13 Ekim 2006

"İstanbul" Orhan Pamuk


İstanbul

Orhan Pamuk’un romanlarını okurken okur için yerleştirdiği bulmacaları çözmekten hep hoşlanmışımdır, ama bu dikkat – ya da zeka – testi gibi yerleri bulduğumu sandığım satırlardan hemen sonra Pamuk’un bu testi nasıl yerleştirdiğini anlatmasından da bir o kadar rahatsız olurum. Böyle yaparak Orhan Pamuk sanki “ey okur, bak sen anladın ve zekisin ama bu oyunun kurallarını ben koyuyorum ve ben daha zekiyim” demeye getirdiğini hissederim. Ve bu hiç hoşuma gitmez. Zaten kolayca anlaşılan şeylerin bir kez daha altının çizilmesi bence gereksizdir, ayrıca kendimi sıradan hissetmeme neden olur.
“İstanbul: Hatıralar ve Şehir” kitabında anlattığı, herşeye parmak kaldıran, öğretmenlerini ve belki sınıf arkadaşlarını bıktırırcasına her sorunun yanıtını bilen ve söylemek isteyen çocuk, tam da benim romanlardan tanıdığım Orhan Pamuk’a benziyordu. Çevresiyle zeka rekabetine giriştiğini söylemesi beni hiç şaşırtmadı, fakat bir başka şeyi daha görmeme yardım etti, o da, okur ile de aynı türden bir rekabete girdiğiydi.
Anılar
Anı kitapları neden ilgimizi çeker konusunu da düşünmemize yarıyor Orhan Pamuk’un “İstanbul” kitabı. Bir sanatçının zihninin nasıl işlediğini, nelerden etkilendiğini ve dünyayı nasıl gördüğünü anlamamız, sevdiğimiz sanatçıların eserlerini aydınlatan bir ışık görevi görüyor. Aile yapısı, politik duruşu da, ikinci derecede, romanlarda yarattığı kahramanlara ışık tutan bir öğe oluyor.
Ernest Hemingway, coşku ve macera dolu yaşamını romanlarına konu ederdi, bir bakıma, av merakı, boğa güreşleri, aşkları, seyahatleri onun yaratıcılığını besleyen şeylerdi. Hemingway tattığı marjinal yaşamlar yerine, Illinois, Oak Park’tan hiç ayrılmamış biri olsaydı romanlarını nasıl yazardı, diye sorabiliriz kendimize. Onun gibi bazı yazarların romanlarını, yaşamlarından bağımsız olarak düşünmek çok zordur, yaşadıkları ve tanıdıkları romanlarına konu olurlar.
Orhan Pamuk da yakın çevresini ve kendini romanlarına sık sık konu eder, ama Hemingway’den farklı olarak onun hayatı başka kıtaları, kültürleri içermediğinden romanlarında da onların izi azdır. Anılarını okurken Hemingway ile doğal olarak karşılaştırdım Pamuk’u, Hemingway’in aksine kendi soyadını taşıyan apartmanda geçen yaşamı boyunca hayattan değil hayallerinden ilham almış. Pamuk’un yaşam öyküsü, İstanbul’da doğmuş büyümüş burjuva bir okur için hiç yabancı değil, sokaklar, apartmanlar, aile içi ilişkileri, babaanne, hatta ağabeyi bile (en azından benim için) çok tanıdık.
Genelde anı türünde kitap okurken hep olduğu gibi kendi anılarımızı düşünmeye iten bir yönü var “İstanbul”un. Türkiye’de altmışlı, yetmişli senelerde büyüyen okur için, günden güne fakirleşen ve kalabalıklaşan bir İstanbul, yakılan köşkler ve yerine yapılan apartmanlar, gerçekleri yansıtıyor. “İstanbul”da Orhan Pamuk daha çok çocukluk yıllarını anlatıyor, yirmi yaşına geldiği, yazar olmaya karar verdiği noktada bitiriyor kitabı, bu yüzden de belki yetmişli yılların politik ortamını kitabın dışında bırakıyor.
Ama Asıl İstanbul
Aslında kitap başlığı gibi, Pamuk’un anılarından çok İstanbul’u anlatıyor. Orhan Pamuk’un İstanbul sokaklarındaki gezintisinde ona rehber olan birçok yazar ve ressam var, Gustave Flaubert, Theophile Gautier, Antoine-Ignace Melling, Ara Güler gibi sanatçı ve yazarlar ona eşlik ediyorlar ama en çok etkilendiği dört yazarın ismini özel bir ayırarak anlatıyor Pamuk, bunlar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Reşat Ekrem Koçu ve Abdülhak Şinasi Hisar. Bu dört yazar ve şairin İstanbul’unu anlattığı bölümler özellikle kitabın en güzel yerleri. Dante’nin İlahi Komedya’da Vergilius’un rehberliğine başvurması gibi Pamuk bu dört yazara başvuruyor, onların etkisiyle tanıdığı İstanbul’u anlatıyor.
