19 Ekim 2007

Salman Rushdie "Soytarı Şalimar"


HİNDİSTAN’IN ÖYKÜSÜ


Salman Rushdie son romanı “Soytarı Şalimar”da Hindistan tarihini eşsiz bir paralellik içinde birkaç kahramanın yaşamı içinden kurgulayarak anlatıyor. Roman kahramanlarına yüklediği aşk, ihanet, öfke ve hırs, bir ülkenin sömürülme ve parçalanmasının öyküsüne dönüşüyor. Bu romanında da sihirli gerçekçilik ustası olarak okuru büyülüyor.
“Sihirli gerçekçilik”, gerçek bir anlatımın içine yerleştirilmiş olağanüstü, hatta olanaksız olayları bir eğretileme haline sokarak inandırıcı kılar. Fantastik ve mistik öğeler çok olağan bir dille anlatılır ama fantastik anlatım romanın realist dokusuna zarar vermez, arka planda halk ayaklanmaları, devrimler, cinayetler fonu yaratırken, bazen folklorik bazen de masalsı bir anlatım, sanki atalardan beri anlatılagelmiş abartılı kahramanlık destanlarını yeniden kelimelere döker. Gözyaşları bir anda pırlanta tanelerine dönüşür, bir haykırma sesi engin denizlerde fırtınalara neden olur, çamaşır asan bir kadın elinde çarşaflarla cennete uçar... ve bunların hiçbiri romanın anlattığı gerçekliği zedelemez, aksine kahramanlara ve olaylara yoğunlaşmamızı sağlar.
Salman Rushdie, “Soytarı Şalimar” romanında kanlı yirminci yüzyıla damgasını vurmuş tarihsel olaylar ve politik gelişimlerin temel oluşturduğu yaşamları anlatıyor. Roman beş ana bölümden oluşuyor ve çok simetrik bir yapıya sahip. Birinci ve beşinci bölüm farklı başlıklar taşısa da, aynı kişiyi anlatıyor. Diğer bölümler de birkaç nesil öncesinden başlayarak sonra son bölümde tekrar aynı noktaya getiriyor.
Birinci bölüm Hindistan, ama burada anlatılan bildiğimiz ülke Hindistan değil, Hindistan Amerikalı bir diplomatın Hindistan’a görevli olarak gittiği yıllarda oralı bir kadından olan evlilik dışı kızının adı. Roman, Hindistan’ın yirmi dört yaşına bastığı gün başlıyor, yıl 1991, yer Los Angeles. Artık iyice yaşlanmış ama hâlâ kadınların çekici saydığı büyükelçi, kızının evinin önünde onun doğum günü için aldığı son model spor arabayla gelip onu yemeğe götürüyor.
***
“Soytarı Şalimar” çok geniş bir coğrafyayı anlatmaya girişmiş, ayrıca tüm yüzyılı da kurguya dâhil etmiş. Romanın neredeyse tüm kahramanları genetik ve kültürel anlamda geniş bir yelpazede yer alıyorlar. İlk başta sadece Amerikalı diplomat kimliğiyle tanıdığımız Max, aslında Fransız Yahudisi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direnişine katılmış ve kahramanlığıyla ün salmış, daha sonra da direniş sırasında tanıştığı İngiliz kadınla “yüzyılın romantik ilişkisi” şeklinde gazetelere geçen bir aşkla Amerika’da evlenmiş. Max’ın hayat hikâyesi hemen bizi çok kültürlülük hatta kültürler üstü yaşamların anlatısına sokuyor. Bir başka açıdan da, hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlamamızı sağlıyor. Herkesin geçmişinde karanlık noktalar ya da efsaneleşmiş kahramanlıklar var, ama Rushdie’nin anlatımında, iyilik ve kötülüğün eşit dozlarda roman kahramanlarına dağıtıldığını görüyoruz. Kimse saf kötü olmadığı gibi, tabii iyi de değil.
