07 Şubat 2010

Hakan İşçen "Aşkın Haçsız Seferi"



Günümüzde evlilikleri çıkmaza sokan başlıca nedenlerin başında, kuşkusuz, toplumsal baskı geliyor. “Sonsuza dek” yalanına zorla inandırılmış tekeşlilik, sonuçta çoğu insana kendini yetersiz ve mağlup hissettirmeyi başarıyor; hâlbuki başarısızlık bireylerin değil, sonsuza dek değişmezlik vaat eden evlilik yapısında aranmalı. Günümüz romanının en sevilen konularının başında pek çok çeşitli aldatma öyküsü, aşksız evlilikler, kıstırılmış çiftler gelir oldu. 19. yüzyılda bu romanların kahramanları aşksız evlilik kıskacından kurtulma çabasındaki kadınlardı; şimdi ise (belki de kadının toplumsal yerinin güçlenmesi yüzünden) evliliğin ezdiği erkekler, kahraman oldu.

Bu hafta kitapçı raflarına giren Hakan İşcen’in “Aşkın Haçsız Seferi” adlı yeni romanı da, yasak bir aşk hikâyesi anlatıyor. Roman kahramanları Poyraz ve Duygu, yirmi yıl kadar önce severek ve isteyerek evlendikleri eşlerinden bıkmış, ortak bir zevk alanı bulamaz olmuşlardır. Her ikisi de gelir düzeyi yüksek, sık seyahat eden, lüks zevklere sahip insanlardır; birlikteliklerini, İstanbul sokaklarında tanınma korkusuyla rahat yaşayamazlar ama Londra, Amsterdam, Hong Kong’da özgürce aşklarının tadına varırlar. Roman baştan sonra bu iki aşığın üzerine yoğunlaşıyor, yazar özellikle başka karakter koymuyor araya ve adeta okurun Poyraz ve Duygu’ya odaklanmasını istiyor. Birinin karısı ve çocuğu diğerinin kocası çok silik ve arka plandalar; ayrıca ortak dostları olmadığı gibi, roman boyunca başka vesillelerle konuya dâhil olan bir tek dost da yok. En yakın arkadaşlarına bile söylemedikleri bir aşk yaşıyor gibiler, çünkü romanda başka kimse görünmüyor. Beş yüz sayfa boyunca süren aşk öyküsünü sadece iki karakter kullanarak anlatıyor İşcen fakat ilginç bir yöntemle romanı kalabalıklaştırmayı başarıyor. Roman boyunca Poyraz ve Duygu farklı benliklerle karşımıza çıkıyorlar. En âşık oldukları anlarda Çizgi ile Buğu; en umursamaz anlarında Selim ve Nazan; endişeli anlarında Gölge Adam ile Gölge Kadın oluyorlar ayrıca içlerinde toplumsal baskıları temsil eden, aşklarını özgürce hissetmelerini engelleyen benlikler de yok değil, onlar da eşlerini ne kadar üzdüklerini, yanlış yaptıklarını söylemeden durmuyorlar. Böylece iki kişiyle başlayan ama bazen altı kişiye çıkan bir koro da olabiliyorlar.

“Aşkın Haçsız Seferi”nde iç sesler ayrı bir önem taşıyor. Anlatı bazen dışardan, bazen de kadının ya da erkeğin iç sesleriyle aktarılıyor. Aynı olayı farklı açılardan görmemize yaradığı gibi, karakterlerin de içine sokuyor bizi. İç seslerin duyulduğu bir kaç bölümde sesin kime ait olduğunu anlamamak benim iyice hoşuma gitti. İlk başta kadının sandığım enigmatik ses sonra erkeğe ait çıktı. Sanırım yazar “biz” olma haline vurgu yapmak için bu iç sesleri karıştırmamızı istedi.