İstanbul ile duygularını bir tek paragrafta (ama 5 sayfa sürüyor bu paragraf!) listelerken, hep hüzün duygusuna gönderme yapıyor (s. 95) melankoli ile hüzün arasındaki farka değindiği bu bölüm özellikle İstanbul ile Pamuk’un kendisini nasıl özdeşleştirdiğini iyice anladığımız yerler oluyor. Aslında kitabın başından beri İstanbul ve Pamuk içiçe geçerek anlatılıyor.
Ve Hüzün
Kitap boyunca “hüzün” sözcüğünün geçtiği her defayı işaretleyerek başlamıştım ama bundan çok kısa zaman sonra vazgeçtim çünkü neredeyse hemen her sayfada bir kez geçiyordu bu kelime. Bir noktadan sonra hüzünlü olanın İstanbul değil, küçük Orhan olduğunu anlıyoruz ve bu küçük çocuğun okurdan defalarca istediği şefkati ona karşı duymadan edemiyoruz.
Pamuk’un hüzünlü İstanbul’unda tek mevsim kış gibi, biraz da sonbahar var ama hiç mor salkımların, erguvan ağaçlarının neşeyle açtığı, boğazı bir renk cümbüşüne boyadığı bahar ayları ya da eskinin yaz aylarında coşan plajları yok. İlk aşkını bile çoğumuzun aksine yaz aylarında yaşamıyor, sanki havaların soğumasını bekliyor aşkının kendine uygun bir ruh haline gelmesi için. Kitap için seçilen siyah beyaz resimlerde de karlı, sisli, ıssız ya da kendine yabancılaşmış, hüzünlü İstanbul manzaraları var.
Orhan Pamuk “İstanbul”da, romanlarında yaptığı gibi bazı temaları sık sık tekrarlıyor. Bu temalar sanki bir senfoninin melodileri gibi farklı bölümlerde yeniden aynı sözcüklerle karşımıza çıkıyor. Yakılıp yok edilen yalılar ve köşkler ilk göze çarpan temalardan biri; aile servetini iflaslarla tüketen baba ve amca ve insanların aptallığı ise diğer tekrarlanan temalar arasında. Kitaptaki bütünlüğü sağlayan unsurların başında bu temaların tekrarlanması geliyor.
Aslında bu kitabı ilk elime aldığımda bunca güzel fotoğrafın saman kağıdına basılmış ve metin arasına sıkıştırılmış olmasına üzüldüm. Bu kitabın içinden bir anılar kitabı – ki bu türdeki kitaplar içinde birkaç aile resmi yerleştirmek yeterli olur – bir de Orhan Pamuk’un İstanbul kitabı çıkartılabilirdi, böylece sanat kitaplarından aldığımız tadı alabilirdik bu resimlerden. Ama sanırım Türkiye’de sanat kitaplarının baskı zorluğu ve satış sorunları yüzünden bu orta yolda karar kılındı. 268-271 sayfalardaki taşbaskıların dışında, diğer İstanbul resimlerine bakarken pek zevk almadım. Yine de, küçücük ve bulanık resimler belki de Orhan Pamuk’un hissetmemizi istediği hüzünlü İstanbul’u daha iyi anlatıyor diye düşündüm.
Orhan Pamuk “İstanbul”da sadece resim yaptığı dönemi anlatıyor ama resimlere bakışında yazarlığının oluşumunu da görmemizi sağlıyor. “Üstelik artık yeteneğim yavaş yavaş hak edilmiş bir hünere dönüşüyordu” (s.141) satırlarını okurken bu kitaptaki anlatımının da bir hünere dönüştüğünü düşünmeden edemedim. Kendi deyimiyle “hokkabaz” gibi yarattığı resimlerin ardından şimdi de iyice ustalaşmış bir kalemle yazıyor. İfadesini hep güçlü bulurdum Pamuk’un ama özellikle bu kitabında ustalaştığını kanıtladığını düşündüm. Ona, yazdıklarının içerdiği hüzün dolayısıyla şefkat duymak yerine, yazısının niteliğinden dolayı sevgi duymak daha doğru geliyor bana.

