19 Ağustos 2010

Lev Tolstoy "Savaş ve Barış"


HARP ve SULH

Çocukluk evimin kitaplığında eski bir cilt Harp ve Sulh dururdu, sanırım 300-400 sayfa kalınlığında bir kitaptı. Romanı okuduğumda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama kitabı özgün ikibin sayfalık haliyle görmüş olsam mutlaka başlamaya korkardım. Şimdi yıllar sonra, yeni ve eksiksiz baskısıyla Savaş ve Barış’ı sanki ilk kez okuyorum. İlk karşılaşma, ilk heyecan sararak okumanın ayrı bir tadı olduğunu da görüyorum.

Lev Tolstoy Savaş ve Barış’ı yazdığında 37 yaşındaydı. On sene kadar önce, 1854-56 yılları arasında, Kırım’da savaşmış olması ona savaş hakkında gerçek bilgi vermişti. Fakat Tolstoy altmış yıl önce yaşanan, o doğmadan otuz yıl önce sona eren Napoléon savaşını anlatmayı seçti; dediğine göre, bunun nedeni biraz kendi aile geçmişini araştırmak biraz da Rusya’nın yakın tarihine bakmaktı. “Dedelerimizin günleri” dediği bir dönemi, mektup, günlük ve anılar peşinde araştırdı ve yazdı. Yıllarca süren tarih araştırmalarına dayansa da, Savaş ve Barış’ta bu hissedilmez, gerçekte okurun hissettiği yaşanmışlık duygusudur. Büyük olasılıkla çocukluğunda büyüklerden dinlediği Napoléon savaşlarını zihninde yeniden canlandırıp, kurguluyordu. Annesini iki, babasını dokuz yaşında kaybetmiş bir çocuk olarak, yakın geçmişi anlamaya çalışması, tanıyamadığı anne ve babasına yakınlaşmak çabası olarak da görülebilir; ayrıca ailesiyle aynı yaşlarda insanların hayatlarına nasıl anlam verdiklerini, yeni Rusya’nın nasıl oluşmaya başladığını (ya da nasıl oluşması gerektiğini), bu romanda yazarak kendi felsefesini kurdu. Kendisini anlamak için gerekliydi bu kurgulama.

Ilyada ile Karşılaştırma

Edebiyat tarihini savaş üzerine yazılmış dev bir başyapıtla başlatırız. Homeros’un Ilyada’sı çağlar boyunca her dönemin yazarını etkilemiş bir destandır. Tolstoy da ünlü destana çok kereler göndermeler yapar, bu yüzden iki dev yapıtın savaşa bakışlarındaki benzerlikler ve farklılıklar ilk dikkat çeken şeylerin başında gelir. Tolstoy da göndermeleri belirli kılmak için romanın ilk sayfalarına ortaya Güzel Elen karakterini koyar. İlk detaylı betimlemelerden biri güzel Elen’e aittir, nasıl bir kadın olduğu tam anlaşılmasa da, davetin en göz alıcı genç kadınlarından biridir.

