24 Ocak 2010

2009'un ardından



Aralık ayı gelince başlarız düşünmeye, yaşamaya değer bir yıl mıydı? Geride ne izler bıraktı? En güzeli, en kötüsü neydi? Neler okundu bütün bir yıl boyunca? Ve bu yıldan hangi kitaplar kalacak geleceğe? Hangileri unutulmaya mahkum olacak? Her yılı, en kötü geçenini bile, yaşamaya değer bulan biri olarak, okuduğum her kitabı da okumaya değer bulmuşumdur. Beğenmemiş olsam da, geride iz bırakmamış olsa da, bir kitabı sonuna dek okumuşsam, gözümde bir değeri vardır. Birkaç öykü kitabı, birkaç tane de biyografiyi (ki çok ilginç ve güzeldi bu yılın biyografileri) saymazsak, 2009 boyunca elliye yakın roman okumuşum. Şimdi üzerinden zaman geçtikten sonra, hangi romanlar iz bıraktı, hangileri yıla damga vurdu, hangileri ödül kazandı, yeniden bakmak zamanı.

Önce 2009 boyunca verilen bazı prestijli ödüllerle başlayalım. İlk başta her zaman olduğu gibi, yılın en çok sözü edilen, en merakla beklenen ödülü olarak nam salmış, Nobel edebiyat ödülü, ülkemizde fazla tanınmayan Herta Müller’e verildi bu yıl. Geçtiğimiz hafta Müller, edebiyat dışı bir haberle yeniden gündeme geldi. Romanya’nın gizli polis servisinin başı, Müller’i yıllarca takip ettiklerini ve yazarın aklı dengesinin yerinde olmadığını söyleyince edebiyat dünyası da habere ilgi gösterdi. Herta Müller çok kereler sorguya çekildiğini, özgürlüğünün kısıtlandığını söylemişti fakat yazarın üzerindeki baskının ne denli fazla olduğu ancak bu son demeçle ortaya çıktı. Bu haberle sadece Çavuşesku dönemi değil, tüm dünyada onlarca yıl süren baskıcı rejimler yeniden gündeme geldi. Dünya bu konuyu tartışırken, biz 2009’un romanlarına son kez göz atalım.

Ülkenin Portresini Çizen Romanlar

2009 yine bol romanlı bir yıldı. Çok sayıda tanıdık yazar yeni romanlarıyla tekrar çıktılar okur karşısına; bazılarından çok söz edildi, diğerleriyse –bu ne yazık ki büyük çoğunluğu– daha 1000 adet satmadan kitapçılarda arka raflara itiliverdiler. Genel Türkiye portresi sunan çok özel bir roman Ayfer Tunç’un “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”ydi. Bir karakterden diğerine hızla akan, çok ilginç bir kurguyla, zekice yazılmış bu roman, Karadeniz’de bir akıl hastanesinden tüm ülkenin resmini çıkartıyordu adeta. Doğrusu ben bir aralar, bu romanın yanlış bir zamanda yayınlandığını düşündüm, çünkü neden daha çok sözü edilmedi, neden dilden dile dolaşmadı anlamak mümkün değil. 2009’un en önemli romanlarından biriydi ama ikinci baskı yaptı mı ondan bile emin değilim.

Yine geçen yılın önemli romanlarından, 1970’li yıllara ayna tutan Vedat Türkali’nin “Yalancı Tanıklar Kahvesi” ülkenin o yıllardan beri içinde bulunduğu siyasi sorunlar üzerinde okurun yeniden düşünmesini sağladı. Vedat Türkali’nin en temel sorularından biri, bir dönemin idealler dolu devrimcisine bugün ne olduğudur; bugünün teröristi ile aynı mıdır? Kuşkusuz bugün sormamız gereken önemli bir sorudur bu, Türkali “Güven”den sonra yazdığı romanlarda okurlarını bu konu üzerine düşündürmeyi sever.