(Bu yazı 22 Ocak 2004 tarihinde Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanmıştır)

"KAR" Orhan Pamuk


KAR

Geçen hafta bir hastanenin koridorunda doktor randevumu beklerken, kapısı açık yan odada üç doktor Orhan Pamuk’un yeni çıkan kitabını tartışıyorlardı, kulak misafiri oldum. Durduğum yerden doktorların yüzlerini göremiyordum ama yaşlıca bir doktoru odaya girerken fark etmiştim; konuşmalardan, üçünün de kitabı yeni okumaya başladıkları belliydi. İçlerinden biri, sanırım yaşlı doktor, televizyonda izlediği bir röportajda Pamuk’un, kadınların kitabını okuyacağını ve seveceğini ama erkeklerin büyük bir olasılıkla romanı ne okuyacaklarını ne de seveceklerini söylediğini anlatıyordu arkadaşlarına. Şimdi ellerinde bu romanla görünmek erkekliklerine (üçü de erkekti doktorların) leke mi sürüyor diye şakalaşmaya başladılar.
***
Sanatçı ile sanatın tüketicisi arasında garip bir ilişki olduğunu düşünmüşümdür hep. Roman ya da şiir okurken, karşımda yazarı bir psikologun divanına uzandırmış, incelediğimi düşünürüm; zihninin işleyiş yöntemini, hangi dürtüyle yazdığını, bilinçaltını anlamak isterim. Bir sanat eseri, ister roman, tablo ya da müzik parçası olsun, sanatçının ve dolayısıyla insanın yaratıcı gücünün göstergesidir. Bir eseri anlayarak, onun hakkında düşünerek, insan hakkında bir şeyler anlamaya çalışmak çok doğaldır. Hayalgücünün nerelere gideceği, bir yaşamda edinilebilecek deneyimlerin ötesinde yaşam hakkında bilgilerle doludur; yaşamı aşan bir boyuttur. Immanuel Kant’ın “Yargı gücünün Kritiği”nde söz ettiği gibi aşkın (transandantal) bir durum yaratır, bunun anlamı nesnelerle değil, genel olarak nesneleri önsel ya da sezgisel olarak bilişimizle ilgili oluşudur.
Bütün bu sanatı anlama ve “hissetme” boyutuna daha önce hiç düşünmediğim yeni bir boyut eklendi, bu da sanatçının yoğun olarak sevilme isteğiydi. Sanatçı ortaya koyduğu eserle sadece anlaşılmak değil, belki bir ölçüde de sevilmek, beğenilmek istiyordu, hatta daha ileri gidip, biz tüketiciyi baştan çıkarmayı bile arzuluyordu için için. Bir eserin cazibesine kapılmamızı ve dolayısıyla sanatçı ile duygusal bir ilişkiye girmemiz için kapılar açılıyordu önümüzde.
Sanatçıyı ön plana çıkaran akım Romantizm olmuştur. 18. yüzyıldan önceki sanat akımlarında sanat eserinin, yaratıcısının önünde olduğunu görürüz. Romantizm ile klasik sanatın düzen, uyum, denge, ussallık, idealleştirme gibi ilkelerine karşı çıkılmış, bunların yerine öznellik, akıldışı, düşgücü, kişisellik konmuştur. Sanattaki yeni öznellik boyutuyla da doğal olarak sanatçının kendisini ortaya koyması ve benliği, ruh hali araştırma konusu olmuştur. Akıl süzgecinden geçirilmiş anlama yetisi yerine de insanın doğru olanı sezgisel olarak anlaması gelmiştir, bunda zihnin yaratıcı gücü – hem yaratan kişi yani sanatçının hem de sanatı “tüketen” kişinin – yeni bir noktada buluşmalarını sağlar.
Bu buluşma noktasına Orhan Pamuk çok bilinçli olarak getiriyor okurunu. Romanlarında sadece kendine benzer başkahramanlar koymakla kalmıyor, kendini de arka planda, biraz perde arkasında kalsa da varlığını hissettiriyor. “Benim Adım Kırmızı” ve “Kar” romanlarında Kara ve Ka karakterlerinde yazarı bulmamızın ötesinde, bir de Orhan adlı bir gizli anlatıcının varlığı okurların yazara doğrudan ilgi duymalarını sağlıyor. Bütün romanın kurgusal alt yapısında gerçeğe dair bir temel bulma sanırım okuru yazara da başka boyutlarla yaklaştırıyor: en başta da merak. Başka yazarların romanlarında hiç konuşulmayan konuların konuşulmasına neden oluyor: gerçekten Kars’a gitti mi Pamuk? Gerçekten bir aşk yaşadı mı? Eskiden solcu muydu? Tanrıyı buldu mu? gibi soruların okurun aklına takılmasına neden oluyor.
Halbuki bu sorular romanla hiçbir şekilde bağlantılı sorular değil. Bir roman, en gerçekçi roman bile, gerçek değildir. Kars hakkında roman yazmak için Kars’a gitmek gerekmez, diyelim ki Kars’a gitti orada bütün gün uyumuş olabilir, hiçbir Karslı ile tanışmış olması da gerekmez. Bunlar romanın değerini eksilten öğeler değildir hiçbir zaman. Romanda bahsedilen yer asla gerçek Kars olamaz – bu yüzden Karslıların romanda kentlerinin kötü tanıtımı yapıldığı için üzülmeleri çok gereksizdir. Nasıl bir yağlı boya tablodaki elma – ne kadar iştah açıcı olursa olsun – yenilemez ise, ve yenilemez oluşu ressamın bir kusuru olarak görülemez ise, bir romandaki yer ve kişiler de aynı derecede gerçekten uzaktır.
Bu yazı da romandan çok yazarından bahsettiği için belki aynı hataya düştü. Haftaya “Kar”ın ayrıntılı incelemesiyle devam edeceğiz.