İlyada’da kadınlar ve onların etrafında gelişen ev hayatı, barışı simgeler. Hektor bir an önce karısı ve çocuğuna dönmek ister, onu sevdiklerinden uzak bıraktığı için savaşı lanetler. Çarpışmaya dönmeden önce eve geldiğinde annesi ve karısından ordusunun kurtulması için dua etmelerini ister. Hektor savaşırken de karısını anar, atlarını sürerken, atlara hatırlatır güzel karısını, onlara nasıl iyi baktığını, nasıl yem verip onları eğittiğini anlatır, atlar da sanki bu güzel sözlerle hatırlarlar Andromakhe’yi ve daha canlı koşarlar. Savaş ve Barış’ın kadınları Andromakhe gibi değillerdir. Savaş da Ilyada’daki gibi lanetlenen bir baş belası değildir. Prens Andrey savaşa biraz da karısının dırdırından, sosyetik çevrenin boş dedikodularından, yüzeysel ilişkilerden kurtulmak için gitmek ister. Bir erkek ancak savaş meydanında bir erkek gibi davranır, diğer zamanlarda aşırı kadınsılaşmış bir dünya içinde hapsolur. Hektor’un özlem duyduğu kadınların yanındaki barış, Prens Andrey’in ise kadınlarla savaşmaktansa ordu içinde savaşmak şeklinde değişir. Prens Andrey dostu Piyer’e “asla, asla evlenme dostum” dedikten sonra bunu şöyle gerekçelendirir “Bonaparte diyorsun, ama Bonaparte çalıştığı, adım adım amacına yürüdüğü zaman özgürdü. Amacından başka bir şeyi yoktu da başarılı oldu. Ama kendini bir kadına bağladın mı, prangaya vurulmuş bir kürek mahkumu gibi bütün özgürlüğünü yitirirsin, her şey, umudundan, gücünden ne kalmışsa hepsi, sana yük olmaktan, acı vermekten başka bir şeye yaramaz. Salon dedikoduları, balolar, gösteriş, bayağılık; işte içinden çıkamadığım kısırdöngü. Ben şimdi savaşa gidiyorum. Şimdiye kadar çıkmış en büyük savaşa gidiyorum.” Başka bir bölümde, Prens Andrey’in babası da savaşmanın kadının yanında oturmaktan iyi olduğunu dile getirir. İlyada’nın kadınları sığınılacak kadınlarken, Savaş ve Barış’ın kadınları kaçılan kadınlardır. Yanlarında huzur ve barış bulunan kadınlar değildir. Bu durumda doğal olarak savaş lanetlenmez, erkekliğin gereği olarak görülür. Tolstoy savaş meydanını anlatırken kaderci davranmaz, tüm romana yansıyan gerçekçi anlatı özellikle savaş sahnelerinde okuru çarpacak derecede güçlüdür. Hayatın tüm rastlantıları, belirsizlikleri, hayatın kendisinde olduğu gibi kararsızlıklarla dolu, şansa bırakılmış yaşanıyor. Bu romanda en dikkat çeken ve belki de en şaşırtan şeylerin başında, savaşta kazanılan bazı zaferlerin rastlantısal kazanılmış olmaları.

Kültürel İşgal

Savaş ve Barış, Fransızca diyaloglarla başlar. Sanki Fransız ordusunun Rusya işgalinden çok daha önce kültürel işgal başlamıştır. Romanın kahramanları – biri dışında – soylu ve/veya zenginlerden oluşur. Hemen hepsi kendi kültüründen uzak, gösteriş için Fransızca yazan ve konuşan, Batılılaşma heveslisi insanlardır. Romanın girişindeki bölüm bu açıdan çok önemlidir, Batı hayranı yüksek sosyete Fransızca konuşur, hatta Napoléon’u över, ülkenin içinde olduğu durumdan neredeyse kimsenin haberi yoktur, savaş eşiğindeki Rusya’nın soylu kesimi hayatın gerçeklerinden çok uzakta, günlük dedikodular ve kişisel çıkarlar peşinde sohbet ederler. Napoléon’a dair zihinler karışıktır, bazıları komutanlığını överken diğerleri bir teğmenin imparatorluğa yükselmiş olmasını yadırgar. Bu sohbetlerde gerçek bilgi yoktur. Hatta gerçek yaşanmışlık bile yoktur, anlatılanların büyük çoğunluğu kulaktan dolma dedikodulardır. Bunların arasında sıkılan birkaç kişi de yok değildir. Prens Andrey bu boş ve yüzeysel konuşmalardan sıkıldığını çok belli eder. İlerleyen bölümlerde Nikolay Rostov Batılılaşma karşıtı bir duruş sergiler: tarımda Avrupa’nın kullandığı teknikler yerine geleneksel Rus köylüsünün erdemlerinden yararlanmayı tercih eder.

