05 Temmuz 2011

Catullus "Bütün Şiirleri"




ANTİK ÇAĞDAN EROTİK DİZELER

Ülkemizde, dünya klasikleri arasında en az bilinen dönem büyük olasılıkla Roma İmparatorluğu yıllarıdır. Antik çağın bu döneminin adı bile birçoklarının aklını karıştırmaya yeter: “Latin Edebiyatı” dendiğinde Latin Amerika Edebiyatı ile karıştırılır, oysa Latince yazılan metinlerden söz edildiği için bazen bu deyim kullanılır; bazen de “Roman Edebiyatı” ya da “Roma Edebiyatı” deyimleri kullanılır, birincisi İngilizce’den yanlış bir çeviridir ve “roman” çok anlamlılığıyla iyice akıl karıştırıcı olur. Bunlar arasında en sık Roma Edebiyatı başlığı kullanılır ve İ.Ö. 1. yüzyıldan Ortaçağ edebiyatına dek çok uzun bir zaman dilimini kapsar. Bugün Roma edebiyatı dediğimizde genelde Altın Çağı’nı kast ederiz, bu da Cicero (İÖ 106-43) ile başlayan, Ovidius (İÖ 43 - İS 17) ile sona eren iki yüzyıldan kısa bir süredir.


Roma Altın Çağı geleneksel olarak Cumhuriyet ve Augustus dönemleri olarak ikiye ayrılır. Cumhuriyet döneminin en önemli şairleri Cicero, Lukretius ve Catullus, bir sonraki Augustus döneminin görkemli şairleri Vergilius ve Ovidius’un gölgesinde kalmışlardır. Günümüzde de eserleri ender olarak çevrilir. Catullus’un bütün şiirleri 1997’de ilk kez yayımlanmıştı, yeni bir baskısı geçtiğimiz günlerde yeniden yapıldı. Catulli Veronensis Liber (“Veronalı Catullus’un Kitabı”) altbaşlığıyla çıkan kitap Catullus’un günümüze kalan bütün şiirlerini derliyor.

Veronalı Catullus (yaklaşık İÖ 84 - 54) otuz yıllık kısacık yaşamında, ne Cicero gibi politik saygınlığa sahip olmuş ne de Lukretius gibi felsefe dalında isim yapmıştır. Onun şiirleri her zaman tepki dolu, genç sesiyle tanındılar. Buna rağmen onyedi yaşında geldiği Roma’da zorluk çekmeden edebiyat çevrelerine kabul edildi. Alaycı ve sivri dilli kaleminden çekenler arasında Jül Sezar da vardı. İmparator, Catullus’un hicivlerinin siyasi otoritesini sarstığını kabul etmiş ve birkaç kez sansürlenmesini istemişti; yine de şair kendisinden özür dilediğinde hemen aynı gece hiç duraksamadan onu yemeğe davet etti.

Sezar’ın ve diğer Romalı soyluların davranışından anlaşılacağı gibi genç Catullus olasılıkla eğlenceli biriydi. Dedikodudan zevk alan Romalı soylular, onu etraflarında tutmaktan hoşlanıyorlardı. Davetlerin konuk listesine bir kez girmişti, renkli kişiliği ve zeki esprileriyle bazılarını kızdırıp, bazılarını eğlendiriyordu. Yazdıklarında çocuksu bir gelgit hep vardı; aynı kişileri bazen göklere çıkarıyor bazen de onlara küfür dolu yergiler sıralıyordu.


Emre Caner "Mihri Müşfik hanımın İzinde"




İLK KADIN TÜRK RESSAMI

Öncü kadınların hayat hikayeleri hep ilgi çekici olur. İlk Türk kadın ressamı Mihri hanım da yaşadığı çağın kadınlardan farklı bir cesarete sahip, dilediğince yaşamaktan çekinmeyen bir kadındı. Mihri Hanım’ın adını yıllar önce Selim İleri’nin bir oyunu (Mihri Müşfik: Ölü Bir Kelebek) sayesinde duymuştum. Hayat hikayesini de bu hafta yayımlanan Emre Caner’in Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde adlı kitaptan biraz öğrenme fırsatı buldum.

Emre Caner’in daha önce Osman Hamdi’nin hayat hikayesini anlattığı Kaplumbağa Terbiyecisi kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Sadece ünlü ressamın hayatını anlatmakla yetinmeyen, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki kültür ve sanat politikalarını da anlamamızı sağlayan bir biyografiydi. Ressam, arkeolog ve müze kurucusu Osman Hamdi’ye ek olarak kültürel mirasın talan edilmesiyle mücadele eden birinin portresini çıkarmıştı Caner.

