25 Aralık 2009

Paulo Coelho "Kazanan Yalnızdır"


CANNES’DA BİR SİMYACI

Paulo Coelho, yazdıklarının yanı sıra acıklı yaşamöyküsüyle de okurların ilgisini çekmiş bir yazardır. On yedi yaşındayken yazar olmak isteğini dile getirdiği ailesi onun ruh sağlığından endişe etmiş ve onu bir akıl hastanesine yatırmıştı. Ailenin mühendislikten gelen fertlerine yazarlık çok garip bir tercih olarak görünmüştü herhalde. Çok kereler kaçmaya çalıştığı akıl hastanesinde iki yıla yakın zaman kalmış olması, Coelho’yu kuşkusuz derinden etkileyen şeylerin başında gelir. Kaldı ki, bu olayların yaşandığı 1950’li, 60’lı yıllarda akıl hastaneleri bugünkülerden çok daha berbat, insan sevgisinin uğramadığı yerler olarak ün salmışlardı. Böylesi olumsuz başlangıcın etkisiyle Coelho, gençlik yıllarını uyuşturucu etkisinde, bohem ve gezgin olarak yaşadı. Geçimini kendisi gibi bohem yaşam süren müzisyenlerle birlikte, onlar için şarkı sözleri yazarak kazanıyordu. Hayatını radikal bir biçimde değiştirmesine neden olan olaylar, aynı zamanda Coelho’nun ilk romanlarının da konusu oldu; ruhani uyanış öyküleri onun yapıtlarının temel taşıydı. Dünyanın en çok dile çevrilmiş yaşayan yazarı olarak rekorlar kitabına geçen Coelho, son romanı “Kazanan Yalnızdır”da tanıdık temalarından uzak durmuş. Bu sefer mistik çöl manzaraları yerine Fransız Riviera’sının parlak güneşi altında marka giysiler içinde, güzellikleriyle göz kamaştıran şöhretleri ele almış.

“Kazanan Yalnızdır”da olaylar İgor adlı multimilyarder bir Rus işadamının özel jetiyle Cannes Film Festivali sırasında şehre gelmesiyle başlar. Ve tam tamına yirmi dört saat boyunca gelişen olayları anlatır. İgor’un tek isteği, onu iki yıl önce terk eden karısının kalbini yeniden kazanmaktır. Oysa karısı buraya Arap asıllı dünyaca ünlü moda tasarımcısı yeni kocasıyla gelmiştir. Jet sosyetenin bir davetten diğerine, bir restorandan diğerine hızla geçtiği Cannes sahnesinde, çeşit çeşit insan akmaya başlar. İlk başta şöhret adayı avına çıkmış paralı, güçlü, nüfuzlu yapımcılar; diğer yanda da şöhret sözüyle kandırılmaya hazır, güzel, hevesli ve hırslı genç kadınlar. İgor bunların arasından adeta süzülürken, hiç kimseye önerilmeyecek bir yöntemle karısını geri kazanmayı düşünüyor: önüne çıkanı öldürmek! Kafasındaki hastalıklı düşünceye göre, öldürdüğü masum insanlar sayesinde karısı onu ne kadar sevdiğini anlayacak ve ona geri dönecek! Bu yüzden de her cinayet sonrasında karısına bir sms yollayarak bir hayatı daha kararttığı haberini yollamayı adet ediniyor. Afganistan’da savaşırken öğrendiği, yakası oyulmadık öldürme teknikleriyle ve bir seri katilin serinkanlılığıyla, gün ışığında kalabalık Cannes sokaklarında, ne görgü tanıklarına ne de geride bıraktığı izlere aldırmaksızın bir ölüm makinesi gibi yok eder. Öte yanda telefonuna inen sms mesajlarının anlamını çözmekten aciz karısı, ne polise ne de yeni kocasına haber vermeyi akıl eder. Romanın merkezinde İgor ve eski karısı yer alıyor; yan karakterler ise olaylar süresinde İgor’un karşısına rastlantıyla çıkan kişiler. Bunların arasında ünlü yapımcılar, buraya rol kapmaya gelmiş genç yetenekler ve bir de sokak satıcısı var. Hepsi festival süresince burada bulanacak dünyanın bir köşesinden gelmiş yabancılar. Aynı İgor gibi. Bazıları şanslı, yanlarından geçen ölüm meleği İgor’un elinden kurtulduklarının farkında değiller ama bazıları hiç de şanslı günlerinde değiller, bu kesin.

