28 Haziran 2006

Umberto Eco


YAZIN SANATI – KİTAP EKİ #854
29 Haziran 2006 -- Asuman Kafaoğlu-Büke


GÜZELLİĞİN TARİHİ

“Bir düşünelim hele, güzelin kendisini, sade, saf, katıksız, insan teninin, renklerin ve daha bir sürü müzahrefatın kirine buluşmamış güzeli, kendi olduğu gibi görebilen, formunun biricikliği içinde temaşa edebilen bir insan neler duyar acaba? (…) Diyorum ki, insan doğasını bu nimete kavuşturabilmek için Aşktan daha iyi bir yardımcı zor bulunur.”
Platon “Şölen”

Yüzlerce yıldır filozoflar güzelliği bir türlü tanımlayamazken, birileri çıkar, kesin ve şaşmaz bir cesaretle dünyanın en güzel kızı unvanıyla her yıl bir genç kızı taçlandırırlar. Aslında güzellik yarışmalarına biraz dikkatle baktığımızda, güzeller tanıtılırken yan alt köşede bir sürü sayının da güzelliği anlamamız için belirtildiğini görürüz. Yaşı, boyu, beden ölçüleri gibi rakamlar, ilkçağdan beri filozofların da – özellikle Pitagorasçı düşünürlerin – söyledikleri gibi, ölçü, orantı, düzen ve öğeler arasındaki uyum gibi temellere dayanır.
Güzel ve Çirkin
Her insan, gün boyunca “güzel” ve “çirkin” sözcüklerini sayısız kereler kullanır, buna rağmen neden bazı şeyleri ve kişileri güzel olarak tanımladığını bilmeden kullanır bu sözcükleri. Güzellik nedir? Bir kişiyi ya da nesneyi güzel yapan öğe hangisidir? Güzel olmayan bir bütün içinde, bir öğe kendi başına güzel olarak algılanır mı? Genelde, güzelliğin bir bütünden söz ederken kullanılması daha yaygındır ama örneğin, çirkin bir kadının güzel gözleri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüzün en sevilen yazar ve düşünürlerinden Umberto Eco, yine olay yaratacak güzellikte bir kitapla, “güzel” üzerine Batı kültür tarihi boyunca düşünülen, yazılan, resmedilen olgulardan yola çıkarak, güzelliğin serüvenini anlatmış. İlkçağdan günümüze kadar, farklı güzellik kriterlerini dile getirmiş. Eco çok geniş okur kitlelerinin ilgisini çeken ve hemen herkes tarafından anlaşılacak kitaplar yazmasına rağmen, anlaşılır olmak uğruna seviyesini düşüren bir yazar olmamıştır. Bu kitapla bunu bir kez daha kanıtlıyor.
“Güzelliğin Tarihi,” zihnimizde güzelliği temsil eden tablolar, heykeller ve fotoğraflara açıklık getiriyor. Kitapta ayrıca, felsefe ve edebiyat tarihinin bilinen metinlerinden geniş alıntılar yer alıyor. Kitabın giriş yazısında Eco, kendi güzellik anlayışını da anlamamızı sağlayan bir önsöz ile başlamış. Gündelik kullanımında “güzel”in anlamının yanı sıra yazar, estetik kuramlarını da ele alıyor. Burada güzeli tanımlarken, sadece estetik bir değerlendirme olarak değil, tüketim toplumunda arzu edilene duyulan eğilim olarak da değerlendiriliyor.
Kitabı elime alır almaz benim ilgimi çeken bölümlerin başında “Yücelik” kavramı geliyordu ve hemen açıp bu bölümü okudum. Eco’nun, aslında çok karmaşık olan Kant’ın güzellik ve yücelik olgularını ne denli sade bir dille anlattığını görünce hayranlık duymadan edemedim.
Tanrıçalar
Aslında dünyevi güzelliklerle ulvi güzellikler önceki çağlarda kesin çizgilerle birbirinden ayrılmışlar, sıradan insanlar değil, ancak soylular tanrısal güzellikten bir parça taşıyan yanlarıyla sanata konu olmuşlar. Bu durumda güzel, tarih boyunca belki de en çok tanrıçalar için kullanılan bir sıfat olmuş. Günümüz tanrıçalarına da Eco, aralarında Brigitte Bardot ve Monica Bellucci’nin bulunduğu kadınları göstermiş. Bu açıdan bakınca, Venüs ile başlayan bir zincir, güzelliğe tapınma nedenlerimizi açıklar hale gelmiş. Çağdaşımız “tanrıçalar”, bir bakıma daha önceki çağların tanrıçalarına benzer pozlar vererek zihnimizdeki ulaşılmaz yerlerini sağlamlaştırmışlar.
Umberto Eco antik çağlardan beri güzelliğin izini sürerken, kronolojik olarak güzelliği her dönem temsil eden tanrıçaların resimlerini yan yana vermiş. Böylesi bir zincirin son halkaları olarak örneğin Playboy dergisine verdiği ünlü pozda Marilyn Monroe’yu görmek, aslında Batı kültürünün nasıl da şartlanmış bir güzelliğe bize hazırladığını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu ilk bölümlerin ardından güzelliğin nesnel ya da öznel bir değerlendirme olduğuna ilişkin tartışma ise, öznellik konusunun yeniden tartışılmasının gerekliliğini gösteriyor. Bu kitapta bana en çarpıcı gelen şey, öznel değerlerimizin, zevklerimizin, haz aldığımız objelerin aslında ne kadar da öğretilmiş değerler üzerine kurulu olduğunu görmek oldu.
Ruhsal Güzellik
Çağlar boyunca güzellikten söz ederken tabii ki sadece fiziksel ölçüler temelinde ele alınmamış konu. Güzellik sadece gördüğümüz ile ilinti olsa, sıkıcı derecede sıradan olurdu. Platon çok yerde, dillere destan çirkinliğiyle Sokrates’in “iç güzelliği” sayesinde parladığını yazar. Ayrıca yine Pitagoras felsefesinin etkisiyle, matematiksel formüllerin ve geometrik şekillerin güzelliğinden de söz eder.
Umberto Eco, İlkçağ, ortaçağ ve Rönesans dönemlerindeki güzellik anlayışlarını bilimsel gelişmeler ile din etkisiyle ele almış. İlkçağda orantı, uyum ve düzen dengesinin güzel tanımındaki etkisini gösterdikten sonra, Ortaçağ ve Rönesans’ta ruhsal ve ahlaksal güzelliklerin ön plana çıktığını altını çizmiş. Her dönemde güzellik anlayışının etki altında kalışını gösterdiği için de, gerçek anlamda güzelliğe her yönüyle bakabilmiş. Tanrısal olandan, sıradana, popülere ve hatta sanatta işlenen tiksindirici konuların “güzellik”lerine de değinmiş.
Kitabın ilginç bölümlerinden biri, plastik sanatlarda güzelliğin ifade buluş biçimini açıkladığı sayfalar. Bunların başında, ışığın kullanımı geliyor. Özellikle Meryem ana ve İsa tasvirlerinde ilahi ışığın karanlık yeryüzünü aydınlatması yücelik duygusunu coşturan bir öğe olarak kullanılmış.
Kitabın belki bu anlamda bir tek eksikliği sadece Batı kültürü ve Hıristiyanlık temelinde güzelliği değerlendirmiş olması fakat bunun nedenini önsözünde açıkladığı için, eleştirmek haksızlık olur; yine de, diğer kültürlerin güzellik anlayışlarını da karşılaştırmalı olarak en az bir bölümde sunmasını bekledim.
“Güzelliğin Tarihi”ni Ali Cevat Akkoyunlu çok güzel çevirmiş, ayrıca alıntı yapılan metinlerin çevirileri de, Eco’nun metni ile çok uyumlu. Bence kitabın bir tek eksikliği isimler dizinin olmayışı. Bunun yerine çok gelişmiş, bölüm alt başlıklarını da gösteren bir içindekiler konmuş kitaba ama bence yeterli olmamış. Bu tür referans kitaplarında dizin çok gerekli.
Veda Notu
Sevgili okurlarım, Ocak 2001’den beri sürdürdüğüm Yazın Sanatı köşesine bir süreliğine ara veriyorum. “Güzellik” dolu günler dileğiyle, hoşçakalın.