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde’den benzer bir sanat ortamını anlatmasını bekliyordum çünkü Mihri hanım, hem bir ressam hem de özgür bir kadın olarak hassas bir çağda yaşamıştı. 1886 yılında bir paşanın kızı olarak dünyaya gelmiş, Sultan Abdülhamit’in emrindeki saray ressamı Fausto Zonaro’nun öğrencisi olmuş, Roma ve Paris’te sanat eğitimi görmüş, yetenekli bir ressam olduğunu kanıtlamış bir kadındı. Aşk hayatının detayları bilinmese de, ünlü şairler, yazarlar, ressamlar ve diplomatlarla tanışıyor, sanat çevresinin merkezinde yer almayı biliyordu. Daha onyedi yaşındayken sahte bir pasaportla İtalya’ya kaçması ne denli gözü pek olduğunu göstermeye yetiyordu. Bununla birlikte kadınların eğitimli olmalarının önemini anlamış biri olmalı ki, İstanbul’a döndüğünde resim hocalığı yaparak ve İnas Sanayi-i Nefise’nin kurulmasında rol oynayarak çok sayıda ressam yetişmesine neden oldu. Öğrencileri arasında Fahrelnisa Zeid, Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit ve benim özellikle çok sevdiğim Aliye Berger gibi ünlü ressamlar vardı. Bir başka öğrencisi en önemli kadın ressamlarımızdan biri olarak ün kazanan, çok genç yaşta ölen yeğeni Hale Asaf’tı. Mihri hanım çok sayıda genç kadına esin kaynağı olmuş, bir nesil kadının hayatını değiştirmesine yardım etmiştir.

Ünlü Portrelerin Ressamı

Mihri hanımın az bilinen resimlerine bakmak için güzel bir neden oldu Emre Caner’in kitabı. Bazı tablolarının neden daha ünlü olmadığını anlamak kolay değil, örneğin bir süre Cumhurbaşkanlığı köşkünde durduktan sonra Arnavutluk kralına hediye edilen Atatürk portresi ya da Tevfik Fikret’i yaşlılık günlerinde tasvir eden çok başarılı resmi, daha tanınır olmayı hak eden çok güzel eserler. Mihri Müşfik’in resimleri arasında Papa XV. Benedict’in bir portresinin olduğu ve Vatikan’a giren ilk kadın ressam olarak kayda geçtiği de bilinir.

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde, başlığın da belirttiği gibi, Mihri hanımın hayat hikayesini anlatmıyor sadece, Caner Mihri hanım üzerine bir kitap yazmak isteyen Ulaş adında bunalımlı bir yazarı anlatıyor. Ulaş, kırk iki yaşında, ticari romanlar çevirerek geçimini sağlayan, genç sevgilisi tarafından yeni terk edilmiş bir erkek. Aslında bu kitap Mihri hanımı değil, Ulaş’ı anlatıyor. İlk başlarda paralel anlatılar gibi görünüyor fakat romanın temelinde Ulaş ve terk ediliş hikayesi yer alıyor. Ulaş’ın sosyal çevresi yok, tek dostu Beyoğlu’nda bir kitapçı dükkanı olan Rıfkı Hoca. Mihri hanımın hayat hikayesini kurgularken en çok yardımı yine Rıfkı Hoca’dan görüyor. Her yazarı, her kitabı, her alıntıyı bilen biri olarak Ulaş’ın araştırdığı konu hakkında gerekli olan kitabı zorlanmadan raftan çekip verebilen bir sahaf. Ulaş, kitabı için araştırma yaparken Mihri hanımın yaşadığı yerlerde geziniyor. Doğduğu mahalleler, Kadıköy ve İstanbul’da yaşadığı yerler arasında dolaştıktan sonra ressamın izini takip ederek önce Roma’ya sonra Paris’e gidiyor.

