25 Aralık 2009

Paulo Coelho "Kazanan Yalnızdır"


CANNES’DA BİR SİMYACI

Paulo Coelho, yazdıklarının yanı sıra acıklı yaşamöyküsüyle de okurların ilgisini çekmiş bir yazardır. On yedi yaşındayken yazar olmak isteğini dile getirdiği ailesi onun ruh sağlığından endişe etmiş ve onu bir akıl hastanesine yatırmıştı. Ailenin mühendislikten gelen fertlerine yazarlık çok garip bir tercih olarak görünmüştü herhalde. Çok kereler kaçmaya çalıştığı akıl hastanesinde iki yıla yakın zaman kalmış olması, Coelho’yu kuşkusuz derinden etkileyen şeylerin başında gelir. Kaldı ki, bu olayların yaşandığı 1950’li, 60’lı yıllarda akıl hastaneleri bugünkülerden çok daha berbat, insan sevgisinin uğramadığı yerler olarak ün salmışlardı. Böylesi olumsuz başlangıcın etkisiyle Coelho, gençlik yıllarını uyuşturucu etkisinde, bohem ve gezgin olarak yaşadı. Geçimini kendisi gibi bohem yaşam süren müzisyenlerle birlikte, onlar için şarkı sözleri yazarak kazanıyordu. Hayatını radikal bir biçimde değiştirmesine neden olan olaylar, aynı zamanda Coelho’nun ilk romanlarının da konusu oldu; ruhani uyanış öyküleri onun yapıtlarının temel taşıydı. Dünyanın en çok dile çevrilmiş yaşayan yazarı olarak rekorlar kitabına geçen Coelho, son romanı “Kazanan Yalnızdır”da tanıdık temalarından uzak durmuş. Bu sefer mistik çöl manzaraları yerine Fransız Riviera’sının parlak güneşi altında marka giysiler içinde, güzellikleriyle göz kamaştıran şöhretleri ele almış.

“Kazanan Yalnızdır”da olaylar İgor adlı multimilyarder bir Rus işadamının özel jetiyle Cannes Film Festivali sırasında şehre gelmesiyle başlar. Ve tam tamına yirmi dört saat boyunca gelişen olayları anlatır. İgor’un tek isteği, onu iki yıl önce terk eden karısının kalbini yeniden kazanmaktır. Oysa karısı buraya Arap asıllı dünyaca ünlü moda tasarımcısı yeni kocasıyla gelmiştir. Jet sosyetenin bir davetten diğerine, bir restorandan diğerine hızla geçtiği Cannes sahnesinde, çeşit çeşit insan akmaya başlar. İlk başta şöhret adayı avına çıkmış paralı, güçlü, nüfuzlu yapımcılar; diğer yanda da şöhret sözüyle kandırılmaya hazır, güzel, hevesli ve hırslı genç kadınlar. İgor bunların arasından adeta süzülürken, hiç kimseye önerilmeyecek bir yöntemle karısını geri kazanmayı düşünüyor: önüne çıkanı öldürmek! Kafasındaki hastalıklı düşünceye göre, öldürdüğü masum insanlar sayesinde karısı onu ne kadar sevdiğini anlayacak ve ona geri dönecek! Bu yüzden de her cinayet sonrasında karısına bir sms yollayarak bir hayatı daha kararttığı haberini yollamayı adet ediniyor. Afganistan’da savaşırken öğrendiği, yakası oyulmadık öldürme teknikleriyle ve bir seri katilin serinkanlılığıyla, gün ışığında kalabalık Cannes sokaklarında, ne görgü tanıklarına ne de geride bıraktığı izlere aldırmaksızın bir ölüm makinesi gibi yok eder. Öte yanda telefonuna inen sms mesajlarının anlamını çözmekten aciz karısı, ne polise ne de yeni kocasına haber vermeyi akıl eder. Romanın merkezinde İgor ve eski karısı yer alıyor; yan karakterler ise olaylar süresinde İgor’un karşısına rastlantıyla çıkan kişiler. Bunların arasında ünlü yapımcılar, buraya rol kapmaya gelmiş genç yetenekler ve bir de sokak satıcısı var. Hepsi festival süresince burada bulanacak dünyanın bir köşesinden gelmiş yabancılar. Aynı İgor gibi. Bazıları şanslı, yanlarından geçen ölüm meleği İgor’un elinden kurtulduklarının farkında değiller ama bazıları hiç de şanslı günlerinde değiller, bu kesin.

Eğer “Kazanan Yalnızdır”ı bir cinayet romanı gibi okumaya kalkarsanız, hayalkırıklığı yaşayabilirsiniz. Zira bu bir cinayet romanı değil. Cinayet romanından beklenen ustalıklı gizeme de sahip değil. Roman ilk sayfadan cinayetleri söylediği için, ilerleyen sayfalara gizem taşımıyor, sadece hangi teknikle öldüreceği konusu belki biraz merak uyandırıyor. Ayrıca peşpeşe gelen cinayetler inandırıcı olmaktan çok uzak. Düşünün bir adam 24 saat içinde beş-altı kişiyi öldürüyor, bunların hepsini açık havada, büyük bir kısmını aydınlık Cote d’Azur güneşi altında, metrekare başına en yoğun nüfusun düştüğü sırada, parmak izlerini silmeden, geride ipuçları bırakarak yapıyor, sonra da yolda gördüğü bir polise gidip katil olduğunu çok düzgün bir Fransızca ile söylüyor. Ama yakalanmıyor. Bu arada cinayet işlerken onu gören görgü tanıkları, cinayet mekânından ayrılırken çarpıştığı kadın ya da sokakta cesurca selamlaştığı insanların hiç biri, aynen itirafta bulunduğu polis gibi onu ele vermiyor ve İgor yine yakalanmıyor.

Birazcık polisiye okumuş ya da kadavralar üzerine moleküler analiz yapan televizyon dizilerden birini seyretmiş herhangi bir okura bu cinayetler inandırıcı gelmeyecektir. Teknolojinin tüm nimetlerinin kullanıldığı bu çağda neden İgor’un peşine düşülmez, anlamak mümkün değil. Oysa geride bıraktığı izler çok açık. Adeta yakalanmak istiyor. Peşindeki zeki dedektif ise cesetleri görür görmez, öldürme tekniklerinde usta bir katilin olduğunu anlıyor ama İgor hala yakalanamıyor. Okur açısından bunu anlamak gerçekten zor.

Yine de bunun bir cinayet romanı olmadığını söyleyerek bu konudan sıyrılabilir yazar; fakat romandaki kurgu hataları cinayetlerle ilgili değil, daha birçok konuda tutarsızlıklar var. Örneğin ilk sayfalarda daha önce Cannes’a gelmediği söylenen İgor’un şehre çok hâkim olması ya da çarpıştığı kadını aynı gün daha aradan birkaç saat bile geçmemişken tanımaması (bu her iki karakter için de zorlama bir unutuş, çünkü birbirlerinin dikkatini çektiği netlikle söyleniyor) romanın üstün körü yazıldığı izlenimi veriyor.

Coelho’nun Bitmez Klişeleri

Romanda, okurun dikkatini çekecek bir başka nokta Coelho’nun “Süpersınıf” diye yerin dibine batırdığı zenginler kulübünü çok fazla klişeleştirmiş olması. Roman boyunca belli aralıklarla sürekli olarak güç sahibi süpersınıfı betimliyor; her seferinde tek değer yargısını para etrafında şekillendirmiş, ahlaki kokuşmuşluk içinde yaşayan insanlar topluluğu olarak anlatılıyor bu süpersınıf. Bu sınıfa dâhil insanların ne inançları, ne ahlaki doğruları, ne de vicdanları var. Coelho’nun tüm bu çürümüşlüğü Cannes Film Festivalini mekân olarak kullanarak yapmış olması belki de en şaşırtıcı yanı. Yazarın bu satırlarını okurken, Fransız Rivierasının güzel şehri Cannes’ı modern çağın Sodom ve Gomora’sına benzetmeden edemedim. Kutsal kitaplarda günahları yüzünden yok olmaya mahkûm edilen kabileler gibi, antik çağın yozlaşmış kentlerinin akibetine uğruyor; Cannes acımasız bir deprem ya da yanardağ alevleri altında kalmıyor, bunlar yerine buraya İgor’un yolu düşüyor.

Paulo Coelho’nun romanına Cannes’ı mekân olarak seçmiş olması aslında bir rastlantı değil. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivaline davetli olarak gittiğinde tüm dünyada çok satanlar listesinden aylarca inmeyen ünlü romanı “Simyacı”nın film haklarını tam altmış milyon dolara satmıştı. Basında daha sonra çıkan haberlere göre, yapımcı Harvey Weinstein’in satın aldığı hakları, Othello rolüyle tanıdığımız, Matrix filminin Morpheus karakteri Laurence Fishburne yönetmek istermiş yıllardır. Coelho, büyük bir olasılıkla süpersınıf diye adlandırdığı estetik ameliyatlı, haute couture giyimli, züppe ve paralı insanlarla bu dönemde tanıştı.

Coelho’nun önceki romanlarının çok satanlar listelerinde başarı kazanmasının bir nedeni, metafizik ve inanç konularını bu çağın insanına adapte edilmiş mistik öğelerle bezeyerek sunmasıdır. Yazar, metafizik düşüncelerini Simyacı ve Hac’ta etraflıca anlatacak ortam buluyordu. “Kazanan Yalnızdır” bu açıdan bakıldığında öncekilerden çok farklı, çünkü yazara ilahi adalet temelinde bir temel hazırlamıyor. Seri cinayetlerin anlatıldığı olaylar dizisi Coelho’ya böyle bir alan bırakmadığı gibi, daha temel yasal ve ahlaki yaklaşım bekliyor. Konuya bu açılardan yaklaşmadığı için de, cinayetler inandırıcılıktan uzak, psikolojik gerilim de yetersiz görünüyor.

Kazanan Yalnızdır / Paulo Coelho / çev.: Celal Üster / Can Yayınları / 377 sayfa.

(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin Kasım sayısında yayınlandı)

16 Ağustos 2009

Ahlaksız Edebiyat


Bundan yıllar önce Fethiye’de yazlık evimize bir hırsız girip annemin saatini çalmıştı. Hemen ertesi gün hırsızın kimliği hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde ortaya çıktı, motorcu genç çocuklardan biriydi. Bütün gün hiç ayakkabı giymeden dolaştığı için geride bıraktığı izler onu hemen ele vermişti. Aslında yakından tanıyor sayılırdık, bunu neden yaptığını çözmek zordu, kızgınlık duymadan edemedik doğal olarak. Kısa zaman sonra polis yakalayıp getirdi hırsızımızı. Neden çaldığı sorulduğunda başını önüne eğip yanıt vermiyordu. Komiserin dediğine göre itiraf etmesi birkaç dakikalık işti.

İlerleyen birkaç dakika içinde, orada bulunan herkesi şaşırtan bir olay oldu: Annem hırsızdan şikâyetçi olmadığını, çocuğu serbest bırakmalarını söyledi. Polislerle birlikte hepimiz şaşırmıştık. Nedenini soran polise, küçükken Jean Valjean’ın hikâyesinden çok etkilendiğini, bir gün büyüdüğünde benzer bir durumla karşılaşırsa romandaki kahramanca davranışı yapmayı düşündüğünü açıkladı.

Victor Hugo’nun “Sefiller” romanının kahramanı Jean Valjean o gün oradakilere yabancı bir isimdi ama sanırım davranışın ardında yatan nedeni herkes anladı. Çalınan saat hiçbir zaman bulunamadı fakat annem yıllar sonra nikâh şahidi olacak kadar yakından tanıyordu artık hırsızını.