KARS
KAR
KA...

İnsanların yaşadıkları yerle ilgili bir aşağılık kompleksi hissetmeleri ne denli yaygındır? Kars’ta ve küçük bir kısmı Frankfurt’ta geçen “Kar” romanında Pamuk bu olguyu ele alıyor. “Belki de hikayemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını anlamak ne kadar mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler içinde yaşayanları ne kadar anlayabiliriz? Anlamak eğer kendimizi bizden farklı olanın yerine koyabilmekse dünyanın zenginleri, hakimleri, kenarlardaki milyarlarca garibanı hiç anlayabildiler mi? Romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı hayatındaki karanlığı ne kadar görebilir?” (s. 259)
Romanda sözü edilen en büyük acı, bir taşra kentinin soluk ve dikkat çekmeyen yaşamından kaynaklanan ezikliktir. Neredeyse tüm roman kahramanları bulundukları yerden dolayı bir eziklik hissettikleri için burada olmalarının nedenini hepsi bir başarısızlık öyküsüyle dile getirir. Ya mutsuz bir evlilik ya üniversite giriş sınavlarında ancak Kars eğitim enstitüsüne yetecek puan gibi, herkesin burada bulunuş öyküsünde bir başarısızlık yatar ve roman kahramanlarının hepsi, öykülerini, biraz da kendilerine acıyarak dile getirirler.
Almanya’ya onaltı yıl önce politik sığınmacı olarak yerleşen roman kahramanı Ka ise, yıllardır göçmen olarak hissettiği ezikliği Kars’ta karşılaştığı insanlardan gizleyerek bir nebze onlara üstünlük sağlamaya çalışır. Merkezden uzak yaşayan küçük şehrin, küçük insanlarını, sadece yoksul ve “başarısız” yaşamlar sürdükleri için değil, kendileri oldukları için de küçümser. Kendi yalnız ve mutsuz hayatında tek olumlu yan burada kalmak zorunda olmamasıdır, sevdiği kadına da sunacak tek şeyi onu buradan götürme vaadidir. Halbuki romanın başında bize aktardığı Frankfurt yaşamının sonra pek de parlak olmadığını görürüz; bir küçük odada, yalnızlık içinde geçen yıllar boyunca hala Almanca’yı öğrenemediğini ve Avrupa’daki işçilerle ortak yanı bulunmadığı için terk edilmişlik duygusuyla yaşadığını anlarız. Birçok göçmen gibi, artık ne buraya (annesinin ölümüyle buradaki son bağları da kopar) ne de tam anlamıyla oraya aittir.
Fakat Kars’ta bir bütünlük bulur. Bu da onun seneler sonra tekrar şiir yazmasına neden olur. Küçümsediği – “küçümsemek” kelimesinin bu kadar sık kullanıldığı başka bir roman okumadım herhalde – insanların, özlem duyduğu bütünlük duygusuyla yaşadıklarını fark eder, bu duyguyu da ancak Kars’tan yanında en önem verdiği şeyi –İpek’i – beraberinde götürerek gerçekleştirebileceğini sanır. İpek’in onca güzelliğine ve kusursuzluğuna rağmen kendisiyle birlikte Almanya’ya gelmesini isteme cesaretini de İpek’i bu unutulmuş yerden onu kurtardığını düşünerek bulur.