Sondan Başlamak

“Aşkın Haçsız Seferi”nin çok ilginç bir yapısı var. Nisan 2005 ile başlıyor ve her bölümle zamanda geri giderek, Poyraz ile Duygu’nun tanıştıkları 2001 yılına kadar geriliyor. Sonra buradan 1980’lere kadar gidip her ikisinin de eşleriyle nasıl tanıştığı ve evlendiği öyküsü anlatılıyor. Geçmişteki bu duraklardan sonra zaman bu sefer ileri doğru akmaya başlıyor. Görsel olarak roman, çifte dikiş giden bir makine gibi: zamanda geri giderken anlattığı yılları sonra ileri giderken tekrar anlatıyor fakat bu sefer okur ilişkilerin kaynağını biliyor. Sonunda roman, başladığı zamana yakın bir zaman diliminde bitiyor. Adeta yazar okuru çıkardığı yolculukta yeniden başlangıç noktasına getiriyor. Tam tur atılmış ve tamamlanmış bir yolculuğun sona ermesi gibi bir bütünlüğe sahip roman.

Roman kahramanı Duygu, orta yaşlı (sevdiği adamdan birkaç yaş büyük) ve kendine güvenini yitirmeye başlamış bir kadın. Roman boyunca her iki sayfada bir, Poyraz tarafından güveninin tazelenmesi gerekiyor, hiç durmadan güzel buluyor mu, aşkı bitecek mi, ayrılacaklar mı, hep sevilecek mi, göğüslerini fazla mı küçük buluyor, yaşlandığında yanında olacak mı gibi sorulara boğuyor sevdiği adamı. Yanıtları her zaman endişelerini giderecek yönde olsa da, Duygu’yu rahatlatmaya yetmiyor. Duygu aslında fazla ilginç bir kadın değil, hayatında aşktan başka hiç bir şeyi yok gibi. Yoğun bir işi olmasına rağmen, ne bir hobisi ne de bir tutkusunu hissediyoruz, görünen tek tutkusu Poyraz’a duyduğu aşk. Oysa Poyraz onunla buluşmak üzere beklerken okuduğu kitaplarla, yazdığı çok güzel şiirlerle, yelkene doğaya felsefeye ilgi duyan biri. Konuşmalarında da ilgi alanının genişliği hissediliyor; Duygu’nun ise birkaç yerli film bilgisi dışında bir konuyla yakında ilgilendiğini görmüyoruz. Ayrıca Poyraz’ı elinde kitapla gördüğünde ne okuduğuna ilgi göstermemesi ya da yelkenle çıktıklarında beceriyi alaya alışıyla fazla derinliği olmayan bir kadın tiplemesi olarak görülüyor. Onun için sadece sevilmek önemli. Bu tek boyutundan roman boyunca çıkmıyor. Bu yüzden de Poyraz’ın aşkını anlarken, Duygu’nun aşkını tam anlayamıyoruz. İşcen özellikle Duygu karakterini fazla boyutlu yapmayıp belki de aşka yoğunlaşmasını sağlamak istedi. Okur da aşkın bu kadın için ne denli zorunlu olduğunu bu şekilde anlıyor. Yaşam ile ölüm kadar önemli aşk ve aşksızlık. Duygu’nun orta yaşında bulduğu aşkı kaybetmekten deliler gibi korktuğunu anlıyoruz. Poyraz’da göreceği en ufak bir duygu gerilemesini kaldıracak halde değil; bir gün telefon biraz geç çalsa, üsteleyici aşk sözcüklerini söylemese ya da güzelliğine övgü yağdırılmasa, hemen umutsuzluğa kapılıyor. Bir başka ilginç nokta, Duygu’nun arkadaşının olmaması. Genelde aldatma öykülerinde yakın dostlar önemli rol oynar, bu romanın kahramanları için durum böyle değil. Seyahatleri sırasında tanıştıkları birkaç yabancıdan başka kimseyle konuşmuyorlar. Bu da yazarın karakterleri duyguları içinde iyice izole etme tekniklerinden biri olarak görülebilir.

Duygu’nun soruları ve endişeleri genelde şu cinsten oluyor: “Ya bir gün buraya gelirken, şu an geldiğimiz heyecanla, şu anki duygularla gelemezsek?” “Gerçekten istiyor muyuz zincirlerden kurtulmayı?” “Kendimizi mi kandırıyoruz?” “Sanırım seni kaybetmek köpek gibi korkuyorum.” “Aşk umurumda değil, ben sadece seni kaybetmek korkuyorum.” “Onlar da bir seminerde karşılaşmamışlar mıydı? Genç ve güzel bir kadınla pekâlâ ikincisi yaşanabilirdi?” Bunca şüphe dolu soru, romanı da farklı bir formata sokuyor. İşcen roman boyunca tüm duyguları sorgulama fırsatı veriyor okura. Roman boyunca bütün duygular sürekli sorgulanıyor. Yazar özellikle çok soru soran, az yanıt veren bir roman sunuyor bize. Aşkın ne olduğunu adeta kendi içinde anlamaya çalışan bir yapıda yazılmış.