Tüm roman boyunca çok az bölümde adı geçen, buna rağmen Savaş ve Barış’ın en önemli karakterlerinden biri Platon Karataev adında bir köylüdür. Platon edebiyat tarihinde de sık örnek verilen önemli bir karakter olarak görülür. Adını aldığı filozof gibi, erdem sahibi, derin bir kişiliktir. Tolstoy ve Dostoyevski’nin neredeyse her romanında sıradan Rus köylüsünün erdemi bir karakter üzerinden gösterilir. Her iki yazar kendi kültürünü ezen ve yok sayan yönetimlere karşı tepkili duruşlarıyla bilinirler. Tolstoy, Savaş ve Barış’ta Fransızların başarısız Moskova işgalini bir kültürel işgal şeklinde anlatır. Avrupa kültürü ve yaşam biçimiyle saldırı halindedir. Aslında tehdit hem dışardan hem de içerden gelmektedir. Yönetici kadrolar, varlıklı toprak sahipleri, soylular, güç sahibi insanların hepsi çürümüş bir düzen içinde yaşamakta oldukları için, Rusya’yı tehdit eden tek unsur Napoléon’un saldırısı değildir. Fransa’da eğitim görmüş, anadili Rusçayı bilmeyen Prens buna iyi örnektir. Ayrıca romanın önemli kahramanlarından biri Piyer, adının Fransızca şeklini kullanır. Bunlar kendilerine yabancılaşmış ve toplumsal değerlerden uzak dönem Rus insanını çok güzel anlatır.

Aşk ve Evlilik

Savaş ve Barış’ın sıklıkla işlenen motiflerinden biri aşkın gizemidir. 1805 ile 1820 yılları arasını anlatan romanda, bebeğiyle oynayan bir çocuk olarak tanıdığımız Nataşa, ilerleyen seneler içinde olgunlaşır. Birlikte olduğu, sevdiği erkeklerden çok şey öğrenir, acı çeker. Yaptığı hataların bedelini ağır öder fakat asla ikiyüzlülük etmez, bu sayede adeta gelişmesine, kişiliğini bulmasına tanık oluruz. Aşkın uçucu gerçekliğini en iyi Nataşa karakterinde anlarız. Savaş ve Barış, geniş bir zaman dilimini anlattığı için çoğu genç karakterin gelişimi söz konusudur. Hayatını hangi yönde sürdüreceğine bir türlü karar veremeyen Piyer de, önce yanlış dostlar arasında sonra da yanlış evlilik kıskacında bir türlü kendini bulamaz. Sonunda en önemli yol göstericisi Platon olur. Ne gizli tarikatlar, ne de politika aradığı değildir, sonunda kendini mutlu bir evlilik içinde gelişmiş olarak bulur.

Savaş ve Barış kahramanları kendilerini bulduklarında ve mutlu yaşam sürmeye başladıklarında, büyük bir aile çevresinde, toprağa yakın, sosyeteden uzaklardır. Romanın sonunda mutluluğu bulan ve hak eden iki çift, Rus hayat tarzının olabilirliğini gösterir. Gençlikleri boyunca hayatlarını başkalarının yönetmesine izin veren insanlar, sonunda kendi kültürleri, kendi kişilikleri içinde bir yaşam içinde mutluluğu bulurlar. Savaş ve Barış boyunca tekrarlanan ve en önem verilen tema kuşkusuz hayatın anlamını bulmaktır. Nataşa hayatın anlamını olgunlaşarak bulur. Nikolas aile gururunu koruyarak, Piyer ise geleneksel erdem içinde bulur anlamı. Savaş kazanmak da buna göre amaç değil, araç olur.