Romanda belki de Kars’ta bulunmaktan dolayı en az rahatsızlık duyan kişi İpek’in babası Turgut Bey’dir. Roman boyunca çok az tanıtıldığı ve çok az söz verilmesine rağmen, bir ölçüde okurun en sevecenlikle yaklaştığı karakter olarak dikkat çeker. Kendi seçimiyle Kars’ta olması gibi, diğerlerinin, özellikle kızları İpek ve Kadife’nin özgür seçim yapmalarına izin verir. Kars’taki bütünlüğü ve aile duygusunu sağlayan temel unsur odur.
Gizli Simetri
Orhan Pamuk’un romanlarında dikkat çeken simetri “Kar”da özellikle kendini çok hissettiriyor. Romanın altında yatan matematik formülü çözmek, romanı anlamak ya da sevmek için hiç gerekli değil tabii ki, fakat yapısal düzenin biçemi ortaya çıktıkça okur daha fazla zevk alıyor kitaptan.
İlk başta göze batan kuşkusuz 19 rakamı. Ka, Kars’ta bulunduğu günler içinde 19 tane şiir yazıyor, onuncu şiirin adı “Ben, Ka”, yani bu şiirden önce 9 tane, sonra 9 tane daha şiir yazıyor, gerçek anlamda tam ortaya kendini koyuyor. Ayrıca simge olarak ele aldığı kar tanesinin 6 köşesi var, herbirinin ucunu da 3 bölgeye ayırıyor, böylece 6 x 3 = 18, ortada “Ben, Ka” ile bu sayı da 19’a çıkıyor. 19 sayısının İslamiyet için mucizevi rakam sayılmasından kaynaklanıyor mu bilemem (Cenk Koray “19 mucizesi” Altın Kitaplar, 1996) ama teolojide sayıların mucizesi yüzyıllardır düşünürleri epey meşgul etmiştir. Tanrısal düzenin mucizevî dokusu, kusursuzluğu, evrenin akıl almaz bir matematik formül üzerine oturduğunu düşündürmüştür birçok insana.
Bu konu biraz kitabın dışına taşsa da, Pamuk’un bir mimar gibi yapısal temel hazırladığı kesindir, ayrıca buradan mistik anlamlar çıkarmamız da kitabın yapısına pek ters düşmeyebilir. Bir başka sayısal oyun da, Ka’nın Almanya’da kaldığı 12 yıldır. Bundan önceki yaşamını silik bir hayal gibi görürüz sadece. 12 yıl boyunca 2 kadınla birlikte olması da rastlantı değildir. İlk 4 seneyi geçirdikten sonra Nalan ile, bir 4 yıl sonra ise Hildegard ile birlikte olmuş, İpek’le birlikte olmadan önce 4 yıl geçmiştir. Dört yılda bir gelen 29 şubat gibi hayatını belirleyen aşklar bunlardır. Kars’ta 4 gün kalması, 4 yıldır yazamadığı şiirleri bugünlerde yazması da bu sayısal düzenin bir parçasıdır. Elbette tam 4 yıl sonra, yine karlı Frankfurt sokağında öldürülmesi (aslında karlı olup olmadığını bilmiyoruz ama Ka’nın dostu Orhan gittiğinde Frankfurt karlıdır) Ka’nın yaşamını belirleyen 4’lü yılların son halkası olur.
Güzellik