“Aşkın Haçsız Seferi” aldatma hikâyelerindeki entrikayı her boyutuyla veren bir roman. Bu yönüyle aldatma öyküleri bir anlamda dedektiflik öykülerine benzer. İlk açık nerede verilecek paniği, hiç bitmeyen parçasıdır bu tür ilişkilerin. Poyraz ile Duygu için de durum farklı değil, bir yandan yakalanmaktan delicesine korkarken, diğer yandan yakalanıp rahatlama isteği de yok değil. Yine de roman boyunca eşlerin fark edeceği detaylara dikkat ederek, tanıdık kimselerle karşılaşmamaya özen göstererek, gölge adamlar olarak yaşıyorlar. Bazen bütün bu gizliliğin yarattığı heyecan aşkın kendisinden bile fazla oluyor. Gizliliğin yarattığı heyecanın doğasına çok kereler değiniyor Hakan İşcen ayrıca aşkın sonsuzluğunu da sorguluyor. Özellikle her ikisinin eşlerinin masallardaki gibi “kötü” olarak sunulmaması iyi oluyor. Poyraz âşık olup evlenmiş ve evliliğinin ilk yıllarında çok mutlu olmuş biri; buna rağmen yıllar içinde heyecanlarını yitirmiş, konuşacak ortak konuları kalmamış, sıradanlaşmış aşksız bir birlikteliğe dönüşmüştür evliliği. Romanın özünde, içinde şiddet ya da nefret gibi aşırı duyguların olmadığı, kavganın da pek uğramadığı, “normal” evlilikler var. Ne Poyraz ne de Duygu uçlarda bir mutsuzluk yaşamıyorlar sadece zaman içinde azalmış aşkları ya da sevgileri onları başka yöne sürüklüyor. Tam da bu noktada durup düşünmek gereği duyuyoruz, eğer hiç sorunsuz başlayan ilişkileri bittiyse, şu anda sürdürdükleri ilişkinin de biteceği kesin değil mi? Hakan İşcen aşka övgü yazıyor fakat aşkın sonsuzluğunu sorgulamadan edemiyor. Roman bu açıdan okuru düşünmeye itiyor.

İşcen daha önce “Yaratıcı Yazarlık Kursu” adlı öykü kitabıyla dikkat çekmiş, ilk romanını merakla beklediğim yazarlardan biriydi. Romanın yapısı özellikle edebiyat meraklılarının ilgisini çekecek türden; konusu ise herkesin seveceği gibi...


(Bu yazı Radikal gazetesinin 22 ocak 2010 tarihli Kitap Ekinde yayımlanmıştır.)

İnci Aral "Sadakat"


Her yeni kitabı heyecanla beklenen yazarlardan biridir İnci Aral. En güzel yazdığı konuların başında her zaman evlilik içinde metamorfozlar geçiren kadınların öyküleri gelir. Yeni romanı “Sadakat” bu anlamda tam bir İnci Aral klasiği olarak düşünülebilir fakat burada sadece kadının değil, erkek kahramanın da uzun süreli ilişki içinde uğradığı kişilik değişimini anlatmış.

İnci Aral’ın kadın kahramanları genelde toplumda saygın yeri olan, güçlü ve hoş kadınlardır. Birçoğu ünlü sanatçılardan, akademisyenlerden oluşan kadın kahramanlar arasında birkaç tane de çarpıcı, kendini var etmiş, hırslı kadın tipleri hatırlıyorum. Örneğin “Mor”da babası kapıcılık yapan, annesi evlere temizliğe giden, ama çok varlıklı bir erkekle evlenerek sosyal statüsünü yenilemiş kadın da geliyor aklıma. “Sadakat”ın kahramanı Azra bu kadınlara benzemiyor. Hem silik hem de hayatını ancak bir erkeğin hayatıyla bağladığı zaman değerli bulan kadınlardan. Erkeğe ekonomik güvence gözüyle bakan biri değil Azra, onun erkeğe olan bağımlılığı, varlık nedenini ancak sevildiğinde bulmasından kaynaklanıyor. Görür görmez aşık olduğu yakışıklı Ferda da onun için kısa zamanda var olma nedeni oluyor.