Romandaki kadınlar ve onların güzelliklerini de kendine özgü usta uslubüyla anlatır Tolstoy. Örneğin romanın başlarında “St. Petersburg’un en güzel kadını” diye en az üç kere söz ettiği küçük prensesi tanımlarken hiç de güzel olmayan fiziksel özelliklerini dile getirir: “Üstü tüylerle hafifçe gölgeli güzel üst dudağı dişlerine göre kısaydı. Ama açılışı zarif, alt dudağın üzerine inişi çok hoştu. Bu kusuru (dudağının kısalığı, ağzının yarı açıklığı) gerçekten çekici olan kadınlarda hep görüldüğü gibi, asıl özelliğini, asıl güzelliğini oluşturuyordu.” Daha sonra aynı prensesten söz ederken “hantal” ve “yaşıtlarından daha kilolu” diye söz eder. Ama her seferinde Petersburg’un en güzel kadını olduğunu da ekler sözlerine. Bir güzelliği kusurlarıyla anlatmak tam Tolstoy’un ustalığında yapılacak bir estetik değerlendirmedir. Prenses’in betimlemesi kusursuz taşımaz, insani ve gerçekçi bir portre olarak durur karşımızda. Tolstoy’un gerçekçiliğe yakın duruşu özellikle betimlemelerinde ve detaylı tasvirlerinde kendini en çok hissettirir.

21. Yüzyıl Okuru ve Klasikler

Henry James Trajik Esin Perisi adlı kitabının önsözünde Savaş ve Barış hakkında keskin bir yargı koyar ortaya. “Bu denli kocaman, gevşek bir canavar roman nasıl olur da içinde barındırdığı garip rastlantısal ve gelişigüzel özelliklerle bir sanatsal anlam taşıyabilir?” diye sorar. Savaş ve Barış’ın organik ve ekonomik olmadığından söz eder; bu romanı anlamak için yazarın ne yazdığını ayrıca anlatması gerekir der. Henry James’in bu görüşüne katılmayanlar katılanlardan daha kalabalıktır kuşkusuz, yine de 1900’lerin başında yazılmış bu sözler, bugünün okuru açısından Savaş ve Barış’ın nasıl görüneceğini de düşünmeye iter. 19. yüzyıl okuru için bu dev romanlar, haftalarca dalıp gideceği bir hayal dünyası anlamına geliyordu; 20. yüzyılda -- ve bugün – ise, zamana karşı yaşayan, vaktin en büyük değer olduğunu düşünen, ikibin sayfalık bir romanın içine gömülecek zamanı hak etmediğini düşünen bir nesil için Savaş ve Barış ne anlama gelebilir? Nasıl okunabilir? Bu konuda söylenebilecek tek şey, bunun gibi dev klasiklerin yaşamı değiştirme gücü taşıdıkları olabilir. Savaş ve Barış’ı okumadan önce ile okuduktan sonra, insan aynı değildir! Savaş ve Barış’ı özellikle bu çeviriden okumanın ayrı bir güzelliği var, hem çeviriye Nazım Hikmet’in elinin değmiş olması, hem de Tolstoy’un önsözleri eşsiz bir değer katıyor.

(bu yazı 13 ağustos 2010 tarihli RAdikal GAzetesinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Saramago'nun Ardından


“Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki”

“Küçük Anılar” José Saramago

Çağımızın en önemli Portekiz yazarı José Saramago, çocukluk anılarını ve yüzyıl başındaki yoksul Portekiz’i anlattığı biyografik Küçük Anılar (Can Yayınları, 2008) kitabının sonlarında eşsiz bir sahne anlatır çocukluğundan. Doksan yaşındaki ninesi evinin önündeki basamaklara oturmuş, yanında torunuyla günbatımını izlerken “Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki” der. Tarlada saatlerce çalışmış 90 yaşın yorgun bedeninin ağrıları hiçe sayılır güzel bir günbatımı karşısında. Geçtiğimiz hafta Saramago’nun ölüm haberini duyunca, aklıma kitabın sonundaki bu sözler geldi hemen.