Roman Ne Öğretir?
İnsanlar okudukları romanlardan iyi ahlaklı olmayı öğrenirler mi? Edebiyat birçok şey öğretmek için iyi bir araç olarak düşünülür. Bilim, felsefe ve tarih konularını işleyen romanlar özellikle bir şey öğretmekte başarılı sayılırlar. Ders kitabında çocuğun ilgisini çekmeyen tarih, bir kurgu içinde verildiğinde pekâlâ zevkle öğrenilen bir konu haline gelebilir.
Çocuklara masal anlatanlar bilirler, biraz durakladığınızda çocuk hemen sorar “Ee, sonra ne olmuş?” diye. Anlatı zincirinin okuyucu üzerinde hipnotize eden bir etkisi vardır. Yazarlar okurun bu zaafını bazen sonuna dek kullanırlar, adeta uyuşturulmuş gibi bir sonraki sayfayı çevirmemizi sağlarlar.

Masallar, öyküler ve romanlar bir anlatı zinciri üzerine kurulduklarında okur mantıklı bir sona ulaşana dek öykünün içinde kalır. Öykünün içinde sürüklenmenin tek açıklaması basit insani merak değildir, daha derinde öykülerin tamamlanmasını isteyen, bütünlük arayan çocuk zihinlerimizin gereksinimidir anlatı zincirleri. Zincir oluştuktan sonra öykünün tümü daha kolay anlaşılır olduğu gibi daha sonra detayların hatırlanmasını da yine bu zincir sağlar. Olaylar birbirlerine bağlayarak ilerlediğinde, okur kurgunun akışına kapılmıştır. Sonuçta klasik roman okur tarafından bir bütün olarak algılanan bir sanat yapıtıdır.

Anlatı zinciri ve bütünlük duygusu bir romanı eğitici bir araç haline getirebilir. Örneğin Jül Sezar ya da Kleopatra hakkında bugün bildiğimiz çoğu gerçek (ne zaman ve nerede yaşadıkları, nasıl öldükleri) tarih kitaplarından çok tiyatro, roman ve sinemanın bize onlar hakkında öğrettikleri tarafından şekillenmiştir. Bu tarihçileri ne denli kızdırsa da, geniş kitleler için gerçekler kurgunun gölgesinde kalmaya mahkûmdur.

Romanın eğitici olabileceğini kabul etmek hiç zor olmasa da, bir romanın eğitici olduğu için ahlak dersleri barındırabileceğini söylemek hayli zordur. Birçok yazarın okurlarını “geliştirmek” gibi bir niyetleri olduğunu söylediklerini duymuşuzdur, burada sadece onların estetik zevklerini daha iyiye götürmekten söz etmez yazarlar, sanki bir de daha iyi insan olmaları için bir çaba hissedilir.
Günümüzün önemli edebiyat tarihçilerinden Susan Suleiman Authoritarian Fictions (“Yetkin Kurgu”) adlı kitabında kurgunun içine yerleştirilmiş didaktik nabzın nasıl attığını anlatır. Küçük yaşlarda dinlenilen fabl ve masallar örneğinden başlayarak okura aşılanan doğrularla yanlışların onu nasıl taraf tutma zorunda bıraktığını örneklerle gösterir. Gerçekten de çocuklara anlatılan hikâyelerin sonunda her zaman bir ahlak dersi yer alır. Bu ahlak dersleri kuşkusuz o hikâyeyi duyan her çocukta olumlu iz bırakmaz ama belli doğruların sürekli olarak masallarda tekrarlanması mutlaka bazı fikirlerin yerleşmesini sağlar.

Suleiman’ın ahlak otoritesi olarak gördüğü romanlara, Catherine Elgin “Understanding: Art and Science” adlı makalesinde farklı bir gözle bakmayı öneriyor. Romanlar kuşkusuz ruh hallerini eğretileme olarak anlamamızı sağlarlar fakat roman içinde anladığımız bir şeyi nasıl roman dışına taşırız ya da diyelim ki taşıdık, epistemik anlamda aynı türde bir bilgi olduğundan nasıl emin oluruz? Elgin’in sorunu epistemolojinin sorunu olarak ele alması çok anlamlı, bir romanın iç dünyasındaki metaforları çözmek ve bundan ruhsal ve zihinsel bir tatmin duymak, dünya hakkında gerçek bir bilgi edinmek ile aynı tür olarak sınıflandırılamaz.

Ayrıca diyelim Shakespeare’in bir oyununu içerdiği ahlak dersleri açısından ele alalım: dostlara sırt dönmenin doğru olmadığını, sevdiklerinize güvenmenin bazen bizi üzüntüye sürükleyeceğini burada gördük diyelim, bundan çıkartacağımız ders aşırı genelleme olmazlar mı? Bunlar zaten bildiğimiz ve pek de öğrenmemiz gerekmeyen bilgilerdir. Sanatsal özünü bir kenara bıraktığımızda birçok başyapıt anlamsız genellemelere indirgenebilir.

Romanların içindeki didaktik ahlakı kabul ettiğimizde bile doğru eserin, doğru yol göstereceği gibi bir çıkarım yapmak çok saçma olur. “Roman oku ve iyi bir insan ol” tutmayacak bir formül olduğu gibi, anlamsızdır da. Ayrıca çok kitap okuyan insanlar hakkında yerleşmiş önyargılar (kültürlü, dolayısıyla iyi insan) olsa da, roman okumayanlardan daha iyi insan olduklarını söylemek tamamen yanlış bir mantığa dayanır.

Bunları söyledikten sonra yazının başında anlattığım olaya tekrar dönersek, “Sefiller”i okumak kuşkusuz bir insanı iyi yapmaz ama belli bir durumla karşılaştığında doğru olanı yapması için insana cesaret verebilir. Kişinin romandan (hatta sanattan) ahlaklı olmayı öğrendiğini söylemek abartılı gelse de, bazı davranışların olumlu yönde sanattan etkilendiğini ret etmek çok zor.
Doğru Davranma
Peki, nedir “Doğru Davranış” dediğimiz şey? Her toplumda kalıplaşmış gelenekler vardır, bunların doğruluklarının düşünülmeden ve tartışılmadan kabul edildiğini görürüz. Toplumsal yaşamı, katılaşan ahlakı, değişmez görünen gelenekleri değiştiren düşünür ve bilim adamlarının hemen yanında sanatçılar vardır. Bu sınırların esnetilmesine ben “ihlal etme” deyimini kullanmak istiyorum.

Şimdi küçük bir çocuk düşünün, ona bir odaya girmesi yasaklanmış, kuşkusuz o odaya girmek için karşı durulmaz bir istek duyacaktır. Yasaklanan ya da sınır konulan şeylerin insanda merak uyandırması kaçınılmazdır. İhlal etmeyi ben üçe ayırıyorum:

1.Kişisel ihlal: kişinin korktuğu ve utandığı şeyleri yıkması bir çeşit ihlal olarak görülebilir. (Yasal ihlal konusunu tamamen konu dışında bırakıyorum burada, ihlalden söz ederken sadece ve sadece tabulaşmış geleneksel ahlak yasakları bağlamında ele alıyorum.) Birey açısından bakıldığında ihlal tabu ile bağlantılıdır. Bir kişinin kendisine yasaklanmış şeylerle yüzleşmesi kolay değildir. Dayatılan yasakların ötesinde kendini tanıma ve kendi doğal sınırlarını keşfetme insana kuşkusuz bütünlük duygusu verir. Kişisel ihlale örnek olarak toplumun kabul etmediği cinsel tercihler gösterilebilir. Aslında çoğu toplumda kadının dekolte girmesi bile bir çeşit ihlal olarak görülebilir.
2. Toplumsal ihlal: her türlü haksızlığa karşı başkaldırı burada ihlal olarak düşünülebilir. Buna örnek olarak köleliğe ya da ırkçılığa karşı direnen gruplar gösterilebilir. Buradaki ihlal, gücünü yasaların üzerindeki adalet duygusundan alır.
3. Keşfetmenin ihlali: bilim adamları böylesi bir ihlal etme duygusu ile yola çıkarlar. Evren hakkında bilinenlerle yetinmeyip bilginin sınırlarını zorlamak bilimdin doğasındadır. Bugün farmakoloji dalında araştırma yapan bir bilim adamı Aids hakkında bildiğimizden daha fazla bir şey öğrenemeyeceğimizi ve dolayısıyla hiçbir zaman bir tedavi yöntemi geliştiremeyeceğimizi düşünüyor olamaz. Bu yaptığı işin doğasına aykırıdır. Benzer biçimde sanatçı da sürekli gelişim içinde bir dünyada yaşar. Keşfetme, daha doğrusu değiştirme isteği ile üretir.
Her sanatçının dünyayı değiştirmek gibi bir kaygısı yoktur ama mutlaka yazdıklarıyla bir şeyler değiştireceğini umar. En başta değiştirmeyi umduğu kişi okuyucusudur. Farklı bir ruh hali yaratmak isteği olmayan bir yazar düşünmek zor.

Sanatı sürekli normları kıran, ihlal eden olarak görmek fikri bana her zaman hoş gelmiştir. İnsanlık düşünce tarihini etkilemiş tüm sanatçıların bir bakıma önlerine konulanlarla yetinmediği görülür. Yeni formlar, yeni ifade biçimleri hep önceki sınırların ötesine geçmesini sağlar sanatçının.

Yazarın ihlali konusu üzerinde John Keats’in bir sözü ile karşılaştığımda düşünmeye başladım. Ünlü şair yazarlar konusunda dostuna yazdığı bir mektupta (1817) “olumsuz yetenek” (negative capability) diye bir şeyden söz ediyor. Bunu şöyle tanımlıyor: “yazarın belirsizlikleri, gizemleri ve şüpheleri kabul etmesi. “ Keats’a göre akıl ve gerçekler peşinde gitme yanılgısına düşmüyor bu durumda yazar aksine belirsizlikleri olgu olarak kabul ediyor. Bu durumda yazar entelektüel ve felsefi didaktik ağın içine düşmekten kurtuluyor ve olumsuz yeteneği onu böylece nesnel yapıyor.

Keats’in bu sözleri edebiyat ve ahlak konusu ışığında başka anlamlar kazanmaya başladı. Yazar dünyaya nesnel ve hoşgörülü bakabilmeyi bir eksikliği sayesinde yapabiliyor, dünyanın gizemlerini çözme yeteneğine sahip olmadığı için bir kabullenme içine giriyor. Bu da onu yargısız hale getiriyor.

Keats’in sözleri yazarın bakış açısı hakkında söylenmiş en güzel düşüncelerin başında gelir. Yazarın olumsuz niteliği nasıl onu daha iyi yazar yapabiliyorsa, aynı şeyi okur için de söylemek mümkün. Okur, romandaki belirsizlikler, gizemler hakkında şüphe duyduğunda ve anlatılanlardan bir ders çıkarmaya çalıştığında esere haksızlık ediyordur. Sonuçta iyi edebiyat doğruları öğretmekten çok yanlışları anlamayı öğretir. İyi roman didaktik tonda eğitim vermez ama okumak mutlaka bir gelişme yaratır. Bu bazen doğru davranış olabileceği gibi bazen de yazarla birlikte sınırların ötesine geçmeyi sağlar.