Bu yılın etkileyici romanlardan biri de Osman Şahin’in “Bucaklar”ıydı. Bucak aşiretinin kan davasını anlatan roman, tam da bir yıl kadar önce bir başka köyde elli kişinin öldürüldüğü tarihten hemen sonra yayımlandığı için, özellikle ilgi çekti. Türk-Yunan ilişkilerinin ve çıkmazların ele alındığı bir roman da Cem Eryümlü’den geldi bu sene: “Sakız’ın Gözyaşları”. İki ülke arasındaki farklılıklar, benzerlikler ve araya sıkışan insanlar çok güzel anlatıldı bu romanda. Bir başka ilginç roman Oya Baydar’ın “Çöplüğün Generali”ydi. Hayali bir ülkede geçen roman, halkın belleğini bir virüs yüzünden yitirmesini anlatır. Unutulanların başında gömülü silahlar, siyasal baskı ve şiddet gelir. Genel anlamda ülke politikalarının her romanında yer aldığı bir başka yazar, Mehmet Eroğlu’nun da “Mehmet” adlı romanı yayımlandı bu sene. “Mehmet” yazarın açıklamasına göre “Fay Kırığı” dörtlemenin ilk cildi. Bu romanda Hakkari’de birlikte savaşmış beş “silah arkadaşı” Türkiye’nin farklı köşelerinde yaşayıp farklı işlerle uğraşırken, kader onları bir araya getirir. Roman toplumsal kopukluklar, sınıflar arası uçurumlar ve insanlar arasındaki iletişimsizlik üzerine kurulu olarak gelişir.

Tarihten Esin

Bu yıl yayımlanan tarihi ya da tarihten esinlenmiş romanların arasında sanırım en büyük ilgiyi Elif Şafak’ın “Aşk”ı gördü. Büyük bir kısmı 13. Yüzyılın Konyasında geçen roman, Mevlana ile Şems’in hayatı, düşünceleri, inançları ve en önemlisi birlikte paylaştıkları zamanı anlatıyordu. Roman ele aldığı temalar kadar pembe ve gri kapaklarıyla da gündeme geldi. Kitabın satışlarında hafif bir azalma başlayınca sanırım kitabın tanıtımını yapan reklam şirketi, satışları canlandırmak için “erkekler için özel” gri kapakla yeniden piyasaya sürdü ve bununla günlerce süren bir tartışma yaratmayı başardı. Kitabın tanıtımının hırslı bir reklam kampanyasına dönüşmesi bence çok yazık oldu; bu çirkin ve anlamsız kampanya tercih edilmemeliydi.

Şems-i Tebrizi’nin esrarını yüzyıllardır koruyan cinayetini romanına taşıyan bir başka yazar Ahmet Ümit’ti. Yazar daha önceki cinayet romanlarından farklı olarak “Bab-ı Esrar”da Mevlevilik ve Anadolu inançlarına da yöneliyor, böylece cinayet romanı iken bir yandan da felsefe ve inanç konularına giriyordu.

Lale devrinin son yıllarında, Sultan III. Ahmet döneminde, geçen başka bir aşk cinayetini de İskender Pala yazdı, “Katre-i Matem”. Barış Müstecaplıoğlu da bu sene sanat tarihinin en gizemli ressamlarından biri, Siyah Kalem hakkında bir romanla çıktı okurun karşısına. Romanda Türklerin Şaman gelenekleri kadar hırslı günümüz dünyası anlatıldı “Bir Hayaldi Gerçekten Güzel” adlı romanda.

Ve Aşk Temalı Romanlar

2008’de Sait Faik Öykü ödülünü kazanan Behçet Çelik’in bu yıl “Dünyanın Uğultusu” adlı ilk romanı yayımlandı. Aşkın daha çok acı anlamına geldiği, değişik bir aşk hikayesi anlattı burada yazar. Mario Levi de “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” adlı son romanında yıllar sonra bulunan eski sevgiliyi yazdı. Aslında bu romanı kolayca ülkenin portresini çizen romanlar bölümüne de koyabilirdik çünkü yazar ülkenin son otuz yılını konu ediyor romanında. Bir neslin saflığı ve romantizmini anlatırken bir yandan da darmadağınık olmuş bir neslin insanını anlatıyor.

Yıl sonunda hep sorarız kendimize, iyi bir edebiyat yılı mıydı diye ve bu soruya yanıt bulmakta zorlanırız. Çoğu zaman eski yılların edebiyat kalitesi daha üstün görünür gözümüze. Yine de sevinecek çok şey vardır yayın dünyamızda. Birincisi edebiyatımızın daha çok dile çevriliyor olması, daha çok yazarın ülke dışında tanınır olması ve dünyada geniş bir okur kitlesi kazanması. Bir başka güzel konu da dünya edebiyatının önde gelen kitaplarının araya zaman girmeden hemen basılıyor olması. Önceki yıllarda zorlukla çevrilen bazı dillerin artık yaygın olarak çevrilmesi ve az tanınan bazı dünya edebiyatlarının yakından takip ediliyor olması. 2000’li yıllarda oluşan kuşkusuz en önemli gelişme, küçülen dünyanın her yerinden seslerin daha rahat duyulabilir olması.