Saramago’nun hayata bakışı belki ninesi kadar optimist olmadı hiç, hatta ölene dek insanlığın olumsuz yanlarına dikkatimizi çekmeyi sürdürdü. Pesimist dünya görüşüne rağmen, romanlarında insan sevgisi kadar yaşam sevgisini de sezdirdi okurlarına. Bu yazıda, Saramago’yu tanıyan / tanımayan okurlar için, hayat hikayesi ile birlikte, yıllar içinde okuduğum birkaç eseri ele almak istedim. Kuşkusuz böyle bir yazıda tüm eserlerinden söz etmek olanaksız fakat Saramago’nun kilometre taşları sayılan eserleri temel almaya çalıştım. Genelde yapıldığı gibi, işe çocukluğu ile başlamak belki de en doğrusu.

YOKSUL ÇOCUKLUK

Saramago’nun romanları fazla biyografik iz taşımazlar, bu yüzden yazarın çocukluk anılarını aktardığı Küçük Anılar edebiyat dünyasının ilgisini çekmişti. Çocukluğunu tek sözcükle anlatmak gerekseydi, yoksulluk en doğru seçim olurdu. Yüzyıl başında yoksul Portekiz’de büyüyen yazar, annesiyle babası şehre para kazanmaya gittiklerinde, anneannesi ve dedesiyle kalmış. Okuma yazma bilmeyen ihtiyarların torunlarına nasıl doğa sevgisi kazandırdıkları bu eserinde açıkça görülüyordu. Doğa her ne kadar sevilse de, bir sürü felaketi beraberinde getirmeden duramıyordu; çocukluğunda Saramago da seller ve kuraklıkları tanıdı. Küçük Anılar kitabının yayımlanmasının ardından verdiği bir söyleşide, küçük paralar karşılığında, her bahar, annesinin yorganları rehineciye para karşılığı bırakmak zorunda kaldığını anlatmıştı. Bazen kış bastırdığında, yorganları geri alacak para bulamıyorlardı. Bebek kardeşinin yoksulluktan ölümü ise, belki çocuk José’yi en sarsan şeylerin başında geliyordu.

Küçük Anılar sadece köyde geçen çocukluğunu değil, Portekiz’de ya da yoksul herhangi bir köyde, yüzyıl başında geçen yaşamları anlatıyordu. Köyün coğrafyası, bitki örtüsü, felaketler karşısında cahil halkın pratik zekasını kullanışı, hoş örneklerle dile anlatılıyordu. Saramago’nun bu eserinin en belirleyici özelliği, sözcük oyunları, esnetilmiş dil kuralları, eğretileme gibi karakteristik anlatısını burada kullanmıyor olmasıydı. Romanlarında görmeye alıştığımız bu yazı teknikleri yerine dolaysız ve yalın bir yazı kullanılmış. Bunun nedeni, büyük olasılıkla, entelektüel dürüstlük ile açıklanabilir. Eğretilemelerde farklı anlamlara gelebilecek sözcükleri en yalın hallerinde kullanmayı arzulamış yazar, böylece şimdi artık dünyada olmayan yakınlarını en dolaysız yolla anlatmaya girişmiş. Biyografik ve belgesel anlatılar için bu tarzın benimsenmiş olması esere ayrı bir tat vermiş ve anlatıyı çok güvenilir kılmış.

FAŞİZM KARŞITLIĞI

Yoksulluk, iyi bir eğitimden yoksun kalmasına da neden olmuş José Saramago’nun; küçük yaşta çalışmak zorunda kalmış bu yüzden. Gençlik yıllarında giderek artan okuma tutkusu sonunda, 23 yaşında ilk romanını yazmış fakat roman hiç ilgi görmeyince bundan vazgeçmiş ve otuz yıl gibi uzun bir süre bir daha roman yazmaya girişmemiş. Tekrar yazmaya, faşist rejim tarafından bir çok komünist arkadaşıyla birlikte gazetedeki işine son verilmesinden sonra yeniden başlamış. Bu arada elli yaşın üzerindeydi ve yıllar önce yazılmış “başarısız” bir romandan başka deneyimi yoktu kurgu konusunda. Geç başlayan yazarlık serüveninde üretken oldu. Özellikle Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl (1986) romanından sonra, ki bu onun başyapıtı sayılır, ünü dünyaya yayılmaya başladı.