13 Ağustos 2009

Nihal Yeğinobalı


Türkiye’de bazı yazarlar için, başka dilde yazsalardı, Fransız ya da İngiliz olsalardı, büyük bir olasılıkla kitaplarını tüm dünya okuyor olacaktı diye düşünürüm. Geçtiğimiz sene Fransızların çok sevdiği – aslında tüm dünyanın da bir dönem çok severek okuduğu – Françoise Sagan’ın hayatının filme alındığını duyunca, onun çapındaki yazarlarımızın hiçbirinin böyle bir ilgi görmediğini düşünmeden edemedim.
Françoise Sagan sadece yazdığı romanlarla değil, yaşam öyküsü ve özellikle de romanlarını yazış öyküsü ile edebiyatın gündeminde uzun yıllar kalmış biridir. “Bonjour Tristesse” (Günaydın Hüzün) adlı romanını henüz 17 yaşında yazmış olması ve elinde kitabıyla çekinerek yayınevlerine gitmesinin hikâyesi çok yazılmıştır. Nihal Yeğinobalı’nın “Genç Kızlar” romanının yayınlanış öyküsünün bundan aşağı kalır yanı yoktur. Bu konu da aslında çok yazıldı ve anlatıldı, handiyse yazarın romanlarının öyküsünün önüne bile geçti. Oysa Yeğinobalı hem ele aldığı konular hem de üstün kurgu teknikleriyle daha çok ilgi çekmesi beklenecek bir yazardı.
60’lı, 70’li yıllarda büyüyüp de Genç Kızlar’ı okumamış yoktur denilebilir. Hatta Ewing’in (bu isimle yayınlanmıştı roman) başka kitapları var mı diye Amerika’da ya da İngiltere’de kitapçılara sormuş çok sayıda okur da olmuştur. Buna rağmen, 70’lerin politik ortamı belki de böylesi bir aşk hikâyesini sevmeyi kendine yediremiyordu. Hatırlıyorum, o yıllarda Jane Austen’ın romanları da küçük burjuva aşk hikâyeleri olarak görülüyordu; oysa şimdi konusu ne olursa olsun, kurgu ve onu oluşturan öğelerin zeki iskeleti görmezden gelinmiyor.
Kurgu deyince akla kuşkusuz Yeğinobalı’nın “Sitem” romanı geliyor hemen. “Sitem” inanılmaz karmaşık kurgusunu pürüzsüz işleyişiyle bana Austen romanlarını düşündürmüştür. Tam anlamıyla yazarın ustalık eseri olarak görülebilir. Bir kasabada birçok hayatı, gizemleriyle, sırlarıyla, anılarıyla anlatan, yıllar içinde sırların ortaya dökülüşlerini heyecanla okura yudumlatan bir romandır “Sitem.” Yeğinobalı’nın bu romanı aynı zamanda edebiyatımızda ender karşılaştığımız Gotik roman türünün iyi örneklerinden biridir. 1790’larda İngiltere’de çok moda olan, Jane Austen’in “Northanger Manastırı” romanında değindiği tür, masum insanların hayatlarında karanlık güçlerin girmesiyle nasıl yöne değiştirdiklerini anlatır. Sitem de, taşranın gizli bahçelerinde aşığı tarafından öldürülen bir kadını gören çocukların hayatlarının izini sürer. Tanık oldukları aslında bambaşka bir gerçektir; bunu daha sonra öğrenirler. Sonradan o gece yaşananlarla ilgili öğrenecekleri yeni gerçekler de olacaktır. Hayatlarını etkileyen, gelişim süreçlerinde önemli rol oynayan olaylar dizisidir Yeğinobalı’nın anlattığı.
Benzer karmaşık yapı “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” romanında karşımıza çıkar. Evli bir kadının geçmiş bir ihanetinin ortaya çıkışıyla sarsılan düzenini yine çok titiz bir kurguyla sunar Yeğinobalı. “Sitem” cinselliğin keşfi, erotizmin karanlığına iki genç kızın duyduğu derin ilgisi ise, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” çok daha gelişmiş, deneyim kazanmış bir cinselliktir. Yeğinobalı’nın romanlarından erotizm eksik olmaz. Yasaklanmış alana merakla girmeyi bekleyen (ya da paldır küldür giren) kadınlar çoktur ilk dönem romanlarında.
“Belki Defne,” “Mazi Kalbimde” gibi daha olgun kadınların aşka yaklaşımını anlatır. Defne adlı başkahraman, gazetede gördüğü bir ölüm ilanıyla, otuz yıl öncesini hatırlar ve roman sabah görülen ilan ile camideki öğle namazı arasında eski anılara dönüşü anlatır. Romanın konusu basittir aslında, Yeğinobalı romana özellikle az sayıda karakter koyarak konunun dağılmasına engel olur. Boşanmak üzere kocasını terk eden Defne, bir gün vapurda hoş bir kadınla karşılaşır, aradan birkaç saat geçmeden aynı kadınla bir butikte tekrar karşılaşırlar. Eşarplara, parfümlere birlikte bakıp, birbirlerine fikir verirler; adının Beril olduğunu öğrendiği bu kadınla kahve içmeye giderler.
Yeğinobalı romanlarında kadın dostluğunu çok sık işler. “Belki Defne” romanında da aşk ilişkisi merkezde görünse de aslında konuyu belirleyen Defne ile Beril’in ilişkisidir. Bu romanda yazar bir kadın üzerinden erkeklere ilgi duymanın ruhsal halini çok iyi anlatır. Bir kadın, çok beğendiği ve hayranlık duyduğu bir kadının bir erkeğe ilgisini yakaladığında, mutlaka kadın üzerinden ilgisi erkeğe uzanacaktır. Defne için de aynı şey olur, biri Beril’in kocası diğeri kardeşi iki erkeğe de ilgi duyar. Ama ilgisinin nedeni Beril’de gördüğü gösteriş ve zarafettir; çünkü ulaşmak istediği biraz da budur. Erkekler ve aşk kadar, içine girilen varlıklı ve kültürlü yeni çevre de önemlidir. Sadece yeni girilen çevreye benzemek de yetmez elbette, bir de onların hoşlanacağı biri olmak gerekir. Hepsinin eksantrik olduğu bir ortamda ilgi çekmek için, sıradışı davranışlar sergilemek gerekir. Nihal Yeğinobalı özellikle özgür ve kimseye karşı sorumluluğu olmayan bir kadın portresi çizerek Defne’nin önüne tüm seçenekleri koyuyor.
Aynı erkeği seven iki kadın, Yeğinobalı’nın flört etmeyi sevdiği konulardan biridir. Kumalık, yatak sırlarını paylaşmanın çekiciliği (ya da ahlaksızlığı) romanlarına farklı bir boy getirir.
Nihal Yeğinobalı son romanı “Gazel” (2007) için mekân olarak İstanbul boğazının Anadolu yakasını seçmiş. Bekâretin, genç kızın namusu sayıldığı, varlıklı bir genç adamla yapılacak evliliğin bir kurtuluş olarak görüldüğü, aile içi sırların derinlerde saklandığı yılları anlatır. Aslına bakarsanız, elli yılda Türk kadını için durumun pek değişmediğini görmek insanı düşündürdüğü gibi, üzüyor da.
Roman kahramanı Serap, bekâretinin ona antik çağ kâhinleri gibi bilicilik kattığını düşünen bir genç kızdır. Aşırı duyarlı ve akıllı bir genç kız olduğundan, etrafını zekice gözlemleyip, adı gibi seraplı hayallere dalarak, gerçekte kimsenin pek fark etmediği gerçekleri görür. Doğasındaki saflığı da yine bekâretiyle bağlantılı olarak düşünür. Kendini ilk başlarda delta kâhini bakireler gibi bir kurban olarak görse de, zekâsı sayesinde kurban olmamayı, kendi hayatını tercihleri doğrultusunda kurmayı başarır.
“Gazel” konusu itibarıyla “Belki Defne”den çok, “Genç Kızlar”a yakın duran bir roman. Kitabın arka yüzündeki tanıtıcı yazıda romandan “melodram” olarak söz ediliyor fakat Yeğinobalı’nın romanlarını melodram sınıfına koymak haksızlık olur çünkü konuları açısından bakıldığında melodramlarla ortak özelliği olsa da, romanların kurgusal yapıları melodram klişelerinin çok dışındadır. Yan karakterler ana olaya, bir inşaatın tuğlalarla örülmesi gibi beden kazandırırlar. Ayrıca aşk sahneleri melodramlarda olmayacak kadar erotik ve ruhsaldır.
Yaz kitabı tavsiye etmemi isteyen çok dostumdan mesaj geldi bu yaz. Okumamış olanlara Yeğinobalı’nın eski ve yeni romanları bence yaz günleri için çok uygun. Romanların merkezine sırlar, dedikodular, mahalle efsaneleri koyan Yeğinobalı, aşktan çok aşka duyulan özlemi anlatır. Yaz aylarında kitap piyasasının hız kesmiş olması ve çok az sayıda yeni eser yayımlanmasını değerlendirmek için yeni baskıları yapılan eski eserleri öneririm. Hem yakın tarihe bir kısa yolculuk yapma fırsatı verdikleri için, hem de onlarca yıldır hayat koşullarının, kadının yerinin, ahlak kıskaçlarının pek de değişmediğini görmek için…


(Bu yazı Dünya gazetesi Kitap ekinin Ağustos sayısında yayınlandı.)

04 Ağustos 2009

Yaşar Kemal




“Sanatın birinci işi başkaldırıdır.”
Yaşar Kemal

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesinde Yaşar Kemal’e fahri doktorluk unvanı verileceğini duyunca bir tek şeye şaşırdım: daha önce verilmemiş olmasına. Strasbourg Üniversitesi gibi Avrupa’nın saygın eğitim kurumlarından yıllar önce aynı unvan verilmişti ama Türkiye’deki üniversitelerin daha erken davranmamış olmasıydı beni şaşırtan.


Yaşar Kemal’in romanı ve yaşamı hakkında söylenmemiş ne kaldı diye düşünerek gittim Boğaziçi Üniversitesinin Albert Long Hall’deki etkinliğine fakat Türk romanının en büyük ustası konuşmaya başlayınca, yepyeni düşünceler ürettiğini, çağımızın en önemli asilerinden biri olduğunu, bunu da her seferinde kendine özgü bir dille anlattığını görmek, taptaze duygular içinde bıraktı beni. Yaşar Kemal’in benim gözümde eskimemesinin ve yaşlanmamasının birkaç


İlk başta, asiliğini sayabilirim. Kural tanımazlığını. Hayatı boyunca adaletsizliğe başkaldırmış olmasını. 60’lı, 70’li yıllarda toplumsal düzenin adaletsizliğine, toprak ağalarının kontrolsüz gücüne karşı bir haykırıştı. Bugün de çok gelişmiş bir adalet duygusundan yola çıkarak, tüketici toplumun bireyleri doyumsuz bırakışına, sömürülere, sefalete, açlığa ve yoksulluğa başkaldırıyor Yaşar Kemal. Ancak onun romanı gördüğü bu olumsuzluklara asla teslim etmiyor kendini: “İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır. Ben kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor.” İşte Yaşar Kemal’in romanlarında hep taze kalan ikinci öğe de tam budur. Her zaman insan doğasına ve insanın özünün iyiliğine inanır. Romanlarındaki coşkuyu yaratan da tam bu inançtır: okura doğrudan güzelliği hissettirir.
Yaşar Kemal’i bence diğer tüm yazarlardan ayıran bir başka özelliği de okur ile kendisini ayrı varlıklar olarak görmemesidir. Anlattığı öykünün yüceliğinden neredeyse okur kadar o da etkilenir. Bazen başladığı tümcede heyecanın giderek arttığını hissederiz, bunun birinci nedeni kuşkusuz Yaşar Kemal’in sözlü anlatım geleneğine yakınlığıdır, ikinci neden ise anlatımın duygusal temposunu sözcüklerin doğal büyüsüne bırakmasıdır. Çılgınca renklere bürünmüş toprak ve deniz, ılgınlar, yarpuzlar, hatmiler, püren kokuları, baş döndürücü bir etki yaratır, ama bu baş döndürücü etki sadece okurda değil, yazının kendi içinde de varlığını sürdürür. Anlatım bir anlamda, kendi başını döndürür, kendisini baştan çıkarır.


Yaşar Kemal’in fahri doktorluk töreninde yaptığı konuşma sırasında çok önemli bir başka konu eminim dinleyen herkesin zihninde yeni pencereler açtı. Okur ile kendini bir bütün olarak düşünmesinin bir başka uzantısı da, her okurla romanın yeniden yaratıldığını düşünmesi “her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytinağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözünün önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.” Bu alımlama kuramı yirminci yüzyılda romanı yeni bir gözle görmemize neden olmuştur. Roman açık bir yapıttır. Her alımlayanla birlikte yeniden oluşur. Yaşar Kemal’in verdiği örnekteki gibi, bir zeytinağacı her okurun zihninde yeniden can bulur. Her kahraman, gerçek yaşamda tanıdıklarıyla ortak karakteristikler taşır; her doğa betimlemesi zihne başka kokular, renkler getirir. Sözcükler asla yalnız başlarına gelmezler zihnimize; beraberinde tüm duyularımızı harekete geçirirler. Kemal’in “sözün gücüne her zaman inandım” demesi bu yüzden farklı anlamlar taşır. Bir sözcükle yaratacağı dünyaların, mitlerin, düşlerin gücünü bilir Yaşar Kemal. Bunların zihinlerimizde yeni dünyalar yarattığını, yeni mitlere yer açtığını da bilir.