Bu romanının belki de en hoş özelliği, Hindistan (kişi) ile Hindistan (ülke) arasında simgesel bağlantılar kurması. Hindistan’ın annesi bir Keşmirli, üvey annesi ise İngiliz. İngiliz annesiyle geçirdiği çocukluk ve ergenlik yılları mutsuzluklarla dolu, başkaldırı ve özgürlük isteğiyle geçirdiği zamanların ardından elbette Hindistan tarihi gibi, bol kana bulanmış bölünmüşlük var.
Hindistan’ın babası Max Ophuls’la da mesafeli ama tutkulu bir ilişkisi var. Ayna karşısında çıplak bedenine bakarken babasının bedenini hayal eden genç kadın, bunu bir sapkınlık olarak değil, babasına karşı duyduğu tutkuyla yapar. Erkekler onu çekici bulur ama o kolay ilişkiyi giremez, temelde erkeklere güvenmemesi, ünlü bir çapkın olan babasının aniden ortadan kaybolmaları ile bağlantılı olara gelişmiş bir güvensizliktir. Hindistan hakkında bildiğimiz bir diğer şey, otel odalarında porno film seyretmeyi sevmesi ve gece uykusunda ürkütücü hırıltılar çıkararak olası sevgili sayısını azaltmasıdır.
***
Rushdie, geçmiş Hindistan günlerini barış ve huzur dolu bir dönem olarak aktarıyor. Romanın en önemli bölümü Himalaya’ların eteklerinde, Keşmir’de bir köyde geçiyor. Burada nesiller boyu süregelen, Hindularla Müslümanların huzur içinde birlikte yaşadıkları günler hızla yok olmaya başlamıştır. Sömürgeci güçler parçalanmaya destek olurlar, halk da daha önce ayırt etmedikleri dini ve etnik farklılıkları önemsemeye başlar. Kâhinin de dediği gibi, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Keşmir’de yaşanan gerilimi iki gencin öyküsüyle anlatılıyor. Müslüman ip cambazı Şalimar ile Hindu dansçı Bunyi’nin aşkları ilk başta köyde telaş yaratıyor. Telaş anlaşmazlık ya da ailelerin uyumsuzluğundan kaynaklanmaz, sorun daha basit bir noktaya kilitlenmiştir: iki genç, Müslüman düğünüyle mi yoksa Hindu gelenekleriyle mi evlenilecektir. Ailelerin hoşgörüsü bugünün gözüyle bakınca inanılmaz görünür fakat farklılıkların sorun yaratmadığı bir dönemde yaşıyordur hala Hindistan.
Şalimar ile Bunyi’nin aşkı güzel başlar fakat evlendiği gün Bunyi, bu yaşamda boğulacağını hisseder. Bundan sonra, aklındaki tek şey bir an yaşamını önce daha iyi bir hayat ile değiştirmektir. Fakat küçük hazlar ya da küçük zaferler peşinde değildir, ulaşılmaz görüneni, dünya çapında şöhreti ister. Karşısına kendinden yaşça büyük, efsanevi üne sahip büyükelçi Max çıkınca, onu dansıyla baştan çıkarır ve ona “büyük bir dansçı olmak istiyorum… bana yolu göster” der. Max, tabii yapacağını ama karşılığında ne alacağını sorduğunda da “istediğin her şeyi, istediğin anda yapacağım. Bedenim senin emrinde olacak ve sana itaat etmekten mutluluk duyacağım” diye yanıtlar.
İki ülke arasındaki anlaşmalar gibi her ikisi de alacaklarından memnundur fakat bir zaman sonra Bunyi, özgürlük yerine, bir esaretten diğerine geçtiğini fark eder. Ülkesini, ailesini geride bırakması, bir anlamda herkese ihanet etmesi, sanki tarihi olayların gelişimini simgeler. Huzurlu evliliği, artık sonsuza kadar yok olmuştur, aynı ülkesi için huzurlu barış günlerinin yok olması gibi. Bunyi’ye güzel bir gelecek sunan büyükelçi aynı zamanda ülkenin bölünmesi için azınlıkları silahlandırıyordur. Bundan sonra yaşam Bunyi için olmadığı gibi, Hindistan için de hızla parçalanmaya doğru gider.