(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin Aralık sayısında yayınlandı.)

KAFKA ve YABANCILAŞMA


Franz Kafka’yı 20.yüzyıl yabancılaşmasının poster yüzü olarak düşünürüm. Yazardan geriye kalan birkaç resimden birinde, çökük avurtları ve hüzünlü bakan gözleriyle adeta yüzyıl boyunca yaşanacak trajedileri önceden sezmiş izlenimi verir.

Kafka’nın hayatı “dışlanma”nın prototipi olarak gösterilebilir. Avusturya Macaristan imparatorluğunda bir Çek olarak doğmuş olması; Çekler arasında Almanca konuşan ve yazan biri olması; Almancayı anadili yapmışlar arasında bir Yahudi olması; Yahudiler arasında ise bir inançsız olması… Ait olduğu hiçbir gruba, hiçbir kültüre tam olarak ait olmadığını çok güzel kanıtlar. O içinde olduğu her ortamın yabancısıdır. Her ortamın dışlanmışıdır. Pragmatik ve aşırı kontrolcü bir babanın oğlu olması ya da hayatını kazanmak için bürokratik işlerde çalışmak zorunda kalması da Kafka’nın sanatçı ruhuna ters düşen, kuşkusuz yabancılaşmasını arttıran unsurlardı.

KAFKA ve KADINLAR

Son yıllarda Kafka’nın kadınlarla ilişkisi üzerine çok sayıda makale ve birkaç kitap yayınlandı. Kadınlarla gerçekten de zorlu ilişkisi olmuştu hayatı boyunca. İki kez nişanlanmış olmasına ve birçok kadınla ilişkiye girmiş olmasına rağmen, sevdiği güvendiği, hem âşık olup hem de dostça hissettiği kadın sayısı fazla değildi. Ayrıca yazdıklarında, özellikle de mektuplarında hiç çekinmeden erotik bir dil kullanan ve kadınlarla yazışarak kolayca flört eden biri olmasına rağmen, yüzyüze geldiğinde aynı yakınlığı kuramıyordu. Her zaman kuşku dolu biri oldu. Kadınlarla ilişkisinde de belki en büyük sorun buydu; asla tam olarak güven duyamıyordu. Hep evlenmek istemesine rağmen bir türlü bunu becerememiş olması da dikkat çeker. Son zamanlarda Kafka ve kadınları üzerine yazılan makalelerde sıklıkla kadınları iki gruba ayırdığı, fahişe, garson ya da tezgâhtar kızlarla kolay ilişkiye girdiği ancak kendi çevresinden saygıdeğer ailelerin kızlarından ölümüne çekindiği yazılır. İlk nişanlısı Felice ya da gazeteci sevgilisi Milena ile yoğun ilişkileri olmasına rağmen cinselliği dökülmemiş olması bu davranışına örnek olarak gösterilir.

Bugün Kafka’nın yaşamına baktığımızda, büyük bir kısmını klinik depresyon halinde geçirdiği aşikâr görünür. Toplumsal olaylara katılmakta aşırı endişe duymasının yanı sıra, sağlık sorunları da bir hayli etkiler çevresiyle ilişkilerini. Her şeyden önce uykusuzluk, migren çeker ve midesi aşırı hassastır.

Kafka’nın dilinde ilk dikkat çeken şey belirsizlik içeren sıfatlar kullanmasıdır. Çift anlamlı sözcükleri sevdiği gibi, okur üzerinde yanlış izlenim bırakacak sözcükler kullanmayı da sever. Hangi şehirde, hangi yılda ya da mevsimde olayların geçtiğini söylemez, buna rağmen detaylı mekân anlatımıyla okuru olayların içinde hissettirir. Bir kültüre ya da bir döneme bağlı olmadan, en soyut halinde insanı ele aldığı için 20. yüzyıl yazarlarını ve okurlarını bunca sarsıcı boyutlarda etkilemiştir. Herkesin ilişki kurabileceği, her okurun anlayacağı türden iç sıkışmalarını dile getirmiştir.