Yaşar Kemal’le ilgili yazarken mutlaka söylenen ya da söylenmesi gereken bir olgu daha vardır ki o da yazarın hem siyasi görüşlerini hem de toplumcu yanını ortaya koyar. Kemal hayatının her aşamasında, halktan kopmuş bir sanata inanmadığını dile getirmiştir. Her zaman kendini “angaje” hissetmiştir. Bunu söyler söylemez hemen eklemek gerekir ki onun edebiyatı hiçbir zaman didaktik olmamıştır. Siyasi görüşlerin gölgesinde değildir kurgusu. Bağlı olduğu insanlık onuru çok önemlidir onun için. bunu şöyle açıkladı konuşmasında Yaşar Kemal: “bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

Boğaziçi Üniversitesindeki törende çok sayıda genç de vardı salonda. Konuşmayı çok duygulanmış bir şekilde dinleyen bir genci izlerken aklımdan kaç neslin bu dev destancıdan etkilendiği düşüncesi geçti. Farklı yaşlarda, farklı kültürlerde, farklı dillerin okurları, hepsi kendi iç dünyasına almıştı onun efsanelerini. Her birinin içinde bu destanların büyüdüğünü düşünmek çok güzel bir duygu bıraktı bende.


(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)

Kafka ve Yabancılaşma


Franz Kafka’yı 20.yüzyıl yabancılaşmasının poster yüzü olarak düşünürüm. Yazardan geriye kalan birkaç resimden birinde, çökük avurtları ve hüzünlü bakan gözleriyle adeta yüzyıl boyunca yaşanacak trajedileri önceden sezmiş izlenimi verir.


Kafka’nın hayatı “dışlanma”nın prototipi olarak gösterilebilir. Avusturya Macaristan imparatorluğunda bir Çek olarak doğmuş olması; Çekler arasında Almanca konuşan ve yazan biri olması; Almancayı anadili yapmışlar arasında bir Yahudi olması; Yahudiler arasında ise bir inançsız olması… Ait olduğu hiçbir gruba, hiçbir kültüre tam olarak ait olmadığını çok güzel kanıtlar. O içinde olduğu her ortamın yabancısıdır. Her ortamın dışlanmışıdır. Pragmatik ve aşırı kontrolcü bir babanın oğlu olması ya da hayatını kazanmak için bürokratik işlerde çalışmak zorunda kalması da Kafka’nın sanatçı ruhuna ters düşen, kuşkusuz yabancılaşmasını arttıran unsurlardı.


KAFKA ve KADINLAR
Son yıllarda Kafka’nın kadınlarla ilişkisi üzerine çok sayıda makale ve birkaç kitap yayınlandı. Kadınlarla gerçekten de zorlu ilişkisi olmuştu hayatı boyunca. İki kez nişanlanmış olmasına ve birçok kadınla ilişkiye girmiş olmasına rağmen, sevdiği güvendiği, hem âşık olup hem de dostça hissettiği kadın sayısı fazla değildi. Ayrıca yazdıklarında, özellikle de mektuplarında hiç çekinmeden erotik bir dil kullanan ve kadınlarla yazışarak kolayca flört eden biri olmasına rağmen, yüzyüze geldiğinde aynı yakınlığı kuramıyordu. Her zaman kuşku dolu biri oldu. Kadınlarla ilişkisinde de belki en büyük sorun buydu; asla tam olarak güven duyamıyordu. Hep evlenmek istemesine rağmen bir türlü bunu becerememiş olması da dikkat çeker. Son zamanlarda Kafka ve kadınları üzerine yazılan makalelerde sıklıkla kadınları iki gruba ayırdığı, fahişe, garson ya da tezgâhtar kızlarla kolay ilişkiye girdiği ancak kendi çevresinden saygıdeğer ailelerin kızlarından ölümüne çekindiği yazılır. İlk nişanlısı Felice ya da gazeteci sevgilisi Milena ile yoğun ilişkileri olmasına rağmen cinselliği dökülmemiş olması bu davranışına örnek olarak gösterilir.

Bugün Kafka’nın yaşamına baktığımızda, büyük bir kısmını klinik depresyon halinde geçirdiği aşikâr görünür. Toplumsal olaylara katılmakta aşırı endişe duymasının yanı sıra, sağlık sorunları da bir hayli etkiler çevresiyle ilişkilerini. Her şeyden önce uykusuzluk, migren çeker ve midesi aşırı hassastır.

Kafka’nın dilinde ilk dikkat çeken şey belirsizlik içeren sıfatlar kullanmasıdır. Çift anlamlı sözcükleri sevdiği gibi, okur üzerinde yanlış izlenim bırakacak sözcükler kullanmayı da sever. Hangi şehirde, hangi yılda ya da mevsimde olayların geçtiğini söylemez, buna rağmen detaylı mekân anlatımıyla okuru olayların içinde hissettirir. Bir kültüre ya da bir döneme bağlı olmadan, en soyut halinde insanı ele aldığı için 20. yüzyıl yazarlarını ve okurlarını bunca sarsıcı boyutlarda etkilemiştir. Herkesin ilişki kurabileceği, her okurun anlayacağı türden iç sıkışmalarını dile getirmiştir.

DAVA
1914 yılında yazdığı, başyapıtlarından biri sayılan “Dava”da Kafka enigmalarla ördüğü bir suçluluk öyküsü anlatır. Okurun suç karşısındaki kavramsal anlayışıyla oynar bir bakıma. Adalet yüce ve güçlüdür oysa roman kahramanı Josef K. güçsüz bir bireydir. Dünyanın sarsılmaz mantığı fazla güçlüdür, kendi başına bırakılmış birey ancak bu güç karşısında kabul etmek durumunda bırakılmıştır. Aynı zamanda Kafka öznel suçluluk ile nesnel suçluluk kavramlarını da gündeme getirir. Her insan ahlaksal açıdan suçlu sayılabilir, özellikle din karşısında günahkâr olabilir, günahlar ya da ahlaksal bozukluklar karşısına suç olarak çıksa, yasalar önünde de dirençsiz kalır insan. Kafka suç ve günah olgularını yan yana işler “Dava”da, günahkar doğan insan burada suçludur aynı zamanda.


30uncu yaş gününde Josef K. sabah iki adam tarafından tutuklanır. “Dava” doğumgünü sabahıyla başlar. Tam bir yıl sonra, 31. yaşgününde de suçlu bulunup ölüm cezası gerçekleşmesiyle de sona erer. Dava, bir yılı anlatır. Suçlu bulunduğu andan itibaren yargılanış ve cezanın hükmü süreci işlenir. K.’nın dokunulmaz adalet sistemi karşısında kendini yok ediş öyküsüdür aynı zamanda. Kafka’nın tüm iyi romanlarında olduğu gibi Dava’da da anlam bulanıktır. Büyük olasılıkla gelecek yıllar içinde Avrupa’da güçlenecek faşist totaliter rejimleri önceden hissetmiş, adaletin kaybedildiği bir boşlukta kahramanını asılı bırakmıştır.

“Dava” okura garip bir zorunluluk hissi verir. Makine bir kez çalıştırılmış, artık önüne çıkanı öğütecektir. Romanın başlarında Josef K için bir çıkış kalmadığını anlarız, bu duygu bizi isyana sürükler. Kafka yine bu romanında çok sık yaptığı şekilde saptırılmış bir gerçeklik duygusu yaratır. Örneğin ilk bölümde yandaki odada sorguya çekilme sahnesi bir düş gibidir. Sanki kahraman her an uyanacak ve bu kâbustan kurtulacaktır. Kafka hep okurun gerçeklikten şüphe duymasını sağlar. Josef K gerçeklikten koptukça okur olarak biz de kopmaya başlarız. Gün normal seyrinde devam etse de karanlık bir gölge hep hissedilir.

K. kibirli ve fırsatçı biridir. İşyerinde astlarını küçümseyen bir tavrı vardır. Bir yandan da haksızlığa uğradığında isyan etmeyecek denli düzenin adamıdır. Düzenin bir bildiği var diye düşünür sonunda. Karmaşa içinde bir ruh halindeyken de adeta kendini suçlu hissetmeye başlar, çünkü kendinden daha güçlü bir varlık tarafından böyle hissettirilmiştir. Adalet, düzen ve kanunları hiç sorgulamadan kabul etmiş olması, kendisi haksızlığa uğradığında sorgulanmak için geçtir artık. Düzen zaten K. gibiler yüzünden başarılı olmuştur.

Ülkemizde son haftalarda yaşananlar, Kafka’nın “Dava”sını çağrıştırdığından olsa gerek, bu günlerde bu ünlü klasiği okumanın tam vakti. Bir sabah uyandığında suçsuz insanların kapılarına dayanmış yargıyı görünce, adaletin işleyişinden şüphe duymadan edemedi bu ülkenin çoğu vatandaşı. Bir tek insanın bile suçsuz yere yargılanması, tüm adalet sistemini sorgulamamız gerektiğini gösterir. Kafka kısa bir süre sonra görülecek Mussolini, Hitler ve Franco gibi diktatörlerin adaleti nasıl ellerinde bir alet olarak istedikleri biçimde kullanacaklarının kehanetini yapar Dava’da. Geçtiğimiz hafta ben yeniden okuma gereği duydum Kafka’yı, her yıl yeni baskıları piyasa çıkan bir kitap olarak, her zaman okurun sağduyusunu güçlendiren bir eser olarak, hep okuması zorunlu bir roman olmuştur. Her nesil için, her kültür için.


(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinde Mayıs 2009'da yayınlanmıştır.)

09 Haziran 2009

Faruk Şüyün "Füruzan Diye Bir Öykü"