Saramago’nun okuduğum ilk romanı, Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl olmuştu. Kurgusu ve konusuyla unutulmaz bir romandı. Kurgusal bir kahramanı gerçekliğe geçirmiş, gerçekliği ise kurgulandırmıştı. Bu onun büyülü gerçekçilik akımına en yakın durduğu eseri olarak görülebilir. Bir yanda Hitler, Mussolini, Franco ve Salazar’ın faşist diktatörlüklerini eleştiren politik bir roman, diğer yanda bir şairin hayaletinin kurgusal alt benliği ile karşılaşması gibi çok şiirsel bir yapı içinde geliştirmişti romanı. Portekiz’de faşist yönetim 1926’dan 1974 yılına dek sürdü. Bu yıllar içinde ülkesinin birçok aydını gibi Saramago da yönetimi sıkı eleştiri yağmuruna tutanlardan biriydi.

MİLİTAN TANRITANIMAZ

Yazarın romanları, politik görüşleri kadar dikkat çekmiştir her zaman. 2002 yılında İsrail’in Filistin halkına davranışını “Soykırım” olarak tanımlaması, belki de Avrupalı bir aydın tarafından yapılmış en ağır İsrail eleştirisi olarak çok tepki aldı. Yıllardır neredeyse her gün tuttuğu blog yazılarında da Bush’u, Berlusconi’yi ağır dille eleştirmekten geri durmadı. Bu yazıları da Nesrin Akyüz’ün çevirisiyle Not Defterimden adıyla yayımlandı. Yazarın politik duruşunu anlamak için mutlaka okunması gereken eğlenceli ama sivri dilli yazılar bunlar.

En çok tepkiyi alan romanlarının başında ise İsa’ya Göre İncil gelir. Bu romanı saygın bir edebiyat ödülüne aday gösterildiğinde Portekiz hükümeti Katolik kilisesinin baskısıyla romanı yasaklamış, ödül listesinden çıkartmıştı. Bu haksızlık üzerine Saramago ülkesi Portekiz’i terk etti ve İspanyol asıllı ikinci karısı, gazeteci Pilar del Rio ile birlikte Kanarya adalarına yerleşti. Yine de İsa’ya Göre İncil koyu Katolik Portekizlilerin tepkisini çekmeye devam etti. Roman gerçekten de kışkırtıcıydı: Tanrı oğlu İsa’yı bilinçli olarak, kendi adını yayması için, dünyaya ölmek üzere yolluyordu. İsa babası tarafından oyuna getirildiğini anlıyordu. Saramago’nun en güzel romanlarından biri sayılan bu eseri, yazarın militan ateist duruşunu ortaya koyar. Ona göre dinler olmasa, insanlık tarihi çok daha barışçı olacak, dünyadaki yaşam daha güzelleşecektir.

ESPRİ?

Saramago özellikle komik ya da esprili eserler yazmakla tanınan bir yazar olmadı hiç, fakat geçtiğimiz yıl geçirdiği ağır zatürre sonunda hastanede kaldığı uzun dönemde yeni bir roman yazdı. Sondan bir önceki romanı olan Filin Yolculuğu, diğer eserlerinden farklı yapısı ve konusuyla okurlarını bir hayli şaşırttı. Hasta yatağında roman yazdığını duyunca, içinde ölüm ve tanrı temalarını barındıran bir eser bekleyenler, benim gibi, bambaşka bir eser buldu. Ortaçağ Engizisyon Avrupa’sını baştan başa kateden koca fil, Hintli bakıcısı ve bir bölük asker, sevimli olayların gelişmesine neden olurken, onları karşılayan imparator Maximillian’ın dünyası ile hoş tezat yarattı. Bir yanda barışçı ve pasifist inançları olan Hintli fil bakıcısı, diğer yanda koyu din baskısı altında ortaçağ Avrupasının insanı, birbirlerini anladıkça, insancıl bir öyküde buluştular. Saramago insan doğasının güzel bir yüzünü ortaya koyma fırsatı buldu bu romanında. Daha önceki romanlarındaki teolojik ya da politik fikirler yoktu burada. Ortaçağ karanlığından çıkmaya başlayan insanlığın, yenilik karşısında bir yüzünü yansıtıyordu romanına.