“Sadakat” hapishane koğuşunda başlıyor. Azra hapishaneye, yedi yıldır evli olduğu Ferda’yı öldürme iddiasıyla atılıyor. Avukatının verdiği defter ve kalemle o anda içinde bulunduğu durumu anlatmaya başlıyor, ardından Ferda ile tanışmalarıyla başlayan ve Ferda’nın ölümüyle sona eren birlikteliğini anlatıyor. İlk satırdan itibaren çok mantıklı ve düzgün cümlelerle kendini ifade etmesine rağmen, birşeylerin tam da yolunda olmadığını sezdiriyor. Roman, sadece Azra’nın tanıklığından oluştuğu için, onun ruh halinden ve onun akıl yürütmesinden yola çıkan bir anlatının içine giriyoruz. Zaman zaman mantıksız davranışlarını haklı görebiliyor, basit yalanlara kanmasına kızıyoruz. İnci Aral, okuru bir görüş açısına hapsedip, olayları anlatıcı Azra’nın açısından görmemizi sağlıyor. Bunu çok akıllıca yapıyor yazar, Azra’ya hak vermesek de, onu anlayacak kadar tanıyoruz sonunda.

Hayatında bir erkek olmadan hayatın anlamsız olacağı öğretilen bir kadın olarak Azra, her defasında kendini sevmeyen erkeklere razı oluyor. Öğrencilik yıllarında bir çeşit tuzağa düşürerek evlenmeyi becerdiği ilk eşi gibi, Ferda da ilk başından beri başka şeyler peşinde. Aral bunu birkaç hoş detayla anlamamızı sağlıyor. Örneğin Ferda, daha Azra ile tanışmadan önce onun malvarlığı hakkında bilgi edinmiş, kasabadaki arsalarını ziyaret etmiştir. Bu bilgiyi Azra öğrenince kızacağını ya da en azından şüphe duyacağını sanarken, “(k)arşılaşmamızın bir rastlantı olmadığı belliydi ama gocunmadım bundan. İnsanlar aşk filmlerinde de önceden yazılmış bir senaryoya uygun olarak bir araya geliyorlardı” diye kendini inandırıyor. Aslında roman boyunca hep hayallerini süsleyen bir hayat içinde görmek istiyor kendini ama bunun olmadığını bildiği için de gittikçe hırçınlaşıyor.

Son yıllarda aldatma konulu film ve romanların istilasına uğradığımızı söylemek yanlış olmaz. İnci Aral, konuya aldatma nedenleri ve aldatma oyunları açısından bakmak yerine, sadakat açısından bakmayı tercih etmiş. Roman kahramanı Ferda “Evde kıskanç, mızmız, gözü yaşlı bir kadın varsa erkek dışarı kaçar” sözlerini roman içinde çok kereler yineler. Aynı şekilde Azra’nın babası karısını aldatır ve Ferda’nın babası da aynı şekilde karısını aldatır. Romandaki tüm erkek karakterler mutlaka eşlerini aldatırlar. Ferda’nın sözünü ettiği gibi kadınlar aldatıldıkları için mi hırçınlaşır, yoksa hırçınlıkları mı kocalarını ev dışında maceralara iter, bilinmez tabii. Azra annesini “alımlı sarışınlığında kendini beğenmişliğin gölgesi belirgin sert bir kadındı” diye tanımlar. Sanki babasının evlilik dışı ilişkisini annesinin sertliğine bağlar gibidir. Ayrıca Ferda çok sık özgürlüğünün kısıtlanmasını onu boğduğunu, evliliğin özgürlüğü kısıtlamaması gerektiğini söyler. Ferda’nın bu fikirlerine karşı çıktığını görmeyiz Azra’nın. Sanki kabul eder. Aslında düşünsel olarak ona uzak gelmez Ferda’nın sözleri, çünkü neye karşı çıkacağını bilemez. Soyut genellemeler yapıldığında karşı çıkmadığı düşünceler hayatına deneyim olarak girince, yaklaşımı bambaşkadır.