FÜRUZAN


Bazı eserleri okurken hayatımla oluşturdukları paralellik garip bir ürperti verir bana. “Füruzan: Diye Bir Öykü” adlı kitabı okurken de, hoş bir rastlantı oldu. Kitabı geçen hafta gezmeye gittiğim Kapadokya’ya yanımda götürmüştüm, dünyada en sevdiğim yer olan Kapadokya’nın büyülü atmosferinde vakit buldukça okuyordum. Bir gün Uçhisar’daki Güvercinliği gezerken bir anda güneş uzak bir noktada parlamaya başladı ve muhteşem Erciyes dağını aydınlattı. Bembeyaz görüntüsüyle aniden karşımıza çıkması inanılmazdı. Akşam kitabıma döndüğümde, Füruzan da ilk kez İstanbul dışına çıktığı yolculukta, Erciyes’i görünce nasıl heyecanlandığını anlatıyordu: “İstanbul’dan hiç çıkmamış bir İstanbullu’ydum (…) Trene binmek istedim. Ve Erciyes Dağı’nı görünce o kadar heyecanlandım ki anlatamam. Gözlerim yaşardı. Böyle bir dağ olabilir miydi? Bu çok şaşırtıcı bir doğa görüntüsüydü. Bir düzlüğün üzerinden Tanrısal bir şey gibi yükseliyordu. Benim gibi bir büyük kentlinin izlediği, doğanın içinde görkemli bir anıt doğa parçasının kendisine ait bir şeyin yükselişi. O uzun tren yolculuğunda ben hiç uyumadım. Bir şey kaçırmamak istedim o görüntülerden…” Erciyes’in görüntüsü karşısında aynı şeyleri hissetmiş olmamız, aynı yaşaran gözlerle dağı seyretmiş olmamız, kitaba – ve dolayısıyla Füruzan’a – bir anda müthiş bir yakınlık duymama neden oldu. Böylesi anlarda okur, yazarla eşsiz bir bağ kurduğunu düşünür.
Faruk Şüyün’ün Füruzan’la yaptıkları diyaloglar üzerine hazırladığı “Füruzan: Diye bir Öykü” yazarı gerçekten de yakından tanımamıza yarayan bir eser olmuş. Faruk Şüyün kendisini hiç hissettirmeden, Füruzan’ın kendi kurgusunu yapan anlatısını hiç bozmadan ve en önemlisi, bizimle birlikte yazarı tanıma sürecindeymiş gibi bir eser çıkarmış ortaya. Yazarın kendi ağzından, dolaysızca yaşam öyküsünü dinlemek çok hoş kılıyor. Bazı yerlerde Füruzan’ın “bilirsiniz herhalde” gibi Şüyün’a yönelttiği sözler aslında, okura doğrudan söylenmiş izlenimi veriyor. Şüyün ile birlikte dinliyoruz sanki.
Kitabın en ilginç yanlarından biri, bugüne dek yazar hakkında çıkan eleştiri yazılarına geniş yer vermiş olması. Özellikle Fethi Naci, Erdal Öz, Mehmet H. Doğan, Ece Ayhan gibi yazarların 1970’lerde, 1980’lerde yazdığı eleştirileri okurken, bir dönem ne denli akıllı ve güzel makalelerin yazılmış olduğuna hayranlık duymadan edemedim. Füruzan’ı ilk anlayan ve anlatanlar olarak, yazarın hayatında çok önemli rol oynamış bu yazar ve eleştirmenler. Edebiyatımızın gelişim yıllarında Füruzan’ın önemini anlamamıza yarıyor ayrıca bu makaleler. Bunlara ek olarak bugün Semih Gümüş, Tahsin Yücel, Füsun Akatlı gibi çok sayıda yazarın da makaleleri eklenmiş. Böylece yazar hakkında dünden bugüne geniş bir yelpazede düşünceleri bir arada buluyor okur.
Özgür Bir Çocukluk
Füruzan ailesini ve çocukluğunu anlatarak başlıyor. Zihninde hatıra oluşturamayacak denli küçükken kaybettiği babasının adeta izini sürüyor. Bir insanın hayatını anlatmaya başlamasıyla kuşkusuz çocukluk anılarının düğümü de çözülmeye başlıyordur; özellikle bir yazar için hatırladıkça, anlattıkça, bir yaşamın kurgusu çıkar ortaya. Füruzan hayatını önceden kurguladığı bir şeyi anlatır gibi değil, aklına geldikçe, tüm doğallığıyla anlatıyor ve sanki çözülmeler metin içinde doğallıkla oluşuyor.
Belki de İstanbul’un en güzel yıllarında geçiyor Füruzan’ın çocukluğu. Henüz okula gitmeyecek kadar küçükken yalnız ya da yaşıtı arkadaşlarıyla vapurlarda, kayıklarda, deniz kenarlarında sadece gezme amacıyla dolaşıyor, keşfediyor, tanıyor. Hemen metnin başında Füruzan’ın yaşadığı kentlerle organik bir bağ kurduğunu anlıyoruz. İstanbul ve Berlin onun yaşamında çok önemli yer tutuyorlar, sanki sevdiği, vazgeçmediği dostları gibi. Fakat yaşadığı yere bunca önem vermesi, kentlerin bozulmasıyla acıya da dönüşüyor. Bunu da sıklıkla dile getiriyor. Özgür geçen çocukluğu sayesinde İstanbul’un farklı semtlerini, farklı portrelerini tanıma fırsatı buluyor. Bu şehrin farklı katmanlarını tanımak onun için çok önemli, bunu kitap içinde de birkaç kez dile getiriyor.

Resim ve Sinema
Füruzan’ı besleyen bir başka şey yine küçük yaşta yapmaya başladığı resimler. Resimler daha sonraki yıllarda gelişen sinema tutkusunu da açıklıyor. Yazarların diğer sanatlarla bağlantıları hep ilgimi çekmiştir. Füruzan’ın sinemayla ilgilendiği hep bilinirdi ama çocuk yaşta yaptığı, hatta iki “ü” ile Fürüzan diye imzaladığı resimlere dikkatli bakınca zihninin görsel detayları nasıl algıladığını daha iyi anlıyor insan. Füruzan’ın eserleri okurun zihninde hep görsel imgelerle canlanır, yazarın resim yeteneğini görmek eserlerindeki bu görselliği kuşkusuz daha anlaşılır kılıyor.
Füruzan hayatının dönemlerini, yaşadığı yerlerle belirliyor. Bazı kadınlar hayatlarının dönemlerini yanlarında oldukları erkeklerle birlikte anarlar (babaevi gibi) oysa Füruzan’ın hayatının kilometre taşları kesinlikle eserleri. Özel hayatından hiç söz etmemesine rağmen, aşklarının izini sürmemize de izin veriyor. En büyük aşkı da 1950’lerin sonlarında yaşadığı aydınlanma, bu bölümde Füruzan’ın anlatısı doruğa ulaşıyor. Hayatına sanki bu dönemde iki aşk aynı anda giriyor. Biri zihninin aydınlanmasına, siyasi düşüncelerinin berraklaşmasına, diğeri de ruhunun zenginleşmesine yarıyor. Bu dönemi şöyle anlatıyor: “…benim düzenlediğim bir rastlantı ile başlayan derin değişim çok geniş düşünmeme neden oldu. Bütün dünyada olanları ışıklanmış bir netlikte görme başlangıcım o yıllarda başladı diyebilirim. Bellek kayıtlarımın tüm kapıları o zaman gerçekten açıldı.” Sosyalizmle tanışması, yoksulluğun nedenlerini düşünmeye başlaması, Füruzan’ın hayatında çok belirleyici bir rol oynuyor. Politik fikirlerinin olgunlaşmasıyla âşık olmasını iç içe anlatıyor Füruzan. Bu satırlarda “Sosyalizm insana en yakışır ütopyadır” gibi eşsiz derinlikte bir sözle başlayıp ardından insan sevgisine ve oradan da, bir iki paragraf içinde, konuyu aşka getirmesi, düşünceleriyle paralel gelişen duygularını çok güzel ifade ediyor. “Ben … vuran aşka çarpıvermiştim. İyi de oldu. İstanbul bambaşka oldu birdenbire. Kökten değişti sanki. (…) Âşıktım. İstanbul’un artan güzelliği şundan kaynaklanıyordu: çünkü o da bu kentte yaşıyordu. Olağanüstü bir şey. Aman yarabbim ne denli sarsıcıydı her görüntü.” Bu kısacık bölümde hayatının o yıllarda merkezindeki her şeyi, düşünsel, politik, duygusal, mekânsal, hepsini bir arada görüp, zenginleşmesini ve nedenlerini iyi anlıyoruz.
Metinde dikkat çeken bir şey, bazı konuların birkaç kez tekrarlanmış olması. Örneğin Ece Ayhan’la tanışması çok kereler başından başlayarak anlatılıyor, fakat bu tekrarlar kitaba ritim veriyor çünkü her seferinde başka bir konuyla bağlanıyor. Yine Ece Ayhan örneğini verirsek, bir seferinde eserinin yayınlanış hikâyesine bağlanırken bir başka sefer eleştirilere karşı tutumunu anlatan bir hikâyeye bağlanıyor. Dolayısıyla düşünce tekrarı değil, konuyu toparlayan tekrarlar bunlar. Ayrıca Füruzan’ın temel aldığı bazı noktalar olduğunu ve hayatını belirleyen anlara dönme gereğini de anlıyoruz. Aynı noktaya birkaç kez dönmüş olması, o anın ya da o hatıranın hayatındaki yerini anlamamızı sağlıyor.
Bulanık ama Net
En iyi otobiyografilerin hem bir nebze bulanık hem de içten olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Bazı şeyler anlatılmadığı zaman değerlidir, dile döküldüklerinde değerlerini hızla yitirmeye başlarlar. Ama içtenlik şarttır. Hem bulanık hem içten olmak bir paradoks gibi görünse de aslında yaşam öyküleri söz konusu olduğunda hiç değildir. Geride yaşam öyküsünün bıraktığı iz, detaylardan çok daha önemlidir. “Füruzan Diye Bir Öykü”yü okurken hemen herkesin tanıdığı ünlü yazar, düşünür ve sinemacı dostlarının anlatıda yer alış biçimi özellikle bu kitabın en hoş yanı. Büyük emek verilerek hazırlandığı belli olan bu kitabı özel kılan bir şey de içindeki güzel fotoğraflar. Özellikle çok güzel fotoğrafların konusu olmuş olan Füruzan’ı her yaşta, her giyim içinde izlemek ayrıca bir keyif veriyor okura. Hiç gülmeyen bir kız çocuğu olduğunu söylüyor ve çocukluk ve gençlik resimlerine görünce ona hak veriyoruz; fakat metnin sonunda yer alan (kitabın sonu değil) fotoğrafta en içten sıcak bir gülümsemeyle el sallıyor. Ve hatırımızda kalan da o görüntü oluyor.


Füruzan Diye Bir Öykü
Hazırlayan: Faruk Şüyün
Yapı Kredi yayınları
Nisan 2009
(Füruzan'ın resmi, Muammer Yanmaz)
(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinde 4 haziran 2009 cuma günü yayınlanmıştır.)