“Cevdet Bey ve Oğulları”nda ailenin gelini, “Benim Adım Kırmızı”da Şeküre gibi “Kar”da da kusursuz güzellik simgesi haline dönüşen bir kadın vardır: İpek. Romanın başından beri olayların çözülmesinde önemli rol alacağını bildiğimiz Kadife (adının ilk hecesi yüzünden) Necip ve Fazıl’ın gözünde kusursuz güzelliği temsil ederken, İpek de Ka ve Orhan açısından bakıldığında böyledir. Romanın başından beri güzel olduğu söylenen İpek’in ilk betimlemesi sadece 174. sayfada gelir “hafif şehla iri ela gözleri” onun güzelliği hakkında öğrenebildiğimiz tek şeydir. Bunun dışında anlatılanlar, demode kalın kemeri, “sepetteki ekmeği yoksul evlerinde yapıldığı gibi kalın kalın kesmesine, daha da kötüsü, bu kalın dilimlerden bolkepçe lokantalarında yapıldığı gibi bir piramit yapması...” (yine küçümseme, ama bu Ka’nın fark edeceğinden çok Orhan’ın ayırt edeceği bir nüans belki), bir çikolata kutusunda sakladığı takıları... sık sık güzel olduğu söylenen bu kadını güzel bulup bulmamakta tereddüt eder okur, çünkü bir tek açıdan bakılan bir güzelliği temsil ediyordur, dinamik bir güzellik yerine, tam anlamıyla statik, bir tek yönüyle gösterilen bir kadın imajıdır. Boyuttan yoksun, bir minyatürün içine hapsedilmiş güzellik gibidir. İpek’i her gördüğünde Ka’nın (daha sonra Orhan da aynı şeyi söyler) hatırladığından daha güzel bulması da onun güzelliği konusunda bir şüphe yaratır. Halbuki hiç şüphe duyulmayacak denli çok söylenir güzel olduğu.
Pamuk’un romanlarında güzelliği ele alışı, özellikle güzel olarak tanımladığı kadınlar bağlamında, yazarın güzel tanımını ve dolayısıyla da estetik kuramını anlamak açısından incelenmesi gereken bir boyuttur. Güzellik, bu romanda hem kadınlar hem de kar tasvirlerinde tamamen biçimsel bir ifade bulur. Güzellikleri biçimleriyle ilgilidir; romanda başka hiçbir şeyden bu yalınlıkta bahsedilmez, biçimsel olanın ötesinde, ifade ve sezgiler de değerlidir. Bu da yazarın salt güzelliği ulaşılmaz bir değer olarak mı sunduğu sorusunu doğurur.
İkilemler
Orhan Pamuk’un kahramanlarında çok sık rastladığımız bir başka olgu da karşıt duyguları aynı anda hissetmeleridir. Dostluk-düşmanlık, sevgi-nefret, inanç-inançsızlık, bunlar bir arada hissedilebilen duygulardır, birlikte varolmaları kahramanları zayıflatacağı yerde zenginleştirir. Kahramanların davranışlarını bildiğimiz gibi, o davranışlarda bulunurken neler hissettiğini de biliriz, bu Pamuk’un romanlarına büyük yakınlık duymamızı sağlar. Bizden bir şey saklamadığı hissine kapılırız, kendi payımıza düşen sevgi-nefret ilişkisine gireriz kahramanlarla.
Anlatıcı olarak yazarın kendisini hissettirmesi bu yakınlığı körükler. Ka’nın şiirini okuduktan sonra İpek’e sevip sevmediğini birkaç kez sorması, Necip’in Ka’ya öyküsünü okuduktan sonra ne düşündüğünü sorması gibi, Orhan aracılığıyla yazar da bize soru yöneltir. Benim yanıtım: çok sevdim.
Romanda biraz hayalkırıklığı yaratan teoloji tartışmalarının çok gerçekçi ve aşırı gündelik konuşmalar tarzında verilmiş olmasıydı. Daha derin ilahiyat tartışması Kars için gerçekdışı kalabilirdi ama romana da kuşkusuz derinlik verirdi.