Aslında İnci Aral çok önemli bir noktaya değiniyor romanında. Özgürlük ve sadakat bir karşıtlık mıdır sorusunu uyandırıyor okurun zihninde. Sadık kalma zorunluluk olduğu zaman, insan özgür olabilir mi? Kuşkusuz buradaki en önemli nokta, özgürlüğün cinsel özgürlüğe indirgenmiş olması. Ferda kesinlikle cinsel özgürlüğünün kısıtlanmış olmasını engellenmişlik, kısıtlanmışlık, baskı altına alınmışlık olarak görüyor. Zihinsel özgürlük alanına gereksinim duyacak biri olmadığı için, evliliği özgürlük kısıtlayıcı olarak görmesi çok normal.

Azra-Ferda ilişkisinin en büyük sorunu bu noktada yatıyor. Azra kocasının “ufak tefek,” “önemsiz,” “adını bile hatırlamadığı” sanal ya da ev dışındaki, “kaçamaklar”ına göz yummaya hazır çünkü bir erkek bulmuşken onu kaybetmek istemiyor. Kadına verilen toplumsal değerden fazlasını hak ettiğini düşünmüyor sanki. Neyin küçük kaçamak neyin büyük ihanet olduğu noktadaki karmaşıklık tüm düzenini sarsıyor.

Romanda dikkat çeken şeylerin başında Azra’nın anlattığı eski mutlu günler. Geri dönüşlerle Ferda ile ilişkilerinin ilk yıllarını abartılı bir tablo çizerek anlatıyor. “Eski evimi yeniledik önce. Ferda’nın hoşuma giden şık deyişiyle günün yaşama koşullarına uygun, yine de özgünlüğünü ve havasını bozmamaya özen göstererek. Geleceğimize ortaklaşa yatırım yapmanın heyecanıyla tazelendi aşkımız. Aylarca perdesinden kapı tokmağına yeni yuvamızı yaratmakla uğraştık. Evimize birlikte bir şeyler beğenip seçmenin zevkini yaşıyor, bir musluk, döşeme taşı ya da boya rengi için çekişmekten bile haz alıyorduk” diye anlattığı günlerin sonradan o denli huzurlu ve mutlu olmadığı ortaya çıkıyor. Aslında ilk baştan beri sorunları olan bir çift Azra ile Ferda. Karşılıklı güvensizlik ilk günden beri her ikisinin de içini kemiriyor. Azra hep “aşk”larından söz ediyor fakat Ferda’nın aşık olduğunu söylemek çok zor. İlk sevişmelerinde Ferda’nın ilgisizliği ve sevişmeden uyuması, hep aşktan söz eden Azra’nın sözlerinden şüphe duyulmasına neden oluyor. Azra’nın aşkı ise ilk başından itibaren hastalıklı. Hayalleri ile gerçeklerin nerede başlayıp bittiğini anlamak zor.

İnci Aral, “sonsuza dek” yalanıyla kandırılmış bir neslin tekeşliliğe bakışını çok güzel anlatıyor bu romanda. Azra gibi sıradan bir kadının güvensizliği, Ferda gibi kolayca kadınları etkileyen bir erkeğin yanında sürekli artmak zorunda. Azra’nın güvensizliği onu daha baskıcı, daha hoşgörüsüz yaparken, Ferda için kaçma nedeni oluyor. Kısırdöngü içine girdiklerini fark etmelerine rağmen (romanda iki kez söylüyor bunu kahramanlar) bundan nasıl çıkacaklarını bilemiyorlar.

Genelde aldatma konulu romanlarda kadın ve erkek kahramanlar klişeleşmiş çıkarlar karşımıza. Aldatan erkekler bir yanda, kıskanç kadınlar diğer yanda genellemelere maruz kalırlar. İnci Aral, Azra ve Ferda karakterlerini genellemeler dışında geliştirmeyi başarmış bu romanda, hiç klişelere düşmeden, kişilik kazandırıyor kahramanlarına. Azra gerçekten de sıradan bir kadın ama takıntılı zihniyle sıradışı bir kişilik kazanıyor gözümüzde. Aral sıradan kadın erkek sorunlarına takılı kalmıyor romanda, Azra ile Ferda’nın öyküsünü okuyoruz ve bu çok benzersiz bir öyküye dönüşüyor. Başta, aldatma ve sadakat konularının çok sık ele alındığını söyleyerek başladım ama İnci Aral’ın “Sadakat”ı son zamanlarda bu konuyla ilgili okuduğum romanların en iyisi. Çok sevileceğini tahmin ettiğim, sürükleyici ve düşündürücü bir roman. Mutlaka okunmalı.