20 Nisan 2009

İhsan Oktay Anar Romanlarında Tanrı ile Şeytan


Türkiye’de verilen edebiyat ödüllerinin iki zayıf noktası olduğunu düşünmüşümdür hep. Birincisi, çoğu ödül başvurular üzerinden değerlendirilir. Bir roman ne denli iyi olursa olsun, eğer yayıncısı ödüller için başvuruda bulunmadıysa, neredeyse hiç bir ödül almadan seneyi bitirebilir. Dünyanın saygın edebiyat ödüllerine baktığımızda durum böyle değildir. Ancak amatör edebiyat meraklılarına verilen ödüllerde yazarın kendisi ödüle başvurur, diğer saygın ödüllerde durum bambaşkadır. Bir önceki yılın en iyi edebiyat örnekleri üzerinde tartışarak karara varılır. Genelde son ana kadar yazarın haberi olmaz. İkinci bir nokta da, bazı ödüller hep aynı türden yazara gider. Çeşitlilik barındıran ödül fazla değildir.
İki yıldır verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü, saydığım iki konuda da kendini sınırlanmayacağını gösterdi. Ödül jürisi son üç yılda eseri yayımlanmış tüm yazar ve şairleri değerlendiriyor. Geçen yıl, ilki Gülten Akın’a verilen ödül bu sene başka bir neslin ve başka bir geleneğin yazarına verildi. İhsan Oktay Anar’la birlikte ödülün bundan sonra da çok geniş bir yelpazede yazarların değerlendirileceği anlamı çıktı.
AMAT
İhsan Oktay Anar, günümüzün en benzersiz yapıtlarını kaleme almış yazarlardan biridir. Her öykü için o öykünün dilini yaratan, bu dili en yaratıcı biçimde kullanan yazar, romanlarında genelde 17.yüzyıl Osmanlı döneminde İstanbul’u anlatır. Edebiyat geleneğimizde çok sık rastladığımız bir anlatı değildir Anar’ın ki. Temaları aynı zamanda insanlığın bilinen efsanelerinden esinlenir. Bazan Faustus gibi geleneksel öykülerin izlerini, bazan da eski ahitten efsaneleri bulur okur onun satırlarında.
“Amat”ta Faustus efsanesinden esinlendiğini düşünmek yanlış olmaz. Bu efsaneye göre, bir Alman astrologu olan Faust, bilgi ve güç elde etme karşılığında ruhunu şeytana satar. Âdemoğlunun bilmek istediği tek şey ölümden nasıl kurtulacağıdır; Faust için de bilgi güç anlamına gelir. Şeytan ile insan arasındaki bu alışverişte, şeytan tanrı ile giriştiği düelloda bir yandaş bulur, insan ise ölümlülük içinde bir güç bulmuştur.
Faust adında bir âlimin yaşadığı ve şeytandan yakın dostu olarak söz ettiği bilinen bir gerçektir. Faust’un hikâyesi ortaçağ düşünürlerini etkilemiştir, hatta ilahiyat, astronomi ve ruhbilim konularında ortaya atılan yeni düşüncelere ilham kaynağı olduğu görülür ama efsanenin tamamı bundan ibaret değildir, bir de karanlık yüzü vardır ki, büyücülük, kehanet, simya ve şeytanla ilgili karmaşık bilgilerle doludur. İhsan Oktay Anar’ı çeken de tam bunlardır.
Şeytan ve Tanrı, Anar’ın romanlarında hep gizli kahraman olarak varlıklarını hissettirir. Bazan doğrudan insanla ilişki kurarlar, bazan da elçilerini yollarlar. Özellikle şeytan, insan kılığına büründüğünde de kişiliğini aynen korur. Kendinden güçsüz insanların aklına girmeye çalışır, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmak ister. “Amat”ta Eski Ahitte geçen Nuh’un hikâyesine gönderme yapar yazar. Kutsal kitapta, Allah’ın, sevgili kulu Nuh’a bir gemi siparişi verdiği anlatılır. Tüm dünyayı etkileyecek büyük bir felaketten sevdiği bazı kulları kurtulsun ister tanrı. Nuh, tanrının siparişini yerine getirir, bu sayede insan ve hayvan türleri yaşam bulurlar. Nuh’a verilen bu sipariş, bildiğimiz kadarıyla Tanrının âdemoğluna verdiği tek sipariştir.
İhsan Oktay Anar romanın başına bu siparişin geçtiği satırları (Tekvin 6:14) alarak, romanda asıl görmemizi istediği yöne işaret ediyor. Nuh’un gemisi gibi, Amat adlı gemi de bir siparişle yaratılır. Fakat arada önemli bir fark vardır, Nuh’a gemisini sipariş eden Tanrı, Amat siparişini veren ise Şeytandır. Tanrının siparişi insan ve hayvan soylarının tükenmemesi içinse, şeytanın siparişi de tam tersine insanlığın sonunu hazırlamak için verilmiştir. İhsan Oktay Anar “Amat”ı bu temel üzerine kurar. Özellikle Tanrı ile şeytan düellosunu çağrıştıran bölümleriyle hep bu temayı akılda tutmamızı sağlar.
SUSKUNLAR
İhsan Oktay Anar son romanı “Suskunlar”da da benzer bir yapı kurmuştur. Burada Tanrı ile şeytanı varlık olarak değil, simge olarak insanların içinde var eder. Mitoloji ve kutsal metinlerden besleyerek yarattığı kahramanlar, Tağut ve Neyzen Batın, şeytani ile tanrısal olanı temsil ederler. Aynı temsil ettikleri gibi, onlarda doğrudan eylemde bulunmazlar. Kötülük ve iyiliğin yayılması için insanları kullanırlar. Biri Cüce Efendi’yi, diğeri de oğlu Zahir’i kullanır. Romanın en önemli kahramanları olarak hissedilen Tağut ve Neyzen Batın, kendileri olarak görünmezler romanda fakat yazar onları yine de merkeze yakın yerleştirir. Emirlerin alındığı merciler olarak dikkatleri üzerlerine çeker.
Romanın en hoş bölümlerinden biri, Zahir’in İsa peygamber ile özdeşleştiği satırlardır. Böyle yaparak Anar, hem bildik bir mit ile özdeşlik kurar hem de Zahir’i anlattıkça babasının varlığını da hissettirir. Örneğin, İsa’nın eline aldığı bir ekmek parçasını kendi eti olarak, bir kadeh şarabı da kanı olarak sunmasını Zahir, kendi takipçilerine kavun ve rakı olarak sunuyor. Anar’ın espriliyle yaklaştığı bu benzetme bizi yine insan ve tanrı ilişkisine götürüyor. Tanrının oğlu olduğunu bilen İsa, gammazlanacağını bilir ve babası Tanrının onu koruyacağını düşünür. Zahir de aynı İsa gibi ihanete uğrayacağını önceden bilir, ihanete uğradığında da babasına neden onu yalnız bıraktı haykırarak sorar. Yeni Ahit’in “Matta’ya göre İncil” bölümünde İsa böyle haykırır babasına: “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” Zahir de aynı düşünceyi kendince dile getirir: “Ah Beybaba! Ah be Babalık! Niye çamura yattın?”
“Suskunlar”da başka bölümlerde de ortaya çıkar Tanrı ve Şeytan. Romanın merkezine yerleştirilen müzik teması, Tanrı ile şeytanı karşıtlık olarak gördüğümüz bir yerdir. Konuyu anlatmaya ilkçağ filozoflarından Pisagor ile başlamak gerek. Pisagor, evrende her şeyin tam sayıyla özleştiğini söyleyen ilk düşünürlerden biridir. Doğanın tümüne yansıyan bir kusursuzluk görür filozof; ve bu kusursuzluğu zihin ancak yaratılış hikâyesiyle birleştirdiğinde anlamlı olur. Müzikle de uğraşan ve Babil’de aldığı eğitim sonucunda matematiğin kutsallığına inanan Pisagor, müzikal sesleri de aynı kusursuzluk teması üzerine kurar.
Yüzlerce yıl Pisagor’un teorileri müzik kuramcılarını etkisi altında tuttu. Müzik de evren gibi tam bir matematiksel kusursuzluk üzerine kurulu olarak düşünüldü. Notalar arasındaki aralıklar, bu kusursuzluğun simgesiydi. Bu felsefeden etkilenen ortaçağ kuramcıları, bazı bozuk akorlara “musica ficta” diyerek, şeytanın işi saymaya kadar götürdüler. Do ile fa diyezin birlikteliği şeytan aralığı olarak düşünüldü ve kilise müziklerinde (hatta tüm müziklerde) kullanılması bir dönem için yasaklandı.
“Suskunlar” tam da bu konuyu romanın merkezine yerleştirmiş. Kusursuz aralıklarla, tam armoni yaratmak nasıl ilahi bir erdem sayılıyorsa, bu armoniyi kıran, bölen ya da parçalayan sesler de şeytana ait sayılır. Şeytan tanrının yarattığı kusursuz evreni bozmak üzere yeryüzüne inmiştir. Anar romanında, şeytanın kullandığı ses aralıklarını, kusursuz ulvi ahenk ile karşılaştırarak, romanın gerilimini yaratmış. Tanrı, insanın içine nefes üfleyerek can veren neyzene benzetilmiş; Şeytan ise sadece evrensel uyumu değil, insanın yarattığı sanatsal kusursuzlukları da bozarak Tanrı ile insan arasına girmiş.
Anar’ın bu ilahi göndermeleri romanlarını hep zenginleştiren unsur olarak görülmüştür. Yazar kendini dilsel olarak eski çağlara bağlamayı sevdiği gibi, efsaneleri de yeni bir çağda yeniden anlatmayı sever.
(Bu yazı Dünya Gazetesi kitap ekinde 3 Nisan 2009 tarihinde yayınlanmıştır.)

08 Mart 2009

Mario Levi "Karanlık Çöktüğünde"


KARANLIKTA KALAN YAŞAMLAR


Ellili yaşlarına girmiş ya da girmek üzere olan dostlarımda, gençlikten son bir yudum alma arzusu görmeye başladım son yıllarda. Bazıları bunu en basitinden genç bir sevgili bularak yaptılar, bazıları da eski büyük aşklarını yeniden (internet çok yardımcı oluyor) arayarak. Sanırım her iki durumda asıl aranan sevgili değil, kendi gençlik yıllarıydı.


Mario Levi’nin son romanı “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” gençlik yılları arayışı içine girmiş, tam da elli yaşlarında İzi adında birinin hikâyesini anlatıyor. İzi, evli ve üniversite çağına gelmiş iki çocuğu olan, babadan kalma aile ticaretini başarıyla sürdüren bir işadamı. Hayatında ters giden bir şey yok gibi görünüyor. Ne belirgin bir sağlık sorunu, ne de hemen dile getirilecek büyük bir mutsuzluk. Böylesi bir hayat sürerken, aklına eski dostlarını bulmak, bir araya gelmek, lisede sahneye koydukları “İstanbul Hayatım” adlı oyunu yeniden sahnelemek düşüncesi geliyor.


İlk başta o yıllardaki en yakın dostu Necmi’yi buluyor. Dostlukları bıraktıkları yerden hiç bozulmamış şekilde yeniden devam ediyor. Necmi, siyasi düşünceleri yüzünden ağır işkence görmüş, uzun süre hapis yatmış bir devrimci; hayatını artık turist rehberliği yaparak kazanıyor. Necmi ile birlikte diğer arkadaşların peşine düşüyorlar. Yorgo, Şeli, Niso ve en son ama en önemli Şebnem’i hayatın onları attığı köşelerinden bulup çıkarıyorlar. Bu gençlerin her birinin acı öyküsü, onları İstanbul dışına gönüllü ya da gönülsüz sürgün etmiş bir zamanlarda. Birisini ailesi ya da aşk bir diğerini siyaset savurmuş dünyanın bir taraflarına. Aralarında aslında tek gerçekten İstanbul’da kalan İzi olmuş. Necmi de günlerinin büyük bir kısmını evden çok uzaklarda geçirdiği için, o da kendini sürgün etmişler grubuna kolayca girebilir. Şebnem ise, sadece İstanbul’dan, Türkiye’den değil, tüm dünyadan koparmış kendini.


Bu durumda yapıştırıcı, bir araya getirici öğe İzi oluyor. İzmir’den, Atina’dan, İsrail’den topluyor dostlarını tek tek. Bir araya gelişler hep duygu yüklü, sıcak bağlarla gerçekleşiyor. İzi’ye bu toparlama işinde en çok yardımı da karısı yapıyor. Roman yavaş yavaş tüm bu hikâyelerini anlatılması ve çözümlenmesinden oluşuyor. Romanın başlığı “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” tam her birine sorulan soru aslında. Hepsi sanki bir derin karanlık içine düştükleri anda birbirlerini kaybetmişler, sonra bir daha karanlık içinde de buluşamamış gibiler.


Mario Levi siyasi darbeleri ve azınlıkların dışlanmasını “karanlık” olarak simgeleştiriyor. Gerçekten de romandaki karakterlerin hayatlarına bir karanlık gibi çöküyor adaletsiz tarihimiz. Fakat birbirlerini otuz yıl sonra bulan dostlar, acı geçmişlerini, hayatlarına karanlığın çöküşünü anlattıktan sonra, birlikte rakı içip, güzel yemekler yiyorlar, hatta Fenerbahçe maçında kurtlarını döküyorlar.


“Karanlık Çöktüğünde Neredeydiniz” tür olarak çerçeve öyküye sahip, Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri ya da Boccaccio’nun “Decameron”una benziyor. Burada çerçeve öykü, İzi’nin oyunu yeniden sahnelenmek üzere dostlarını bir araya getirme çabası. Parça parça öyküler ise her kahramanın yetmişli, seksenli ve doksanlı yıllarda geçen yaşam dilimini anlatıyor.
Romanın ithaf sayfasında yazar “Bu ülkenin değişebileceğine inanan ’78 Kuşağı’na… İsyanların saflığı için…” yazmış. Bu satırlar, romanın özünü çok iyi anlatıyor. Devrimciliğin romantizmine kapılmış bir nesli anlatıyor Levi. Yer olarak seçtiği İstanbul ise, yetmişli yıllardan beri, gün geçtikçe rengini, mozaiğini, çok sesliliğini yitiren bir kent olarak, çok uygun bu anlatıya. İzi sadece mutsuz olduğu için girmiyor bu arayışa, onun hayatındaki eksikliğin İstanbul’un hızla yitirdiği çok renklilik, çok seslilik olduğu anlaşılıyor. İlk başta sadece renksizleşen evliliğini canlandırmak için yeni heyecanlar aradığı ve bunun için eski sevgilinin en sağlam çözüm olduğunu düşündüren davranışlar içinde fakat sonraları aradığının o olmadığını anlıyor.


