19 Ekim 2007

Ian McEwan "Cumartesi"


TEHDİT ALTINDA BİR GÜN

Sanat yapıtlarının bazen doğrudan güncel olaylardan, politikalardan ve krizlerden etkilendiğini görürüz. Birçok romancının son yıllarda kalemlerinin 11 Eylül olaylarına takılıp kaldığını görmek aslında pek şaşırtıcı değil, özellikle Batının gündemine bir anda çakılan İslamiyet, edebiyat eserlerinde o denli tekrarlanan konulardan biri haline geldi ki, konuyu merkezine almayan ya da ucundan bucağından konuya değinmeyen roman neredeyse bulunmaz oldu.
Günümüzün önemli yazarlarından Philip Roth ve John Updike son romanlarınla “Post-11 Eylül” dönemini başlattılar bile. Konu New York, Londra gibi “tehdit” altında şehirler olmadığında da, Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer (“Ayartma”) Müslüman bir göçmen ile kültür farklılığı üzerine ya da Salman Rushdie (“Soytarı Şalimar”) bir teröristin zihninin içine giren romanlardan geri durmadılar. Bunlar, sadece bir anda akla gelenler, biraz daha derin araştırıldığında romandaki 11 Eylül etkisinin ne denli kabarık bir rakama ulaşacağını tahmin etmek bile olanaksız. Edebiyatın gündemine terör bir kez girmiş oldu. Neyse ki ilk başlarda Batı’da yazılan “Batı, Müslümanların saldırısı altında” türünden gelişmemiş zihin yapısı sergileyen kitaplar, yerlerini biraz daha derinlemesine kültür farklılığını anlamaya çalışan romanlara bıraktı.
Bunca farklı yazarın romanlarından bahsederken ortak özelliklerden söz edilebilir mi diye sorabiliriz kendimize. Aslında genel bir çaresizlik, yıllardır yapılan siyasi hataların ortaya çıkması belki de en belirgin buluşma noktası ama ayrıca, hiçbir rahatlatma ve aydınlanma sunmayan roman sonlarındaki benzerlik de dikkat çekiyor. Belki henüz çözüm üretmek aşamasında değiliz, sadece tanımlama aşaması bu. Jet motorlarının hızında, ani bir şokla karşılaşılan yüzleşme, ancak kavranabildi. Tüm bunları söyledikten sonra eklemek gereken bir nokta da, edebiyatçılar konu olarak bugünü anlamak, duygu ve korkuların izini sürmek gibi bir çabaya girmiş olsalar da, çözüm üretmek onların sorumluluğu değil.
Londra’da Bir Gün
“Post-11 Eylül” romanları içinde beni en çok etkileyenlerin başında Ian McEwan’ın “Cumartesi” adlı eseri oldu. McEwan, konuya sadece Doğu-Batı çatışması olarak yaklaşmamış, daha çok insanlığın 21. yüzyılda ulaştığı uygarlığın tehdit altında olduğunu vurgulamak istemiş.
“Cumartesi,” yanarak Londra üzerine inen bir uçağı, rastlantı sonucu uykusu kaçan, beyin cerrahı Henry’in penceresinden görmesiyle başlıyor. Düşen uçağı neredeyse önceden hissedermiş gibi, bir anda uykudan kalkıp pencereye yönelen Henry, romanın ilk satırlarından itibaren, her saniye toplumuna, uygarlığına, rahatına ve ailesine saldırı bekleyen Batılı tipini simgeliyor.
Bu Batılı karakter hiç de yabancı değil. Aslında Henry gibi hepimizin zihnine kazınmıştı 11 Eylül günü. Hatırlıyorum, akşamüzeri beş gibi CNN’de seyrettiğim program, Dünya Ticaret Merkezine çakılan bir uçak haberi ile kesilmişti, beş dakika kadar sonra, canlı yayında ikinci bir uçağın diğer kuleye hafifçe yan yatarak girişini tüm dünyayla birlikte ben de naklen seyretmiştim. İlerleyen günlerde bu görüntünün zihnimde ne denli canlı kaldığına hayret etmiştim. “Cumartesi”de bu şok görüntünün geride bıraktığı izleri takip ederek başlıyor.
Yataktan çıkıp yanarak Londra üzerine inen uçağı seyreden Henry’in de aklından geçen ilk düşünceleri McEwan şöyle dile getirmiş: “Aslında gördüğü manzara, sürekli yinelenen bir düş kadar tanıdık. (…) Hava yolculuğu bir borsadır, benzeşen algıların oynadığı bir oyundur, bir havuzda toplanan inançların kırılgan birliğidir; sinirler bozulmadıkça, uçakta bomba ya da saldırgan olmadıkça herkes mutludur. İşler ters giderse yarım önlem diye bir şey olmaz.”
İlerleyen saatler içinde yanarak inen uçağın gerçekte bir “tehdit” olmadığını, sadece motorlarından birinde arıza oluştuğu için yanmaya başlayan basit bir kargo uçağı olduğunu ve sonuçta kimsenin ölümüne neden olmadan havaalanına indiğini öğrenince, roman kahramanı, “hayat tarzımıza bir saldırı değildi” diye tekrarlar. On altı yaşındaki oğlu ise “uluslar arası sorunlarla tanıştıran Eylül saldırıları olmuştu, arkadaşlarının, evinin ve müzik ortamının ötesindeki olayların kendi hayatı üzerinde etkisi olduğunu o zaman kabullenmişti” diye anlatır. Aslında çok iyi eğitim görmüş, kırk sekiz yaşındaki bilim adamı Henry ile on altı yaşındaki, okulu erken bırakan oğlu, yanan uçağın bir terör eylemi olmadığını öğrendiklerinde aynı tümceyi dile getirirler: “Bizim hayat tarzımıza bir saldırı değilmiş demek ki.”