İnci Aral

“Sadakat”

Turkuvaz Yayıncılık, 2010

278 sayfa.

(Bu yazı Dünya Gazetesi, Kitap ekinin Şubat sayısında yayımlanmıştır.)

ŞIK KİTAPLAR

Başlığı görünce belki içinizden bütün kitaplar güzeldir diyeceksiniz. Öyledir, fakat bazıları tasarımına özen gösterilmiş bir sanat eseri gibi dururlar kitaplığımızın raflarında. Ancak maliyeti fazla olduğu için, Türkiye’deki yayınevleri bu tür kitapları genelde basmak istemez, sadece ünlü bir kaç fotoğraf sanatçısının kitabı ve birkaç tane de ünlü yemek kitabı bu alanda nadide eserler olarak dikkat çekerler.

Gerçekten de ülkemizde hobi ve sanat kitaplarının oranı, genel yayın yelpazesinde küçük bir yer kaplar. Şık kitaplar derken, ilk başta kuşkusuz sanat kitaplarından söz ediyorum. Sanat kitaplarının özellikle de yağlıboya tabloların basımı hem çok zahmetli hem de çok pahalıdır, bu yüzden de iyi kalitede sanat kitapları, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada nisbeten az yayınlanır, bunu kabul etmek zor değil. Fakat bir başka konu var ki, yabancı yazarların renkli ve pahalı baskıları kitap raflarında yerlerini alırken, kendi yazarlarımızın benzer eserleri yayıncılar tarafından aynı ilgiyi görmüyor. Örneğin, ülkemizdeki akademisyenlerden sanat tarihi kitabı siparişinde bulunan yayınevi var mıdır bilmiyorum. Halbuki bu tür eserler, yazarın talebiyle değil, yayınevinin talebiyle oluşur. Bir yayınevi editörü belli bir konuda yayında eksiklik hissettiğinde, örneğin Cumhuriyet dönemi kadın ressamlar konusunda bir kitap olmadığını fark eder ve bunu yazacak, yayına hazırlayacak bir ekip kurar. Ya da Anadolu şarapları konusunda hoş bir kitap bulunmadığını fark eder. Hobi ve sanat kitaplarının oluşum süreçleri roman ve öykü kitaplarından çok farklıdır. Bunların oluşumunda editörün çok daha önemli bir rolü vardır.

Şık kitapların eksikliği diyerek söze başladık, yine de son yıllarda yemek ve hobi kitaplarındaki artışın sevindirici olduğunu eklemek gerekir. Benim özellikle çok hoşuma gidenler arasında Deniz Gürsoy’un “Şarap” “Çikolata” ve en son yayınlanan “Puro” kitapları var. “Puro, Mavi Dumandaki Lezzet” puronun tarihçesiyle başlıyor ve bir dönemin reklam afişleriyle renkli bir yapı kazanıyor. Ayrıca Alfred Hitchcock’tan, Fidel Castro’ya; Winston Churchill’den Demi Moore’a purolu ünlülerin fotoğrafları kitabı süslüyor.

Fotoğraflar, resimler ve çizimlerle zenginleştirilmiş kitaplar elbette sadece yiyecek, içecekle ilgili olanlar değil, gezi kitapları da bu türün sevilenleri arasındadır. Benim en hoşuma gidenler ise yelkencilik ve deniz üzerine hazırlanmış, güzel resimlerle donatılmış kitaplardır. Bunları İngilizce ya da Fransızca bulmak Türkçe bulmaktan ne yazık ki daha kolaydır. İstanbul’daki birçok kitapçıya girdiğinizde de örneğin Kapadokya ya da Ege sahilleri hakkında yayımlanmış en hoş kitaplar Türkçe değil İngilizce olarak çıkar karşısınıza. Kendi sahillerimizi bile bir İngiliz ya da Amerikan yayınevinin bastığı kitapta görmemiz acı vericidir. Bu kitapların Türkçe örnekleri ise genelde tatmin edici olmaz. Aynı şeyi gezi kitapları için de söylemek mümkün, bunlarda da bazen çok kaliteli yazılar bazen de çok nitelikli fotoğraflar olur ama ender olarak her ikisi aynı kitapta buluşurlar. Elime geçen birkaç kitap arasında ya fotoğraflar amatörce, ya gezginlik ya da anlatı. Bu türden kitapların çok iyi olması için belki yöreyi iyi bilen bir rehber, usta bir fotoğrafçı ve aynı ustalıkta bir kalem bir araya gelmelidir. Turist rehberlerinin yazdığı kitaplarda ise, satıcı tonunda gidilen yerler fazla abartıyla, sadece olumlu özellikleriyle ele alınır. Bu türde, her üç öğesiyle tatmin eden kitap sayısı fazla değildir ne yazık ki.