Roman kahramanlarından Necmi ve Yorgo çok tanıdık, iyi betimlenmiş, gerçek karakterler olarak çıkıyorlar karşımıza. Aslında kahramanların hepsini çok yakın buluyor ve seviyoruz. İzi’nin davranışları ise diğerleri gibi değil, daha karmaşık bir ruh halini yansıtıyor. Örneğin otuz yıldır görmediği dostu ile karşılaşmak için İzmir’e gittiğinde, dostunun dükkânında çalışan genç bir kız ile sadece beş dakikalık bir konuşma ve el sıkışmasından öte gitmeyen bir tanışıklık sonrasında, kıza sarkıntılık eder gibi davranması ve sonradan da kızı unutamadığını söylemesi, gizliden de olsa, bir arayış içinde olduğunu düşündürdü. Tanıştığı ve karşılaştığı her kadından bunca etkilenir olması, karısına yakınlığının da adeta dostları arasında bir gösteriye dönüşmesi, İzi hakkında okurun zihninde bazı soru işaretleri oluşturan öğeler. İzi’nin hayatı mutsuz olmasa da, bir şeylerin boşluğunu çok fazla hissettiriyor. Bunun ne olduğu romanın sonunda biraz anlaşılıyor fakat aslında asıl anlaşılan, İzi’nin sorunlarını görmezden geliyor olması. Adeta karanlık içinde yaşamayı sürdürüyor.


Mario Levi’nin bu romanını sadece bir dönemin karanlığına düşmüş gençlerini anlattığı için değil, ayrıca son otuz yıl içinde Türkiye’deki azınlıkların yaşamını görülür kıldığı için önemsiyorum. Tarihin ve anıların tek sesli anlatımlarıyla büyüyen bir neslin sonunda bütüncül bir resme kavuşması için, tüm yaşamların, dışlanmışlıkların, acıların, sürgünlerin, tekrar tekrar değişik ağızlardan duyulması gerekiyor. Levi bu romanında İstanbullu olmak, azınlık olmak, solcu olmak, öteki olmak gibi konuları ele alıyor. Daha önceki romanlarındaki duruşundan da biraz farklı buldum Levi’yi: daha esprili, kendiyle alay edebilen bir dilde yazmış bu son romanını. Belki tek eleştirilecek nokta, romanın ana temasının çok uzağında bulunan karakterlerin – babanın dükkânında çalışan elemanların her birinin yaşam öyküsünün -- çok uzun anlatılmış olması. Giriş bölümü olarak fazlaca uzun bir yer kaplıyor romanda. Yine Mario Levi’den alışık olduğumuz gibi, ince detayları fazla, fakat bu sefer yazarın kalemini rahatlamış bulduğumu söylemeliyim. Örneğin romanın en can alıcı noktalarından birinde, kahramanlardan birinin ülkeden uzakta geçirdiği yıllar içinde yaşadığı en acı ve özlem dolu anlarını anlatırken, gözleri sadece Fenerbahçe maçları özlemiyle doluyor (s. 365). Bu ironik an, kahraman ile alay eden ya da onu küçük gören bir sahne yaratmıyor okurun gözünde, aksine anın coşkusunu hissettiriyor. Dostluk üzerine, yeniden buluşma üzerine etkileyici bir roman.

Karanlık Çöktüğünde Neredeydiniz / Mario Levi / Doğan Kitap / Ocak 2009 / 586 sayfa / 29.-


(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinde 6 Şubat günü yayımlanmıştır.)

07 Mart 2009

Elif Şafak "Aşk"


BU NASIL BİR AŞK?


Son dönemlerde romancılarımız Anadolu’nun büyük bir zenginlik barındıran felsefesi tasavvufa özel bir ilgi duymaya başladılar. İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar,” Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar” adlı romanları ilk aklıma gelenler. Hepimiz Mevlana’nın şiirlerini ve Konya’nın dervişlerini biliriz fakat felsefesinden ne denli uzak yaşamlar içinde olduğumuzu bu romanlar çok güzel gösterdiler bize. Bilinen, görünen olması, yaşanan olması gerekmediğini de gösterdi. En yakın olmamız gereken felsefeyi ne denli az bildiğimiz (en azından çoğumuzun) su üstüne çıktı bence romanlarla.
Aşk, bugünün yaşamında sadece iki insan arasındaki tutkulu ilişkiyi anlatmak için kullanılan bir sözcüğe indirgendi. Oysa ilk çağlarda aşkı farklı sözcüklerle ifade ederlerdi, tanrı aşkı, karı-koca aşkı, cinsel tutku başka sözcüklerle anlatılırdı. Fakat bedenimizin tam orta yerinde bir sancı olarak hissettiğimiz aşk, aslında bir tek sözcükle de anlatılabilir, aynı Rumi’nin yaptığı gibi.
Elif Şafak’ın “Siyah Süt”ten sonra beklenen yeni romanı aşkı tam da bir tek sözcükle anlatan bir eser. Romana da en basitinden “Aşk” adını vermiş yazar. Basit diyorum ama aslında hiç de basit bir aşk değil anlattığı, zaten ne zaman basittir ki aşk? İçinde her duyguyu ve her tutkuyu eriten bir tek sözcük olduğunda en karmaşık halinde değil midir?
“Aşk”ta Şafak, iki farklı zaman diliminde geçen iki öykü anlatıyor. Birincisi 2008 yılında Boston şehri yakınlarında yaşayan Ella’nın öyküsü; İkincisi ise, 13. Yüzyıl ortalarında bir kısmı Bağdat’ta kalanı Konya’da geçen Tebrizli Şems’in öyküsü. Ella, üç çocuk annesi, sevgisiz bir evlilik içinde sıkışmış kalmış “çaresiz bir evkadını.” Çocukları büyüdüğü ve ona fazla gereksinim duymadıkları bir çağa geldikleri için kendine oyalanacak bir iş bulur. Görevi bir editörün yardımcısının yardımcılığıdır, eline verilen hakkında hiçbir şey bilmediği romanı okuması ve hakkında rapor hazırlaması istenir. Roman tasavvufla ilgilidir. Hayatında hiç Mevlana’nın adını duymamış, hiç ülkesi dışında yaşamamış, gezmemiş biri olarak yabancıdır konuya ve romanın içerdiği temalara. Fakat romandaki bir şeyler çeker onu, önce yazar hakkında bilgi edinir, kitabı okumaya başladığında yazara bir e-posta yazar. Mesajında sadece kitaptan değil, kendisiyle ilgili özel bir konudan da bahseder. Hayatında tam da aşkın ne olduğunu sorguladığı, kendini nasıl aşksız bir yaşamın içinde bulduğunu anlamaya çalıştığı bir dönemdir. Okuduğu “Aşk Şeriatı” adlı roman bütün bunların yanıtını barındırır içinde, o da zamanla görmeye başlar bunları.
“Aşk Şeriatı”nın yazarı Aziz Z. Zahara, gezgin bir fotoğrafçıdır. Bunalımlı geçen hayatının bir bölümünde dinle tanışmış ve bir Sufi olmuştur. Şems’in hayatını ve Sufiliği kendi anladığı gibi yazmıştır romanında. Elif Şafak’ın roman içine roman koyarak hem anlatım katmanlarını çoğaltmış hem de – en önemlisi – Mevlana’yı bugüne bağlamış. Bugünün yaşamı içinde Sufi yaşam felsefesini göstermiş. Romanın özünü içinde yatan “Aşk Şeriatı” barındırıyor fakat romana sadece “Aşk” başlığını verdiği için, zaman ötesinde, kültür ötesinde anlaşılmasını istiyor.
“Aşk Şeriatı” 1245 yılının öncesi ve sonrasında, büyük kısmı Konya’da geçen bir roman. Her karakter birinci tekil şahıstan Şems’le tanışmasını, ondan nasıl etkilendiğini, günlüğe yazılmış haliyle anlatıyorlar. Her biri Şems’in hayatındaki bir dönemi ya da birkaç saati anlattığı için, Şems’e çok farklı açılardan bakmamızı sağlıyor ayrıca olayların akışı da bir dilden diğerine hiç aksamıyor. Şems’in kendi ağzından da çocukluğunu, düşüncelerini ve hepsinden önemlisi kırk kuralını öğreniyoruz.
Romanın kurgusu bu kırk kural üzerine kurulmuş. Bütün düşünceleri, bütün karakterleri birbirine kırk kural bağlıyor. “Gönlü geniş ve ruhu gezgin Sufi Meşreplilerin kırk kuralı” diye adlandırdığı kurallar, Şems’in gezgin bir derviş olarak tanıdığı, gördüğü yaşadığı, olaylardan kişilerden etkilenerek oluşturduğu kendi felsefesini yansıtıyor. Şems’in kırk kuralı ilk başta, “kural” oldukları için din kitaplarının ve kurumlaşmış dinlerin kurallarını çağrıştırsa da onlardan çok farklı. Tevrat’ın on emri, İslamiyet’in beş şartı gibi inananların yaşamlarını kalıplaştırmak değil kırk kuralın amacı, aksine basmakalıp düşüncelerden kurtulmayı, yaşamın merkezine sevgiyi oturtmayı anlatıyor. Şems’in kurallarından bazıları çok tanıdık, onuncu kural gibi: “Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.” Bunlar sağduyulu çoğu insanın anlayacağı ve söyleyeceği türden kurallar. Bazı kurallar ise, tasavvuf felsefesinin özünü anlatan çok daha karmaşık ve derinler. Örneğin on beşinci kural: “…Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır.”
Elif Şafak felsefe ve metafiziğe tüm romanlarında yer vermiş bir yazar. “Aşk” bu anlamda diğer romanlarından çok farklı, burada felsefe tarihinin temel taşları olarak gördüğümüz düşünürlerin adları ya da kuramları hiç geçmiyor. Bu romanda özellikle kuramsal ve akılcı yaklaşmaktan çekindiğini görüyoruz. Belki çekinmek değil, uzak duruyor, çünkü derinlerde ruhunda hissettiği bir felsefeyi, yaşam biçimini anlatmaya girişiyor. Akılcı ve bilgi yoluyla ulaştığı felsefeyi anlatmak değil amacı. Hayatın bir parçası haline gelmiş burada felsefe ve din. Tasavvufu da aynı şekilde bir öğreti olarak değil, gündelik sorunların karşılıklarının bulunduğu bir yaşam bilgeliği olarak sunuyor. Böyle sunduğu için de, Ella adında kırk yaşında bir Amerikalı kadının da anlayacağı, özdeşlik kurabileceği bir şekle sokuyor. Bence romanı eşsiz kılan özelliği burada yatıyor. Şems en önemli hayattan ders çıkarma anlarında --kutsal metinlerden çıkmışçasına—peygamberlerle ya da inançla ilgili hikâyeler anlatıyor. Romanda benim en hoşuma giden aralara serpiştirilmiş bu kısacık hikâyeler oldu. Bu romanı nasıl anlamamızı istediği bence bu hikâyelerde yatıyordu. Basit ama özle ilgili.
“Aşk Şeriatı”nda her bölüm aynı sessiz harfle başlıyor. Sessiz harf oluşu, mahlaslarından biri suskun olan Rumi’ye gönderme olduğu gibi, başyapıtı Mesnevi’nin “Bişnev!” yani “Dinle!” diye başlıyor da olması. Her bölümün b harfiyle başlar olmasını ben bir çeşit bismillah ile başlar gibi metni kutsayan bir öğe olarak gördüm. Sadece “Aşk Şeriatı”nın dışında kalan birinci bölüm b ile başlamıyor, fakat Ella okudukça ve kitabı anladıkça onunla ilgili olan bölümler de b ile başlamaya başlıyor.
Roman bazı okurlara fazla dini, fazla kutsal bir metin havasında gelebilir. İlk başlarda ben de kutsal kitaplardan bir bölüm okuyormuşum gibi yadırgadım. Roman kahramanları iyilikleri ve kötülükleriyle ele alınmış olsalar da, çizgilerin fazla net olması, bilgelerin hep bilgece davranması ve fahişe Çöl Gülü’nün ya da Rumi’nin karısı Kerra’nın beklenenin dışında bir kişilik göstermemeleri romanın belki de tek zayıf noktası. Yıllar önce televizyonda izlediğim bir edebiyat programında Talat Halman Türk romanının “Faust”unu yaratamadığını söylemişti, bu konuyu o günden beri çok düşünme fırsatım oldu. Yazarın kendi şüphelerini metne sızdırmadığı anlamında, bence de çok doğru bu tanımlama. Yine de “Aşk” belki bu açıdan eleştirilmeyi konusu itibariyle kabul etmeyecek bir roman. Şüpheler değil, inanç üzerine kurulu.
Şafak bu romanını da İngilizce yazmış fakat belki de çeviriye katkıda bulunduğundan sadece Şafak’ın anlatacağı güzellikte bir anlatıma sahip. Cümlelerin güzelliği, dili inanılmaz bir yaratıcılıkla kullanıyor olması ve bunu şimdiye kadar yazdığı her şeyden çok daha üstün bir şekilde becermiş olması, bu romanı tek kelimeyle olağanüstü yapıyor. Yazarın kişiliğini en saf halinde görebileceğimiz bir yapıt çıkarmış ortaya.