“Soytarı Şalimar” özellikle Keşmir’i anlattığı satırlarda olağanüstü bir güzellik yakalıyor. Bedenini satmaya hazır dansçı kızın dramı ile koca bir ülkenin dramını anlamamızı sağlıyor. Aslında üçüncü dünya ülkeleri üzerinde oynanan oyunlar karşısında yazarın ne denli net bir bakışa sahip olduğunu da görüyoruz.
Biraz da romanın olumsuz yanlarından söz edersek, ilk bakışta dikkat çeken, Hindistan’la ilgili bölümler ne denli güzelse, ikinci dünya savaşı yıllarında Franko-Alman savaşı ve direnişle ilgili bölümlerin de o denli sıradan olduğu. Buradaki anlatım gazeteci ağzından öteye gidememiş, yazarın diğer bölümlerdeki alaycı, komik ve bir o kadar da acı dolu kalemi burada sadece araştırmacı bir yazarın kalemine dönüşmüş. Doğuyu anlatırken kullandığı şiirselliği Batı savaşını anlatırken kullanamamış ve bence bu önemli bir eksiklik. Neyse ki bu eksiklik romanın bütünlüğünü etkilememiş.
Bir de romanın çevirisinden söz etmek gerekir, çünkü bu kalitede bir çeviri uzun zamandır okumadım. Salman Rushdie çok zor çevrilen bir yazar olarak bilinir, gerçekten de tümcelerinde küçük labirentler yaratmayı çok sever. Bazen gizli özne kullanarak okurun şaşırmasını sağlar. Ayrıca, İngilizce yazar ama uzak bir kültürden beslenir ve eserlerinde başka dilleri kullanmaktan hoşlanır. Tüm bu nedenlerden dolayı, çevrilmesi kolay değildir. Çevirmen Begüm Kovulmaz nefis bir iş başarmış, sanırım böylesi bir çeviri sayesinde ülkemizde de çok sevilen yazarlardan biri olacak.

Soytarı Şalimar / Salman Rushdie / çev.: Begüm Kovulmaz / Can Yayınları / 445 sayfa.

Ian McEwan "Cumartesi"


TEHDİT ALTINDA BİR GÜN

Sanat yapıtlarının bazen doğrudan güncel olaylardan, politikalardan ve krizlerden etkilendiğini görürüz. Birçok romancının son yıllarda kalemlerinin 11 Eylül olaylarına takılıp kaldığını görmek aslında pek şaşırtıcı değil, özellikle Batının gündemine bir anda çakılan İslamiyet, edebiyat eserlerinde o denli tekrarlanan konulardan biri haline geldi ki, konuyu merkezine almayan ya da ucundan bucağından konuya değinmeyen roman neredeyse bulunmaz oldu.
Günümüzün önemli yazarlarından Philip Roth ve John Updike son romanlarınla “Post-11 Eylül” dönemini başlattılar bile. Konu New York, Londra gibi “tehdit” altında şehirler olmadığında da, Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer (“Ayartma”) Müslüman bir göçmen ile kültür farklılığı üzerine ya da Salman Rushdie (“Soytarı Şalimar”) bir teröristin zihninin içine giren romanlardan geri durmadılar. Bunlar, sadece bir anda akla gelenler, biraz daha derin araştırıldığında romandaki 11 Eylül etkisinin ne denli kabarık bir rakama ulaşacağını tahmin etmek bile olanaksız. Edebiyatın gündemine terör bir kez girmiş oldu. Neyse ki ilk başlarda Batı’da yazılan “Batı, Müslümanların saldırısı altında” türünden gelişmemiş zihin yapısı sergileyen kitaplar, yerlerini biraz daha derinlemesine kültür farklılığını anlamaya çalışan romanlara bıraktı.
Bunca farklı yazarın romanlarından bahsederken ortak özelliklerden söz edilebilir mi diye sorabiliriz kendimize. Aslında genel bir çaresizlik, yıllardır yapılan siyasi hataların ortaya çıkması belki de en belirgin buluşma noktası ama ayrıca, hiçbir rahatlatma ve aydınlanma sunmayan roman sonlarındaki benzerlik de dikkat çekiyor. Belki henüz çözüm üretmek aşamasında değiliz, sadece tanımlama aşaması bu. Jet motorlarının hızında, ani bir şokla karşılaşılan yüzleşme, ancak kavranabildi. Tüm bunları söyledikten sonra eklemek gereken bir nokta da, edebiyatçılar konu olarak bugünü anlamak, duygu ve korkuların izini sürmek gibi bir çabaya girmiş olsalar da, çözüm üretmek onların sorumluluğu değil.