Filin Yolculuğu, ayrıca İstanbul’dan Viyana’ya yolculuk yapan Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman’a göndermeler yaparak, bu sefer kıta Avrupasının en batıdaki başkenti Lizbon’dan hareket eden, yine Süleyman adlı (muhteşem lakabı olmasa da fiziki görüntüsüyle muhteşem) bir filin yolculuğunu anlatıyordu. Doğu-batı ilişkisi üzerine, Asya-Avrupa üzerine düşündüren bir romandı.

SOYUTLANMIŞ İNSAN PORTRELERİ

Saramago’nun eserlerini tanımayan, okumaya hangi romandan başlayacağını bilmeyen okurları önereceğim ilk roman mutlaka Körlük olurdu. Körlük, Saramago’nun en tipik yazınsal özelliklerini barından roman olarak yazarın bibliografyasından çok önemli bir yere sahiptir. Coğrafyadan, kültürden tamamen soyutlanmış insan figürünü koyar ortaya bu romanda. Aslında bunu çok sayıda eserinde yapmıştır; Körlük, hangi ülkede, hangi şehirde, tarihin hangi döneminde geçer bilemeyiz. Orada anlattığı salt insandır, zamandan ve mekandan soyutlanmıştır. Aynı zamanda hepimizin her an alabileceği şekli de anlatır. Herhangi bir şehirde, bir zamanda, insanlar yavaş yavaş körleşmeye başlasalar, bunu bir hastalık sanan, bulaşıcı sanan (belki de gerçekten bulaşıcıdır) insanlar korkularından şiddet kullanmaya başlayacaklardır doğal olarak. Saramago özellikle bir insanı değil, insan doğasını anlatmayı seçer Körlük’te. Bence Körlük, yazarın en tipik eseridir; sadece konusu ile değil, kullanılan yazı teknikleriyle de önemli bir romandır Saramago okuru için.

Son olarak Saramago’nun romanlarının çevirilerinden de söz etmeli. Geçmiş yıllarda Portekizce gibi daha az bilinen dillerin yazarlarının eserleri, Fransızca ya da İngilizce çeviriler üzerinden yapılırdı. Son yirmi yıldır, giderek artan bir ivmeyle, tüm çeviriler aracı dil olmadan yapılmakta. Ayrıca çevirilerin kalitesi gözle görülür bir şekilde yükseldi son yıllar içinde. Saramago da çok nitelikli çevirilerle dilimize aktarılmış. Buraya tüm Saramago çevirilerini aktaramadım ama bu kısa listedeki kitapların hepsini okudum ve hepsini başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

SARAMAGO’DAN NE OKUMALI SORUSUNA YANIT:

“Körlük” çeviri: Aykut Derman, Can yayınları, 2009

“Kopyalanmış Adam” çeviri: Emrah İmre, İş Bankası Kültür Yay., 2010

“Filin Yolculuğu” çeviri: Pınar Savaş, Turkuvaz Kitap, 2009

“Not Defterimden” çeviri: Nesrin Akyüz, Turkuvaz Kitap, 2009

“Bilinmeyen Adanın Öyküsü” çeviri: Emrah İmre, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009

“Küçük Anılar” çeviri: İnci Kut, Can yayınları, 2008

“Görmek” çeviri: Aykut Derman, Can yayınları, 2009

“İsa’ya Göre İncil” çeviri: Emrah Efe Çakmak, Turkuvaz Kitap, 2009

“Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl” çeviri: Saadet Özen, Can yayınları, 2003