DAVA

1914 yılında yazdığı, başyapıtlarından biri sayılan “Dava”da Kafka enigmalarla ördüğü bir suçluluk öyküsü anlatır. Okurun suç karşısındaki kavramsal anlayışıyla oynar bir bakıma. Adalet yüce ve güçlüdür oysa roman kahramanı Josef K. güçsüz bir bireydir. Dünyanın sarsılmaz mantığı fazla güçlüdür, kendi başına bırakılmış birey ancak bu güç karşısında kabul etmek durumunda bırakılmıştır. Aynı zamanda Kafka öznel suçluluk ile nesnel suçluluk kavramlarını da gündeme getirir. Her insan ahlaksal açıdan suçlu sayılabilir, özellikle din karşısında günahkâr olabilir, günahlar ya da ahlaksal bozukluklar karşısına suç olarak çıksa, yasalar önünde de dirençsiz kalır insan. Kafka suç ve günah olgularını yan yana işler “Dava”da, günahkar doğan insan burada suçludur aynı zamanda.

30uncu yaş gününde Josef K. sabah iki adam tarafından tutuklanır. “Dava” doğumgünü sabahıyla başlar. Tam bir yıl sonra, 31. yaşgününde de suçlu bulunup ölüm cezası gerçekleşmesiyle de sona erer. Dava, bir yılı anlatır. Suçlu bulunduğu andan itibaren yargılanış ve cezanın hükmü süreci işlenir. K.’nın dokunulmaz adalet sistemi karşısında kendini yok ediş öyküsüdür aynı zamanda. Kafka’nın tüm iyi romanlarında olduğu gibi Dava’da da anlam bulanıktır. Büyük olasılıkla gelecek yıllar içinde Avrupa’da güçlenecek faşist totaliter rejimleri önceden hissetmiş, adaletin kaybedildiği bir boşlukta kahramanını asılı bırakmıştır.

“Dava” okura garip bir zorunluluk hissi verir. Makine bir kez çalıştırılmış, artık önüne çıkanı öğütecektir. Romanın başlarında Josef K için bir çıkış kalmadığını anlarız, bu duygu bizi isyana sürükler. Kafka yine bu romanında çok sık yaptığı şekilde saptırılmış bir gerçeklik duygusu yaratır. Örneğin ilk bölümde yandaki odada sorguya çekilme sahnesi bir düş gibidir. Sanki kahraman her an uyanacak ve bu kâbustan kurtulacaktır. Kafka hep okurun gerçeklikten şüphe duymasını sağlar. Josef K gerçeklikten koptukça okur olarak biz de kopmaya başlarız. Gün normal seyrinde devam etse de karanlık bir gölge hep hissedilir.

K. kibirli ve fırsatçı biridir. İşyerinde astlarını küçümseyen bir tavrı vardır. Bir yandan da haksızlığa uğradığında isyan etmeyecek denli düzenin adamıdır. Düzenin bir bildiği var diye düşünür sonunda. Karmaşa içinde bir ruh halindeyken de adeta kendini suçlu hissetmeye başlar, çünkü kendinden daha güçlü bir varlık tarafından böyle hissettirilmiştir. Adalet, düzen ve kanunları hiç sorgulamadan kabul etmiş olması, kendisi haksızlığa uğradığında sorgulanmak için geçtir artık. Düzen zaten K. gibiler yüzünden başarılı olmuştur.

Ülkemizde son haftalarda yaşananlar, Kafka’nın “Dava”sını çağştırdığından olsa gerek, bu günlerde bu ünlü klasiği okumanın tam vakti. Bir sabah uyandığında suçsuz insanların kapılarına dayanmış yargıyı görünce, adaletin işleyişinden şüphe duymadan edemedi bu ülkenin çoğu vatandaşı. Bir tek insanın bile suçsuz yere yargılanması, tüm adalet sistemini sorgulamamız gerektiğini gösterir. Kafka kısa bir süre sonra görülecek Mussolini, Hitler ve Franco gibi diktatörlerin adaleti nasıl ellerinde bir alet olarak istedikleri biçimde kullanacaklarının kehanetini yapar Dava’da. Geçtiğimiz hafta ben yeniden okuma gereği duydum Kafka’yı, her yıl yeni baskıları piyasa çıkan bir kitap olarak, her zaman okurun sağduyusunu güçlendiren bir eser olarak, hep okuması zorunlu bir roman olmuştur. Her nesil için, her kültür için.

(Bu yazı Dünya Gazetesi kitap ekinde Mayıs 2009'da yayınlanmıştır.)