Ian McEwan romanın başkişisi olarak yarattığı Henry ve ailesini, uygarlığın ulaştığı kusursuz insanlığın simgesi olarak kullanır. Beyin cerrahı Henry’in karısı da hukukçudur; kızları, genç yaşta çok önemli bir ödül kazanmış şair, oğulları ise çok yetenekli bir müzisyendir. Bilim, sanat, hoşgörü ve sevgi ortamında idealleştirilmiş (belki gereğinden fazla) bir aile sunar. İşte, McEwan’a göre tehdit altında olan budur: uygar toplumun çekirdeği aile. Buna rağmen romanın açılışının yanarak inen bir uçak olması bir rastlantı değildir, yazar tehdit ve korkunun kaynağını hissetmemizi ister.
Bir Gün
“Cumartesi” sadece ele aldığı konu açısından tartışılacak bir roman değil. Yapısal özellikleri de dikkat çekiyor. Roman, tam da adı gibi bir tek günü anlatıyor. 15 Şubat 2003 Cumartesi günü sabaha karşı Henry’in uyanması ile başlıyor ve 24 saat sonra saat beşten biraz sonra yatağa uyumak üzere tekrar girmesiyle son buluyor.
Bir tek gün üzerine kurgulanmış roman sayısı az değildir. Yazarların bir güne sıkıştırılmış romanlarında, klasik romanın olmazsa olmazlarının başında gelen “zaman birlikteliği” en önemli özellik olarak dikkat çeker. Yazar, bütün dramı bir güne sığdırarak yoğun etki yapabilir, ayrıca şimdiki zamanda anlatım romana akıcılık ve hız kazandırır. Konsantre edilmiş olaylar, geri dönüş ve geçmiş anılarla nefes alacak alanlar yaratılabilir. Kurgusal olarak bir başka avantaj zaman birlikteliği beraberinde mekân birlikteliğini de getirebilir, bir gün içinde – yolculuk anlatılmıyorsa – genelde gün belli bir yerde geçer, ya bir şehir ya da daha kapalı bir alan düşünülebilir. McEwan romanında 24 saate sadık kalmak dışında, mekân olarak da Londra’yı seçmiş. Böylece bir kentin dinamiklerini (aynı gün Londra’da önemli Irak savaşı karşıtı bir yürüyüş gerçekleşiyordur) gündüzünü ve gecesini anlatacak ortam da yaratmış kendine.
Romanda anlatılan Cumartesi günü, keyifli geçeceği tahmin edilen bir tatil günüdür. Kendinden emin roman kahramanının ne hastane nöbeti ne de önemli bir ameliyatı vardır. Karısıyla seviştikten sonra bir dostuyla squash maçı yapmayı, sonra huzurevindeki annesini ziyaret etmeyi, ardından da pazardan taze balık alıp eve gidip yemek yapmayı umut ediyordur. Akşam yemeğine ne zamandır evden uzakta yaşayan sevgili kızının gelecek olması onu heyecanlandırıyor; fakat bir o kadar Henry’i geren şey de akşam aynı zamanda katı ve uzak denilebilecek kayınpederinin de yemeğe gelecek olması.
Yine de Henry’in günü sakin ve programlı görünüyor. Hayatından memnun, kendine güvenen bir adam Henry, işinde başarılı hatta Londra’nın ünlü doktorlarından biri sayılıyor. McEwan arada sırada küçük detaylarda Henry’in o kadar da kusuruz biri olmadığına dikkat çekse de, hayatı tam anlamıyla kusursuz. Başarılı olmaya yetecek kadar hırslı, rahat yaşayacak kadar paralı, sağlıklı ve tam anlamıyla hayatının zirvesinde bir adamın portresini çiziyor bize. Aslında böylesine kusursuzluk sunmasıyla okurda her an gölgelenme beklentisini de başarıyla doğuruyor. İlk baştaki yanarak inen uçağın bir tehdit olmadığını anlayarak rahatlayan Henry ve ailesi, ne denli tehdit altında olduklarını, güzel ve güvenli yaşamlarının ne kolay kırılabileceğini görmeleriyle yeni bir boyuta taşınıyorlar.
Ian McEwan günümüzün önemli yazarları arasında sayılıyor. Gerçekten de daha önce saydığım yazarların 11 Eylül sonrası romanlarıyla karşılaştırılınca, bence “Cumartesi” hepsinin önüne geçiyor.

Cumartesi / Ian McEwan / çev.: İlknur Özdemir / YKY / 2007 / 269 sayfa.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

sevmiyorum bu tip romanları, tuzu kuru batılıların pre ya da post 11 eylül hezeyanları beni sıkıyor. şimdiki zaman kipinde yazılmış romanlar da bende yapay bir etki bırakıyor.kısacası McEwan tarzı yazarları kendime uzak buluyorum, benim için önemli olan da bu.