Bir kaç dalda aynı anda uzmanlık gerektiren bu kitapların dışında, bir de derleme kitaplar vardır. Bunların, yukarda bahsettiğim kitaplar kadar masraflı yapımı yoktur fakat benzer şekilde editör elinden geçmeleri gerekir. Bir şairin bir dönemi ya da tüm eserleri; klasiklerden oluşan bir dizi; sevilen bir gazete yazılarının derlenmesi, ortaya hoş kitaplar çıkarır. Genelde bunlar roman ya da öykü kitaplarına nazaran daha albenili, hoş kapaklı, hatta belki ciltli olarak yayınlanır. Buna güzel örneklerden biri Faruk Şüyün’ün “Beklemek ve Ummak” adı altında topladığı denemeleri gösterilebilir. Nazım Hikmet, Dağlarca, Atilla İlhan gibi şairlerden beslenen metinler, yazarın gezilerini, düşüncelerini ve çok özel anılarını kapsıyor. Uzun bir dönemin ürünü olan bu türden derlemeler, aynı bir yazarın ya da şairin derlenmiş eserleri gibi hediye olarak vermeye uygun şık kitaplar kategorisine de girerler.

Son olarak yılbaşı hediyesi olmak için belki biraz geç piyasaya çıktılar ama Alfa yayınlarının “Çikolata” “Kurabiyeler” ve “Kokteyller” kitapları tam anlamıyla göz doldurucuydu. Ayrıca İş Kültür yayınlarından “Çikolatalı ve Kahveli Tarifler,” İnkilap kitabevinden de “Görsel Rehberler 4: Şarap” geçtiğimiz yılın en güzel kitapları arasındaydı. Bu sene biraz daha yaygınlaşmaya başlayan bahçe ve çiçek kitapları da sevindiriciydi. Özellikle çeviri olmayan birkaç tanesinden söz etmek isterim: Nejat Ebcioğlu’nun “Bahçe Çiçekleri” (İş Kültür) Yıldız Demiriz’in “Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği” (Yorum Sanat) ve Gülnar Önay ile Haluk Şahin’in “99 Sayfada Bahçe, Balkon ve Ev Bitkileri” (İş Kültür) kitapları dikkat çekiciydi.

Bunlardan çok farklı ama baskı kalitesiyle öne çıkan bir de çizgi romanlardan söz etmek gerekir. Çocukluğumuzun Tom Miks, Zagor, Kaptan Swing ve Teksas’larının hala varlıklarını sürdürdüklerini Kitap fuarında görmek hoş geldi. Bu işi ciddiye alarak sürdüren çok sayıda yayınevi var, bunların başında İthaki ve Oğlak yayınları geliyor. Bir de sanatsal değeri olan bir takım çizgi romanlar daha var ki, onlar çok daha ender çıkıyor okurların karşısına. Çizgi roman denildiğinde hala çocuk kitapları geliyor akla ilk başta, oysa bu tür pornografikten maceraya, masallardan klasiklere çok geniş bir yelpazede türler sunabilir. Geçtiğimiz yıl nitekim çizgi romanın albenisini keşfeden yayınevleri oldu. İlk başta “Macbeth” “Madame Bovary” gibi klasikleri hoş çizimlerle sunan NTV yayınları oldu. Bu kitaplar özellikle gençleri kitaplara yakınlaştıracak, yeni okurlar kazandıracak yapıtlar olarak görülebilir.

Yeni yılda, şık ve güzel kitapların artması umuduyla, hepinize şık ve güzel bir yıl diliyorum.

(Bu yazı, Dünya gazetesinin Ocak ayı Kitap ekinde yayımlanmıştır.)