Romanın kahramanı Ulaş Mihri hanımın izinde Avrupa kentlerinde gezerken aslında Mihri hanımın ruhunu hissettiren ne bir olay ne de bir nesneyle karşılaşıyor. Sadece ressamın yaşadığı evin önünden geçişine ve gizlice yukarı katlara çıkışına tanık oluyoruz. Romanda hep Ulaş’ın yaşadıklarının bir şekilde araştırdığı hayatla bir bağlantı kurması bekleniyor. Romanın sonuna kadar terk eden sevgili ile Mihri hanım arasında bir bağlantı ya da benzerlik kurulacağını sanarak okuyoruz fakat paralel hayatlar arasında bağlantı olmuyor. Bu yüzden de Ulaş’ın yaşadıkları romanın merkezine yerleşemiyor; onunla ilgili satırları okurken hep ne zaman Mihri hanımın hayat hikayesine döneceği bekleniyor sadece.

Biyografi yazarlarını bekleyen en önemli tuzak, gerçeklik bağlantılarını kurguya yedirememek olur. Bu kitapta benzer bir sorun yer alıyor. Romanın 11. Bölümü, “O gece rüyamda Rıza Tevfik’i gördüm” sözleriyle başlıyor. Rüyayı gören roman kahramanı ben-anlatıcı Ulaş, gördüğü kişi ise gerçek bir kişi. Rüyalarda gerçeklerin olduğu gibi anlatılmadığı, saptırıldığı göz önüne alınırsa, rüya içinde Rıza Tevfik’in söyledikleri tamamen fantazi olma niteliği taşıyabilecek sözlerdir. Oysa gerçek, bilinen, tarihi bir kişiliğe bunu yapıyorsanız ve gerçek bir insanın biyografisinde buna izin veriliyorsa, okur açısından çok akıl karıştırıcı bir durum yaratabiliyor. Böyle bir bölümde Rıza Tevfik yerine kurgusal bir karakter yaratmak, hatta Sokrates’i canlandırmak daha akıllıca olabilirdi.

Mihri hanımın öyküsü roman ile biyografi arasında sıkışmış görünüyor bu kitapta. Aslında yazar hiç kuşkusuz bunun farkında, eski sevgili yeniden karşısına çıkıp “Roman mı olacak biyografi mi?” diye sorduğunda “O an’a kadar hiç düşünmemiştim yazdıklarımın nasıl adlandırılacağını. Umrumda da değil gerçi eleştirmenlerin ne diyeceği” diye duygularını ifade ediyor. Aslında romanın sonunda bir itiraf niteliğindeki bu sözler, yazarın endişesini dile getiriyor. Kaldı ki, bu sözler yazıldıktan sonra eleştirmenin bunu dile getirmesi de yersiz olur! Bu kitapta benim eleştireceğim tek şey, Mihri hanımın hikayesinin belki toplam birkaç sayfa ötesinde bahsedilmemiş olması. İlgi çekici bir dönemde, çağdaş sanatın başkenti sayılan Paris’te, biraz anarşist, çokça da bohem bir kadın olarak Mihri Müşfik hanımın öyküsü sadece özetlenerek verilmiş olması bir hayal kırıklığı yaratıyor. Belki en doğrusu bu kitabı biyografi beklentisiyle okumamak, bir roman olarak tadına varmak. Yine de ilginç hayatıyla Mihri hanım okurların ilgisini çekecektir.

MİHRİ MÜŞFİK HANIM’IN İZİNDE / Emre Caner / Kapı yayınları, 2011

Bu yazı 22 Nisan tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.

Aleksandr Soljenitsin "Ivan Denisoviç'in Bir Günü"







SOLJENİTSİN ve STALİN



Bazı kitapların yayımlanış hikâyeleri, kitabın kendinden fazla ün kazanır. Eseri okumayanlar bile suçlanma, yasaklanma, toplatılma sürecini bilirler bu kitapların. Aleksandr Soljenitsin’in Ivan Denisoviç’in Bir Günü adlı eseri de hikâyesiyle ünlü olmuş böylesi bir kitaptır. Bir dönem yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, tüm dünyada ateşli tartışmalara neden olmuş ve kısa zamanda yazarın dünya çapında ün kazanmasına yaramıştı.