Londra’da Bir Gün
“Post-11 Eylül” romanları içinde beni en çok etkileyenlerin başında Ian McEwan’ın “Cumartesi” adlı eseri oldu. McEwan, konuya sadece Doğu-Batı çatışması olarak yaklaşmamış, daha çok insanlığın 21. yüzyılda ulaştığı uygarlığın tehdit altında olduğunu vurgulamak istemiş.
“Cumartesi,” yanarak Londra üzerine inen bir uçağı, rastlantı sonucu uykusu kaçan, beyin cerrahı Henry’in penceresinden görmesiyle başlıyor. Düşen uçağı neredeyse önceden hissedermiş gibi, bir anda uykudan kalkıp pencereye yönelen Henry, romanın ilk satırlarından itibaren, her saniye toplumuna, uygarlığına, rahatına ve ailesine saldırı bekleyen Batılı tipini simgeliyor.
Bu Batılı karakter hiç de yabancı değil. Aslında Henry gibi hepimizin zihnine kazınmıştı 11 Eylül günü. Hatırlıyorum, akşamüzeri beş gibi CNN’de seyrettiğim program, Dünya Ticaret Merkezine çakılan bir uçak haberi ile kesilmişti, beş dakika kadar sonra, canlı yayında ikinci bir uçağın diğer kuleye hafifçe yan yatarak girişini tüm dünyayla birlikte ben de naklen seyretmiştim. İlerleyen günlerde bu görüntünün zihnimde ne denli canlı kaldığına hayret etmiştim. “Cumartesi”de bu şok görüntünün geride bıraktığı izleri takip ederek başlıyor.
Yataktan çıkıp yanarak Londra üzerine inen uçağı seyreden Henry’in de aklından geçen ilk düşünceleri McEwan şöyle dile getirmiş: “Aslında gördüğü manzara, sürekli yinelenen bir düş kadar tanıdık. (…) Hava yolculuğu bir borsadır, benzeşen algıların oynadığı bir oyundur, bir havuzda toplanan inançların kırılgan birliğidir; sinirler bozulmadıkça, uçakta bomba ya da saldırgan olmadıkça herkes mutludur. İşler ters giderse yarım önlem diye bir şey olmaz.”
İlerleyen saatler içinde yanarak inen uçağın gerçekte bir “tehdit” olmadığını, sadece motorlarından birinde arıza oluştuğu için yanmaya başlayan basit bir kargo uçağı olduğunu ve sonuçta kimsenin ölümüne neden olmadan havaalanına indiğini öğrenince, roman kahramanı, “hayat tarzımıza bir saldırı değildi” diye tekrarlar. On altı yaşındaki oğlu ise “uluslar arası sorunlarla tanıştıran Eylül saldırıları olmuştu, arkadaşlarının, evinin ve müzik ortamının ötesindeki olayların kendi hayatı üzerinde etkisi olduğunu o zaman kabullenmişti” diye anlatır. Aslında çok iyi eğitim görmüş, kırk sekiz yaşındaki bilim adamı Henry ile on altı yaşındaki, okulu erken bırakan oğlu, yanan uçağın bir terör eylemi olmadığını öğrendiklerinde aynı tümceyi dile getirirler: “Bizim hayat tarzımıza bir saldırı değilmiş demek ki.”
Ian McEwan romanın başkişisi olarak yarattığı Henry ve ailesini, uygarlığın ulaştığı kusursuz insanlığın simgesi olarak kullanır. Beyin cerrahı Henry’in karısı da hukukçudur; kızları, genç yaşta çok önemli bir ödül kazanmış şair, oğulları ise çok yetenekli bir müzisyendir. Bilim, sanat, hoşgörü ve sevgi ortamında idealleştirilmiş (belki gereğinden fazla) bir aile sunar. İşte, McEwan’a göre tehdit altında olan budur: uygar toplumun çekirdeği aile. Buna rağmen romanın açılışının yanarak inen bir uçak olması bir rastlantı değildir, yazar tehdit ve korkunun kaynağını hissetmemizi ister.
