği gecede, kimseyi tanımayan, yakışıklı Jean adında bir öğrenci, kadınların dikkatini çeker. Yanına yaklaşan kadınlardan biri Fanny’dir. Fanny, diğer bilinen adıyla Sapho, genç kızlığından beri Paris’in sanatçı çevrelerinde ünlü erkeklerin metresi olmuş, şimdi otuzlu yaşlarında ama hala güzel sayılacak bir kadındır. Hiç çekinmeden genç erkeğe ilgisini belli eder. Jean ise başka kadınları daha genç ve güzel bulur. Fanny’den sanki korkar, çünkü alışık olduğu kadın tipi değildir bu Mısırlı Fellah kılığına girmiş kadın. Buna rağmen Fanny onu elinden tutup balodan birlikte ayrılmalarını, geceyi birlikte geçirmelerini istediğinde karşı durmaz. “... kadın kendisini dışarıya sürüklüyordu, o da hiç duralamadan kadının arkasından gitti. Neden mi? Kadının çekiciliğinden değil; pek bakmamıştı ona, kendisini çağıran öbür kadından daha çok hoşlanıyordu. Kendi isteminden daha üstün bir isteme, bir arzunun şiddetli sertliğine boyun eğiyordu, o kadar” diye anlatır Daudet genç adamın ikilemini.

Jean ne ilk başta, ne de daha sonra Fanny’nin güzelliğine ya da zarafetine vurulmaz; ilişkilerini sürdüren şey, Fanny’nin hiç sakınmadan kendini vermesidir. Hep arayan Fanny’dir, Jean’ın ilgisini diri tutmak için hiç durmadan çabalar. Jean ayrılmak istediğinde, ağlar, hırçınlaşır, sonunda yalvarır, her seferinde onu kaybetmeden elinde tutmayı başarır. Oysa tanıştıklarında Fanny otuzyedi, Jean yirmi bir yaşındadır. Fanny’nin, kendi deyişiyle, son, Jean’ın ise ilk ilişkisidir. Fanny için Jean “güzel olan, senin gibi basit ve doğru olmak, yirmi yaşında bulunmak ve iyi sevişmek...” sözleriyle özetlenecek biridir.

Dengesizlik sadece yaşlarında değildir. Jean taşranın tanınmış ve varlıklı bir ailesinin oğludur. Okulu bitirdiğinde dışişleri bakanlığında çalışmaya başlayacak ve aile geleneğinde olduğu gibi diplomatlık yapacaktır. Fanny tipinde kadınlarla daha önce hiç karşılaşmamıştır, ailesindeki kadınlara hiç benzemez Fanny. Jean da Fanny’nin diğer sevgililerine benzemez. Diğerleri, ünlü ya / ya da paralı erkeklerdir; modellik yaptığı ünlü ressam ve heykeltraşlardan çok farklıdır. Yine de bu farklılıklarına rağmen, bohem bir yaşam biçimi içinde aşklarını yaşarlar. İlk başlarda çevreleri de yoktur, bir tarafta Fanny’nin eski sevgilileri diğer tarafta Jean’ın ailesi, uzlaşamayacak kadar uzaklardır birbirlerine. Zamanla kendilerine benzeyen dostlar edinirler. Eski bir sokak kadını ile evlenmiş komşuları ya da ünlü bir yazarın metresi, görüşmeye başladıkları insanlardan bazılarıdır.

Metres aşkının anlatıldığı romanlarda genelde metresler iki gruba ayrılır. Birinci grupta erkekten en az on yaş genç, erkeğe ilham ve gençlik aşılayan genç kadınlardır. İkinci türde ise, Fransızca öğretmen anlamına gelen “maitresse” sözcüğü anlam bulur. Bu metresler genç erkekten yaşça büyük, bir hayli deneyimlidir. Büyük kente gelmiş yalnız genç erkek, özlem duyduğu anne şefkatini bulur kadında; sadece sevişmeyi değil, kadınlara nasıl davranılacağını da öğrenir. Bu alışverişte kadın da güzelliğinin son kırıntılarını ziyan etmemiş, sevgili bulmuş olur. Sapho, her iki türde ilişkilerin bolca anlatıldığı bir roman. Fanny ile Jean ikinci türe dahiller ama romanda her çeşit metres ilişkileri yer alıyor.

İZLENİMCİ SAHNELER

Fanny ile Jean’ın ilişkisi, adından söz ettiğimiz diğer romanlardakine benzer bir ilişkidir. Sapho’da bu açıdan özgün bir karakter incelemesi, kurgu örgüsü aramak boşuna olacaktır. Buna rağmen Daudet bu romanında, Değirmenimden Mektuplar’dan çok farklı ve çok daha kişisel bir anlatı tarzı yakalamıştır. Renoir ve Manet’le yakın dostluk kurmuş olması, ayrıca ilk izlenimci sergiler dönemindeki tartışmalara katılmış olması, bakışındaki inceliğin nedeni olarak görülebilir. Daudet gerçekten de Sapho’da, sayfa üzerinde adeta izlenimci tablolar yaratır: “Ekimin son günlerinde bir sabah trene biniyordu, gözlerine dikilen bir genç kız bakışı, birden korudaki karşılaşmayı, anısı aylar boyunca yakasını bırakmamış olan o ışıl ışıl çocuk kadın güzelliğini getirdi aklına. Dallar altında güneşin öylesine hoş bir biçimde beneklediği giysiyi giymişti yine... “ Gerçekten de bu sahne sanki Renoir’ın tablolarından biridir; ışığın yapraklar arasından süzülerek kişiler üzerine vurması, hoş bir gizem yaratır. Romandaki deniz ve kırsal yaşam betimlemeleri, izlenimci tabloların göz alıcı renkleriyle birlikte, gizemli hatıraları da canlandırırlar.

Alphonse Daudet’nin Sapho’su, karmaşık bir aşk öyküsü okumak isteyenlerin ilgisini çekecek bir roman ama bundan başka, Tahsin Yücel’in usta çevirisi sayesinde, izlenimci roman hakkında da bilgi sahibi olacaklar. Zevkle okunan, Daudet’in heyecanlı yaşamını satırlara yansıtan, hoş bir kitap.


SAPHO /Alphonse Daudet / Çeviri: Tahsin Yücel / İş Kültür yayınları