Ivan Denisoviç’in Bir Günü’nde Aleksandr Soljenitsin kendi yaşadığı, çok iyi bildiği toplama kamplarından birini anlatır. Roman kahramanı Ivan Denisoviç 1941 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nda, Almanların eline esir düşmüş fakat sonra düşmanın elinden kaçmayı başarmış bir askerdir. Kaybolmuş halde ormanda bulunduğunda Alman ajanı olma ihtimali karşısında gözaltına alınır ve sürgüne gönderilir. Romanın anlattığı 1951 yılında artık savaş bitmiş, Almanya çoktan savaşı kaybetmiştir ama Ivan Denisoviç geçen on yıl içinde hâlâ aklanmamış ve cezasını çekmeye devam etmektedir. Çalışma kampındaki diğer suçlular da neden buraya atıldıklarını hatırlamayacak kadar uzun zamandır cezalarını çekmektedirler. Gopçik adlı genç çocuk, Sovyet yönetimine başkaldıran bir çetenin üyelerine süt götürdüğü için; sinema yönetmeni Sezar, henüz tamamlamadığı ilk filmi yüzünden; Kolbaşı Tiyurin, babası toprak ağası olduğu için; Ukraynalı Alyoşka ise, diğer Baptist kilise üyeleri gibi, dua ettiği için on yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

Soljenitsin, Ivan Denisoviç’in Bir Günü’nde, acımasız yaşama ve çalışma koşullarını anlatıyor. Roman, eksi otuz derecelerde bir kış günü, saat sabahın beşinde bölüğün uyandırılmasıyla başlıyor. Mahkumlar gün boyu birkaç kaşık lapa, çorba ve ekmek dışında bir şey yemeden saatlerce soğukta çalıştırılıyorlar. Birbirleriyle konuşmaları yasaklanıyor ve buna uymayanlar hücre hapsine yollanıyor. Mahkûmların kamptan kaçmalarını engellemek için düşünülmüş formül ise çok az yiyecek vererek besin yedeklemelerine engel olmak ve fazla giysilerine el koymak; böylece Sibirya soğuğunda birkaç saat dayanamayacaklarını bilen mahkûmlar kaçmaya yeltenmiyorlar. Bu soğukta ısınmak için yapabilecekleri tek şey, çalışmak. Bazen saatlerce sert toprağa küreklerini vurmak dışında bir şey yapmadıkları oluyor, çoğu zaman yapılan işlerin gereksiz olduğunun farkındalar, ancak dayak yememek ve üşümemek için emirlere uyuyorlar. Gün bittiğinde fiziksel yorgunlukları fazla olduğu için, yataklarına girer girmez uyuyorlar.

“Çalışma kampı” olarak adlandırılsa da, hapishaneden farklı değil. Bütün hapishanelerde olduğu gibi burada da ilk amaç, mahkûmların kişiliklerini yitirmelerini sağlamak. Bunun için, isim yerine rakam kullanılıyor; örneğin Ivan Denisoviç, Ş-854 olarak biliniyor. Giysilerinin üzerinde ve şapkasında bu rakam yazıyor. Kişiye özgü giysi de kampta aynı nedenden dolayı yasak. Mahkumların yabancılaşıp, güven ve dostluk bağı kurulmaması için ise, gammazlamaya ödül veriliyor.

Romanın en önemli teması, korkunç şartlar altında bile insanlığın korunması. Bazı mahkumlar insanlıklarını kaybetmemek için büyük çaba harcıyorlar. Buna en iyi örnek Ivan Denisoviç’in soğuğa ya da açlığına yenik düşmeden, her seferinde yemek yerken şapkasını çıkarması. Bunu, insanlık dışı davranışa karşı bir iç direniş olarak yapıyor ve haysiyetini kaybetmemek için harcadığı çabayı görünür kılıyor. Ayrıca, kimseye bir şey için yalvarmak istemiyor. Bunlar elbette çevresindeki despotların anlamayacakları denli sembolik davranışlar fakat sonunda Ivan bu sayede aklını (ve haysiyetini) koruyor. Yazar bu temayı farklı motiflerle, bazen bir karakterin basit bir objeye tutunması şeklinde gösteriyor. Örneğin Ivan için çorabının içinde sakladığı kaşık bu anlama geliyor. Metali eğerek yaptığı kaşık, onun sahip olduğu en değerli varlık. Hem yasaklanmış bir objeyi bedeninde taşımanın verdiği başkaldırı duygusu hem de kendi yaptığı, hiçten var ettiği bir şeye sahip olmanın verdiği duyguyla taşıyor kaşığını.

Eksi 30 Derecede Yaşam

Romanda sıkça kullanılan bir başka motif soğuk. Sabah üşüyerek uyanan ve gün boyu soğukta çalışan mahkumları adeta kuşatan bir varlık olarak görmeye başlıyoruz soğuğu. Bu durumda kamptan kaçmalarını engelleyen sadece koca duvarlar ve gözcüler değil, aynı zamanda dondurucu soğuk. Bir bakıma doğa tarafından da hapsedilmiş durumdalar. Aşırı soğuk, kaçmalarını engellediği gibi, hepsini çalışma zorunda bırakıyor.