Bir Gün
“Cumartesi” sadece ele aldığı konu açısından tartışılacak bir roman değil. Yapısal özellikleri de dikkat çekiyor. Roman, tam da adı gibi bir tek günü anlatıyor. 15 Şubat 2003 Cumartesi günü sabaha karşı Henry’in uyanması ile başlıyor ve 24 saat sonra saat beşten biraz sonra yatağa uyumak üzere tekrar girmesiyle son buluyor.
Bir tek gün üzerine kurgulanmış roman sayısı az değildir. Yazarların bir güne sıkıştırılmış romanlarında, klasik romanın olmazsa olmazlarının başında gelen “zaman birlikteliği” en önemli özellik olarak dikkat çeker. Yazar, bütün dramı bir güne sığdırarak yoğun etki yapabilir, ayrıca şimdiki zamanda anlatım romana akıcılık ve hız kazandırır. Konsantre edilmiş olaylar, geri dönüş ve geçmiş anılarla nefes alacak alanlar yaratılabilir. Kurgusal olarak bir başka avantaj zaman birlikteliği beraberinde mekân birlikteliğini de getirebilir, bir gün içinde – yolculuk anlatılmıyorsa – genelde gün belli bir yerde geçer, ya bir şehir ya da daha kapalı bir alan düşünülebilir. McEwan romanında 24 saate sadık kalmak dışında, mekân olarak da Londra’yı seçmiş. Böylece bir kentin dinamiklerini (aynı gün Londra’da önemli Irak savaşı karşıtı bir yürüyüş gerçekleşiyordur) gündüzünü ve gecesini anlatacak ortam da yaratmış kendine.
Romanda anlatılan Cumartesi günü, keyifli geçeceği tahmin edilen bir tatil günüdür. Kendinden emin roman kahramanının ne hastane nöbeti ne de önemli bir ameliyatı vardır. Karısıyla seviştikten sonra bir dostuyla squash maçı yapmayı, sonra huzurevindeki annesini ziyaret etmeyi, ardından da pazardan taze balık alıp eve gidip yemek yapmayı umut ediyordur. Akşam yemeğine ne zamandır evden uzakta yaşayan sevgili kızının gelecek olması onu heyecanlandırıyor; fakat bir o kadar Henry’i geren şey de akşam aynı zamanda katı ve uzak denilebilecek kayınpederinin de yemeğe gelecek olması.
Yine de Henry’in günü sakin ve programlı görünüyor. Hayatından memnun, kendine güvenen bir adam Henry, işinde başarılı hatta Londra’nın ünlü doktorlarından biri sayılıyor. McEwan arada sırada küçük detaylarda Henry’in o kadar da kusuruz biri olmadığına dikkat çekse de, hayatı tam anlamıyla kusursuz. Başarılı olmaya yetecek kadar hırslı, rahat yaşayacak kadar paralı, sağlıklı ve tam anlamıyla hayatının zirvesinde bir adamın portresini çiziyor bize. Aslında böylesine kusursuzluk sunmasıyla okurda her an gölgelenme beklentisini de başarıyla doğuruyor. İlk baştaki yanarak inen uçağın bir tehdit olmadığını anlayarak rahatlayan Henry ve ailesi, ne denli tehdit altında olduklarını, güzel ve güvenli yaşamlarının ne kolay kırılabileceğini görmeleriyle yeni bir boyuta taşınıyorlar.
Ian McEwan günümüzün önemli yazarları arasında sayılıyor. Gerçekten de daha önce saydığım yazarların 11 Eylül sonrası romanlarıyla karşılaştırılınca, bence “Cumartesi” hepsinin önüne geçiyor.

Cumartesi / Ian McEwan / çev.: İlknur Özdemir / YKY / 2007 / 269 sayfa.