Benim adım Kırmızı

RENKLER ve İMGELER

“Kırmızı olmaktan ne de mutluyum! İçim yanıyor; kuvvetliyim; fark edildiğimi biliyorum; bana karşı koyamadığınızı da.
Saklanmam: Benim için incelik, zayıflık ya da güçsüzlükle değil, kararlılık ve iradeyle gerçekleşir ancak. Kendimi ortaya koyarım. Başka renklerden, gölgelerden, kalabalıktan ya da yalnızlıktan korkmam. Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak.”

“Bunu idrak eder etmez O’na yakın olduğumu korku ve mutlulukla sezdim. Hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak bir kırmızı rengin varlığını o sırada huşu içinde hissettim. (...) Her yeri kaplayan ve içinde alemin bütün görüntülerinin oynaştığı öylesine harika ve güzel bir kırmızıydı ki bu yaklaşan, onun bir parçası olmak ve O’na bu kadar yakın olduğumu düşünmek gözlerimdeki yaşları hızlandırdı.”


Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı” İletişim © 1998.



Renkleri anlatmak yazarların ilgisini çeken bir konu olmuştur. Bir renk körüne ya da renkleri hiç tanımamış (görmemiş) birine, mavi ya da kırmızı nasıl anlatılabilir? Belki dilin sınırlarını zorladığından, belki de sadece başka duyulara gönderme yaparak, benzetmeler aracılığıyla anlatılabileceği için, edebiyatın ve özellikle de şiirin sevgili konularından biridir. Her kişinin kırmızıyı aynı algıladığından asla emin olamayız. Baş ağrısı gibi sadece kişi tarafından algılanır ve ancak diğer insanların da aynı algıladığı tahmin edilebilir.
Renklerden söz ederken Stendhal’in klasik romanı ilk akla gelen örneklerden biridir. “Le Rouge et Le Noir” (“Kırmızı ve Siyah”), Restorasyon dönemi Fransız toplumunun karamsar bir tablosunu çizer. Romanın başlığı, başkahraman Sorel’in yaşamındaki ikileme gönderme yapar: Sorel, orduyu simgeleyen kırmızı ile kiliseyi simgeleyen siyah arasında seçim yapmakta zorlanır. Sorel’in kişiliği de ikiye bölünmüş gibidir. Bir yandan küçük burjuva maddeci değerleri, politik çıkarcılık ve bunların getireceği kolay elde edilebilir başarı ona göz kırpar, diğer yanda da karar vermesini engelleyen korku vardır.
Bir tek renk ile birçok imge canlandıran Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanı ise bu konuya belki de en iyi örnek.
Steven Spielberg’in “Schindler’in Listesi” filminde, siyah-beyaz resim kareleri arasında kırmızı paltosu ile dolaşan küçük bir kız – çok da farkında olmadan –izleyenlerin yüreğine su serpercesine askerlerin arasından geçip bir evden içeri sıvışıyor ve bir an için ölümden kurtuluyordu. Bundan bir sonraki sahnede Nazi subayı toplama kampına yollanacak kuyrukta bekleyen yaşlı bir kadına “Kaç yaşındasın büyükanne?” diye sorduğunda yönetmenin “kırmızı şapkalı kız” masalına gönderme yaptığını anlıyorduk. O renksizlik içinde yaşam belirtisi gibi görünen kırmızı aslında, amaçsızca yok eden ölümdü; küçük kızın kırmızı palto giymiş cesedini bir el arabasına yüklenmiş görünce anlatılanların hiç de masal olmadığını anlayacaktık.
Kırmızı paltolu küçük kız, “Benim Adım Kırmızı” romanını okurken her nasılsa aklıma geldi. Pamuk da, Spielberg gibi siyah-beyaz bir dünyada uçuşan kırmızı kuşak ile öyküleri birbirlerine bağlamıştı. Romandaki bütün karakterleri aynı siyah-beyaz dünyanın içinde oynatarak tek renk olarak kırmızıyla renklendirmişti. Pamuk’un Kırmızı’sı, pespembeden vişne çürüğüne, kanlı savaş sahnelerinden kiraz dudaklara, et renginden kızıl güllere, kırmızının olası tüm tonlarını ve duygularını içine alan bir yelpazede canlanıyordu. Bir tek kırmızıyla birçok farklı imgeyi yaratıyordu; kitabın sayfalarında kırmızı her şekle girecek, her tonda karşımıza çıkacaktı.