Roman ilk satırdan başlayarak bir ortam yaratıyor: iki parmak buz tutmuş pencereler, pislik ve orman yasalarının hüküm sürdüğü ilişkiler. Bu üç motif roman boyunca defalarca çeşitlemeler halinde tekrarlanıyor. Aslında ne denli kirli, soğuk ve adaletsiz bir ortamda yaşam sürüldüğünü anladıktan sonra, roman hep aynı satırları tekrar ediyor hissi veriyor. Aleksandr Soljenitsin benzer sürgün şartları altında uzun yıllar yaşamış biri olarak, günlük rutini eksiksiz anlatıyor. Roman yirmi dört saatten az bir zaman diliminde geçiyor fakat geri dönüşlerle buradaki birçok mahkumun hayat hikayesi ve portresi çıkıyor ortaya.

Ivan Denisoviç’in Bir Günü 1962 yılında yayımlandığında Sovyetler Birliği’nde olay yaratmıştı. Aslında on yıl kadar önce böyle bir kitabın yazılması yazarını idama götürebilirdi fakat yeni Sovyet yönetimi, Stalin’in ölümü ardından devletteki yumuşamanın göstergesi olarak yayımlanmasına izin verilmişti. Yine de beklenenden fazla ilgi gören kitap kısa zamanda yasaklandı ve toplatıldı. Bundan sonra kitabın çoğaltılmış kopyaları ABD ve Avrupa ülkelerine ulaştı ve Sovyet karşıtı metin olarak Batıda ilgi görmeye başladı. Soljenitsin ise ülkesini küçük düşürdüğü için suçlanmış, yazdıkları yasaklanmıştı. 1970’de verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü dört yıl sonra almaya gittiğinde yaptığı konuşmada, kitabını erken ortaya çıkardığını, henüz hazır olmayan bir ortamda sadece gerginliği arttırdığını ve baskıya çoğalttığını ancak şimdi fark ettiğini söyleyecekti.

İncil’e Gönderme

Romanda Soljenitsin birkaç metne gönderme yapıyor, bunlardan biri doğrudan İncil’e yapılıyor. İsa’nın “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” (Matta 22) sözlerini, kamptaki varlıklı Sezar karakterine ailesinden büyükçe paket geldiğinde aklımıza düşürüyor. İçinde tütün, salam, kurabiyeler bulunan bu paketlerin kamp içindeki yoksulluk göz önüne getirildiğinde eşitsizlik hatta kıskançlık yaratacağı düşünülür. Oysa ne Ivan Denisoviç ne de diğerleri Sezar’ı kıskanırlar. Yazar “Sezar’ın payı” sözleriyle bu çağrışımı yapar. Romandaki ikinci gönderme Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı eserine yapılır. Romanın özellikle sonlarında netleşen Alyoşka karakteri, Dostoyevski’nin ünlü Alyoşa’sını akla getirir. Karamazov Kardeşler’in mutlu bir sonla bitmesine, gelecek nesillere umut taşımasına neden olan Alyoşa gibi bu roman da yükselmiş bir duyguyla sonlanır. Alyoşa’nın tüm kötü duygulardan arınmış, hırs ve kıskançlık taşımadan dua etmeye davet etmesi, roman boyunca ezilen karakterlerin başarısı ya da üstünlüğü olarak hissediliyor.

Aradan yıllar geçtikten sonra bu romanı yeni bir gözle okumak bana çok önemli geldi. Bazı romanların efsaneleşen hikayelerini bir kenara bırakarak, salt edebi değerini görmeye çalışmak zor olsa da, mutlaka yapılmalı. Şimdi söyleyebiliriz ki, Soljenitsin’in bu romanı onca politik karmaşa etrafında dönmese belki bu ilgiyi görmezdi. Betimlemeler ve klişeleriyle yer yer basitleşen anlatısı ve daha görkemli bir zirve beklentisi yaratması, okurda hayalkırıklığı yaratabiliyor. Yine de bir dönemin yazarlar üzerindeki siyasi baskıyı anlamak için okunması gereken bir roman.

IVAN DENİSOVİÇ’İN BİR GÜNÜ / Aleksandr Soljenitsin / Çeviri: Mehmet Özgül / İletişim Yayınları, 2011


(Bu yazı Radikal Kitap ekinin 8 Nisan sayısında yayımlandı.)