Aşk / Elif Şafak / çeviren: K. Yiğit Us / Doğan Kitap / Mart 2009 / 419 sayfa.
(Bu yazı 6 Mart 2009 tarihli Dünya Gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır.)

18 Şubat 2009

Susanna Tamaro "Luisito"




LUİSİTO

Bazı kitaplar vardır ki, neden onca popüler olduklarını anlamakta zorlanırız, örneğin Harry Potter çılgınlığını ben hiçbir gün anlayamadım. Başta İngilizler ve çocuklar, ardından tüm dünya, bu büyücü çocuğun maceralarını heyecanla takip ettiler. Elbette edebiyat söz konusu olduğunda, bir eseri başarılı kılan öğeler kolaylıkla ayırt edilir, fakat popüler yayınlar söz konusu olduğunda neredeyse hiçbir teori geçerli olmaz. Susanna Tamaro’nun romanlarının gördüğü ilgiyi açıklayacak bir teori de bulmak zor. Ülkemizde çok az yazara nasip olacak nicelikte okur onun romanlarını benimsemiş ve okumuştu. Yeni romanı Luisito: Bir Sevgi Öyküsü de geçmiş yıllarda yayınlanan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’in gibi ilgi görecek mi okurdan, zaman gösterecek.
Susanna Tamaro Luisito’da Anselma adında emekli bir öğretmenin hayatını anlatıyor. Anselma, sevgisiz bir kadın değil fakat etrafında sevgisini vereceği bir varlık yok, daha da kötüsü onu sevecek kimsesi yok. Önce işini daha sonra kocasını kaybetmiş, ardından çocukları da evlenip evden gidince yalnız yaşamında iyice kabuğuna çekilmiş. Hayatı boyunca oynadığı rollerde, bir eş, bir anne, bir öğretmen olarak hiçbir zaman arzu ettiği başarıya ulaşamamış. Romanı anlayabilmek için Anselma’nın bu rollerine tek tek bakmak gerekir.
Bir Kadının Rolleri
İlk başta kocasıyla ilişkisi açısından bakarsak, çok mutsuz bir evlilik içine gömüldüğünü ve buradan çıkacak gücü bulamadığını görüyoruz. Aslında evliliklerinin ilk yılları iyi başlıyor fakat Anselma kocasının geçmişiyle ilgili bazı küçük yalanlar söylediğini fark edince büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Kocasının ölümünden sonra ilk yaptığı şey, otuz yıl boyunca kocasının her akşam kurduğu saati susturuyor: “saati kaldırıp atabilirdi ama onun nihayet sessizliğe gömüldüğünü görmek mutluluk veriyordu” sözleriyle, aslında kocasının ölümüne hiç üzülmediği, hatta evde varlığının eksilmesinden mutluluk duyduğu anlaşılıyor. Daha sonra da kocasının her akşam televizyon karşısında hiç kımıldamadan oturduğu koltuğu atıyor. “Yalnızca eski bir koltuktu ve bana babanızın bu evdeki varlığının karabasanını anımsatıyordu, demesi gerekirdi ama uzun zamandan beri evlatlarıyla konuşmanın boşuna nefes tüketmek anlamına geldiğini öğrenmişti.”
Bu son cümleden anlaşılacağı gibi, çocuklarıyla ve torunlarıyla kurduğu ilişkide de pek başarılı olamıyor Anselma. “Çocuklar doğurmuş olmak ve sonra bundan pişmanlık duymak” sözü acımasız gelse de Anselma’nın çocuklarına karşı hislerini çok açıkça dile getiriyor. Başka bir yerde yine “Yaşıtı arkadaşlarının, torunları için çıldırdığını duyduğunda onları anlayamıyordu. Gerçeği söylemek gerekirse, onlara biraz da acıyordu çünkü yalnızlıklarını hafifletmek için her ne olursa olsun tahammül etmeye razıydılar demek ki.” Çocuklarından bir nebze de korkuyor sanki, onu bir huzurevine (kendi deyimiyle hapishaneye) kapatmak ve evi ele geçirmek istediklerini düşünüyor.
Anselma eş ve anne olmak dışında genç yaşından itibaren bir öğretmen aynı zamanda. Bu konuda, en azından ilk başlarda, tatmin bulduğunu, işini sevdiğini anlıyoruz. Fakat bu da evliliğindeki gibi büyük bir hayal kırıklığı ile sona eriyor. Terbiyesizlik eden bir öğrencisine tokat attığı için okulda büyük bir tartışma çıkıyor. Gazetelere yansıyan olayda kendisi haksız bulunduğundan işinden ayrılmak zorunda kalıyor. Hâlbuki Anselma kendini sonuna kadar hep haklı görüyor. Eğitim konusundaki düşüncelerinin, evlilik ve çocuk bakımı konularında olduğu gibi hiç esnek olmadığı anlaşılıyor. Anselma’nın mutsuzluğu, çevresinden çok kendinden kaynaklanıyor. Kocası ve çocuklarını seveceği varlıklar olarak görmektense onları her gün kendinden uzaklaşan, düşmanlaşan yabancılar olarak görüyor. Bu duygusunu da en iyi, yirmi yıldır düzenli olarak gördüğü rüyası anlatıyor.
Luisito adında bir papağan
Bunca olumsuzların içine gömülmüş yaşarken, bir akşam çöp tenekelerinin arasında rengârenk bir papağan buluyor ve bununla birlikte Anselma’nın tüm yaşamı değişiyor. Hayatta tek sevdiği dostu olduğu bildiğimiz Luisita’yı çağrıştıran Luisito adını veriyor papağanına. Freud’dan beri her şeyin altında cinsellik arayan zihinlerimiz elbette Luisita’yla tabular yüzünden hiçbir zaman gerçekleşmeyen aşkının dirilmesi olarak da görebiliriz belki Luisito’yu. Roman içinde bu teoriyi güçlendirecek çok sayıda detay bulmak mümkün. Yanağından öpen papağanının yanaklarının kızarmasına neden olması ilk başta bu şüpheyi aklımıza düşürüyor, ancak daha da önemlisi, sadece birkaç gün bakımını üstlendiği papağanın, yaşamının en önemli öğesi olarak görmesi, “ansızın artık o olmadan yaşayamayacağını anladı” gibi açıklamalar, papağana gereğinden fazla değer verdiğini, onu başka bir şeyin simgesi olarak gördüğünü kanıtlıyor. Fakat bunları söylerken de, bu romanın böylesi psikanaliz yorumlarına açık olmadığını, bu türden yaklaşımların havada kaldığını da eklemem gerekir çünkü yazar okuru bilinç dışı bir yola sürüklese de, bu konuda hiç teşvik edici değil. Tamaro saf bir öykü anlatıyor. Anselma ile papağanı Luisito’nun kısa süren birlikte yaşamları, her ikisine de mutluluktan başka bir şey vermiyor. Anselma da insanlarda bulamadığı sevgi ve sadakati papağanında buluyor: öykü bu denli basit aslında.
Romanda bence inandırıcı olmayan bir yan, yaşlı bir komşusunun ona karşı bunca nefret beslemesi. Nefretin sonuçlarından, romanın sonunu ele vermemek için bahsetmiyorum fakat önceki bir bölümde (s. 27) oturdukları apartmanın altında yer alan aşırı gürültülü bardan ve cehenneme çevrilen gecelerden, polisin bir şey yapamamasından söz ediliyor. Bunca kaos ve gürültü arasında bir papağanın varlığının neden bu kadar büyük sorun yarattığını anlamak kolay değil.
Şimdi, yazının başında sözünü ettiğim Tamaro’nun okur tarafından bu denli sevilmesi konusuna dönersek, bunun tam da öykülerinin sadeliği olduğunu söyleyebiliriz. Susanna Tamaro’nun yarattığı kahramanlar asla heroik anlamda kahraman olmuyorlar, hatta çoğu zaman, hayatlarında eksiklikler olan, yaptıkları hataları anlamayan sıradan insanlar. Okurların onun kitaplarına şefkat duymalarını sağlayan unsur belki de bu.




(Bu yazı Radikal gazetesinin 23 Ocak 2009 tarihli Kitap ekinde yayınlanmıştır.)

28 Ocak 2009

UPDIKE ve BEN


Bu sabah öğrendim John Updike’in dün öldüğünü. Ruhuma en yakın yazar olmuştu 30’lu yaşlarımda. Ünlüleri sevmeyen ve pek ilgi göstermeyen biri olmama rağmen, hayatta bir tek Updike ile tanışmak istemiştim hep. Uzun uçak yolculuklarında nedense hep onun yanıma gelip oturmasını beklerdim. Hiç konuşmadan, yerkürenin üzerlerinde bir yerlerde, havada asılmış, yan yana, oturur olmaktı fantezim. Kim olduğunu bildiğimi, ruhunu tanıdığımı sadece hissetsin isterdim. Alev alev yanan bir şeyin ısısının etrafa yayılması gibi, içimdeki fanteziyi hissedeceğini, sessizce aynı düşü kuracağını bilirdim.
Onun “S.” romanını Türkçeye çevirirken, bir yazarı / bir sanatçıyı en içinde hissedebileceğin türden, onu içimde hissetmiştim. Onun her sözcüğünün anlamı vardı benim için. Bir yazarla bu netliğe ulaşmak zordur oysa onun her kurgusu, her tümcesi, tam olması gerektiği gibi gelmiştir bana. Sonradan okuduğumda “S”in kötü bir çeviri olduğunu fark ettim, hiç hayal ettiğim gibi çevirememiştim ama çeviri sürecinde sözcükler arasında yazarla kurduğum yakınlık benim için eşsizdi. Bir daha hiçbir yazarla bunu yaşamadım. S., benim içime girmiş beni tanımış, beni anlatıyordu. Aklı karışan bir kadın, toplumda, ailesinde yerini bulmaya çalışan, kendini herkesin tanımladığı gibi değil, kendi olduğu gibi görmeyi arzulayan ama buna ulaşmak için ne yapması gerektiğini bilmeyen bir kadın. “S”yi, kazadan ve hastanelerde bir sene geçirdikten sonra okumuştum. Kendimi yeniden tanıma gereği duyduğum günlerdi. Her şeyini belirlediğim, geleceğini planladığım hayatım kazık atmıştı; artık yollarımız ayrılmıştı, kendime yeni bir yol bulmam gerekiyordu. S’den fazlası bekliyordu beni, sadece yeni bir cinsellik, yeni bir hayat değil, yeni bir form da söz konusuydu.
Bunca ağırlık altında en iyi gelen şey, her zaman Updike’in en iyi yaptığı şey, beni gülümsetmekti. Aslında acı değildi yaşam. Hatta öylesine komik ve saçmaydı ki, ciddiye aldığın anda asıl sen saçma oluyordun.
“S”nin ilk sayfalarında S., uçağa binmiş, evinden ve kocasından kaçar. Bir okyanustan diğerine uzayan yolculuğunda, altında dikdörtgen tarlalar uzadıkça, o da evinden uzaklaşır. Uçak otomatik pilotun devreye girmesiyle havaya demirlenmiş gibidir, işini bitiren hosteslerde ortalıkta görünmezler. Updike havada asılmış bu anın ne denli erotik olduğu bilen bir yazardır. Belki bu yüzden ben de onu hep uçakta istemişimdir yanımda.