Kitaptaki ilk “kırmızı” sözcüğü “Hasan amcamın kırmızı kılıcı” bağlamında geçer, fakat bundan önce de okur kırmızı ile tanışmıştır: ilk bölüm, “Ben Ölüyüm”, kafatası parçalanmış kanlar içinde yatan bir cesedin anlatımıdır. Bu bölümün hiçbir yerinde “kırmızı” sözcüğü geçmese de bölüm, kırmızı içinden çıkarak ulaşır bize, kanlar içinde yatan ceset ile dünya arasında kırmızı bir perde vardır. Romanın “kamerası” sanki kıpkırmızı bir cepheden çekiyordur görüntüleri.
Romanda 19 karakter canlanır. Birçoğu insan, bazıları ise canlanıp dillenen ağaç, köpek, para gibi canlı ya da nesnelerdir. Elbette bunların içinde en ilginç olanı yine kırmızıdır. Kitabın 31. bölümünde canlanan Kırmızı, sadece bir kez dillenir, fakat kitabın tümünde zaten vardır, bütün bölümleri birbirine bağlayan kuşaktır. Benim Adım Kırmızı başlığıyla renk kendini anlatır ama ağaç ve köpek gibi kendi başına bir varlığı olamayacağı için, sadece sıfat olarak nelerin içinde (ve üzerinde) olacağını, varlığıyla nesneye neler katacağını dile getirir. “Renk gözün dokunuşu, sağırların müziği, karanlıkta bir kelimedir. On binlerce yıldır kitaptan kitaba, eşyadan eşyaya rüzgârın uğultusu gibi ruhların konuştuklarını dinlediğim için benim dokunuşumun meleklerin dokunuşuna benzediğini söyleyeyim.”
19 karakterden Ester dışında hepsi, siyah-beyaz dünyalarını anlatırlar. Anlattıklarının içinde geçen tek renk kırmızıdır. Sadece Ester’in gördüğü dünyada Çin ipeğinden yeşil, mavi, mor atlas kumaşlar ve sarı ev vardır. Sadece onun dilinden anlatılan bölümlerde diğer renkler sözcük olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle belki de kitabın en dünyevi karakteri olmaya adaydır. Belki de romanın İstanbul dışına açılan penceresidir, gemilerle Doğudan ve Batıdan gelen renkleri buluşturan karakterdir. Kitaptaki asıl renk uzmanı nakkaş Kelebek ise, kendi anlatımlarında renk tasvirlerine girmez; sayfalar üzerinde kanat çırparak resmi şenliğe dönüştürdüğü halde, romanda onun ağzından dinlediğimiz öykülerde renk yoktur. Bunun nedeni, Kelebek kendi yaptığı bir resmin içinde değil, romanın tüm kahramanları ile birlikte siyah-beyaz tablonun içindedir.
Roman boyunca kılıç olduğunda ölümü, kiraz dudaklar olduğunda güzelliği anlatan kırmızı, son bölümde de “İstanbul’da bir yüz yıl açan nakış ve resim heyecanının kırmızı gülü de işte böyle soldu” sözleriyle de dönemini kapatan resmin ve sanatın kendisi haline gelir. Orhan Pamuk’un kırmızıyı neredeyse tek başına romandaki tüm imgeler haline sokması edebiyatta az rastlanan bir örnek olarak gösterilebilir. Tabii kırmızı dışında minyatürlerin doğasıyla ilgili başka özellikleri de romanın yapısı içine yerleştirir. Örneğin, perspektiften yoksun minyatürler gibi, roman da bir tek açıdan bakılarak yazılmıştır; çokseslilik gibi görünen farklı karakterlerin ağzından anlatmaca, yazarın aldatmacasıdır. Bütün roman Kara’nın (romanın siyah-beyaz özelliğini tekrar vurgular) açısından anlatılmıştır: “Ben Eniştenizim” bölümünü dile getiren kişi aynı zamanda, baba, dede veya üstat olmasına rağmen, kendisini enişte olarak bir tek bakış açısına hapseder. Şeküre ise her açıdan bakıldığında güzeldir, bu da ona her açıdan bakılmadığını ispatlar ancak.


(Bu yazı Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanmıştır, dostlarım istedikleri için buraya ekledim. akb)