Eğer “Kazanan Yalnızdır”ı bir cinayet romanı gibi okumaya kalkarsanız, hayalkırıklığı yaşayabilirsiniz. Zira bu bir cinayet romanı değil. Cinayet romanından beklenen ustalıklı gizeme de sahip değil. Roman ilk sayfadan cinayetleri söylediği için, ilerleyen sayfalara gizem taşımıyor, sadece hangi teknikle öldüreceği konusu belki biraz merak uyandırıyor. Ayrıca peşpeşe gelen cinayetler inandırıcı olmaktan çok uzak. Düşünün bir adam 24 saat içinde beş-altı kişiyi öldürüyor, bunların hepsini açık havada, büyük bir kısmını aydınlık Cote d’Azur güneşi altında, metrekare başına en yoğun nüfusun düştüğü sırada, parmak izlerini silmeden, geride ipuçları bırakarak yapıyor, sonra da yolda gördüğü bir polise gidip katil olduğunu çok düzgün bir Fransızca ile söylüyor. Ama yakalanmıyor. Bu arada cinayet işlerken onu gören görgü tanıkları, cinayet mekânından ayrılırken çarpıştığı kadın ya da sokakta cesurca selamlaştığı insanların hiç biri, aynen itirafta bulunduğu polis gibi onu ele vermiyor ve İgor yine yakalanmıyor.

Birazcık polisiye okumuş ya da kadavralar üzerine moleküler analiz yapan televizyon dizilerden birini seyretmiş herhangi bir okura bu cinayetler inandırıcı gelmeyecektir. Teknolojinin tüm nimetlerinin kullanıldığı bu çağda neden İgor’un peşine düşülmez, anlamak mümkün değil. Oysa geride bıraktığı izler çok açık. Adeta yakalanmak istiyor. Peşindeki zeki dedektif ise cesetleri görür görmez, öldürme tekniklerinde usta bir katilin olduğunu anlıyor ama İgor hala yakalanamıyor. Okur açısından bunu anlamak gerçekten zor.

Yine de bunun bir cinayet romanı olmadığını söyleyerek bu konudan sıyrılabilir yazar; fakat romandaki kurgu hataları cinayetlerle ilgili değil, daha birçok konuda tutarsızlıklar var. Örneğin ilk sayfalarda daha önce Cannes’a gelmediği söylenen İgor’un şehre çok hâkim olması ya da çarpıştığı kadını aynı gün daha aradan birkaç saat bile geçmemişken tanımaması (bu her iki karakter için de zorlama bir unutuş, çünkü birbirlerinin dikkatini çektiği netlikle söyleniyor) romanın üstün körü yazıldığı izlenimi veriyor.

Coelho’nun Bitmez Klişeleri

Romanda, okurun dikkatini çekecek bir başka nokta Coelho’nun “Süpersınıf” diye yerin dibine batırdığı zenginler kulübünü çok fazla klişeleştirmiş olması. Roman boyunca belli aralıklarla sürekli olarak güç sahibi süpersınıfı betimliyor; her seferinde tek değer yargısını para etrafında şekillendirmiş, ahlaki kokuşmuşluk içinde yaşayan insanlar topluluğu olarak anlatılıyor bu süpersınıf. Bu sınıfa dâhil insanların ne inançları, ne ahlaki doğruları, ne de vicdanları var. Coelho’nun tüm bu çürümüşlüğü Cannes Film Festivalini mekân olarak kullanarak yapmış olması belki de en şaşırtıcı yanı. Yazarın bu satırlarını okurken, Fransız Rivierasının güzel şehri Cannes’ı modern çağın Sodom ve Gomora’sına benzetmeden edemedim. Kutsal kitaplarda günahları yüzünden yok olmaya mahkûm edilen kabileler gibi, antik çağın yozlaşmış kentlerinin akibetine uğruyor; Cannes acımasız bir deprem ya da yanardağ alevleri altında kalmıyor, bunlar yerine buraya İgor’un yolu düşüyor.

Paulo Coelho’nun romanına Cannes’ı mekân olarak seçmiş olması aslında bir rastlantı değil. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivaline davetli olarak gittiğinde tüm dünyada çok satanlar listesinden aylarca inmeyen ünlü romanı “Simyacı”nın film haklarını tam altmış milyon dolara satmıştı. Basında daha sonra çıkan haberlere göre, yapımcı Harvey Weinstein’in satın aldığı hakları, Othello rolüyle tanıdığımız, Matrix filminin Morpheus karakteri Laurence Fishburne yönetmek istermiş yıllardır. Coelho, büyük bir olasılıkla süpersınıf diye adlandırdığı estetik ameliyatlı, haute couture giyimli, züppe ve paralı insanlarla bu dönemde tanıştı.

Coelho’nun önceki romanlarının çok satanlar listelerinde başarı kazanmasının bir nedeni, metafizik ve inanç konularını bu çağın insanına adapte edilmiş mistik öğelerle bezeyerek sunmasıdır. Yazar, metafizik düşüncelerini Simyacı ve Hac’ta etraflıca anlatacak ortam buluyordu. “Kazanan Yalnızdır” bu açıdan bakıldığında öncekilerden çok farklı, çünkü yazara ilahi adalet temelinde bir temel hazırlamıyor. Seri cinayetlerin anlatıldığı olaylar dizisi Coelho’ya böyle bir alan bırakmadığı gibi, daha temel yasal ve ahlaki yaklaşım bekliyor. Konuya bu açılardan yaklaşmadığı için de, cinayetler inandırıcılıktan uzak, psikolojik gerilim de yetersiz görünüyor.

Kazanan Yalnızdır / Paulo Coelho / çev.: Celal Üster / Can Yayınları / 377 sayfa.

(Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin Kasım sayısında yayınlandı)