Güzellik Tarihi / Umberto Eco / çev.: Ali Cevat Akkoyunlu / Doğan Kitap / 2006 / 438 sayfa.

22 Haziran 2006

Osman Akalın

YÜKSEKLERDE


Son yıllarda çok fazla romanda güneydoğuda askerlik temasını görmeye başladık. Bu romanlarda anlatılanlar sadece askerlik sırasındaki doğanın ve yaşam koşullarının zorluğu değil, bir de ruhsal açıdan erin ya da subayın yaşadıklarıydı. Bu türe eklenen bir yenisi de Osman Akalın’ın “Yükseklerde” adlı romanı.
Doğuda görev yapmak
“Yükseklerde” ilk başlarda bir aşk romanı olarak başlıyor. Doğubeyazıt civarlarında bir köyde öğretmenlik yapan Ayşe adındaki Kırşehir’li bir genç kadını anlatarak başlıyor. Roman boyunca bu yörede görev yapan, ailelerinden uzak doktor, subay ve öğretmenlerin yalnızlıkları dile getiriliyor; kendi çevrelerinde belki de dost olmayacak bu insanlar, ortak sorunlarla birlikte, birbirlerini anlıyor hatta dost oluyorlar.
Ayşe şikâyet eden biri değil, burada olmak tamamıyla kendi seçimi. Ayrıca hayatına uyum sağlamak için çaba gösteren bir kadın. Öğrencilerine ve köylü halka uzak durmuyor, fakat yine de yalnızlık çekiyor. Osman Akalın, yer yer roman karakterlerini kendi ağızlarından dile getirmiş, bunun için farklı teknikler kullanmış: mektup, günlük, diyalog gibi. Bir yandan Ayşe’nin duygularını günlüğünden öğrenirken, ona gelen mektuplardan da ailesi ve geçmişi hakkında bilgi ediniyoruz. Bu bölümler özellikle Ayşe’nin ve ailesinin kültür yapısını anlamamız için yardımcı oluyor. Romanın ilk başlarındaki bu anlatıyı ben romanın kendi dili sanıp, çok zayıf bulmuştum. Sözgelimi, “ölürüm ben senin düşüncelerine” gibi sözler ve ablasının yazdığı mektup, bana çok arabesk gelmişti. Ama ilerleyen sayfalarda bunun roman karakterleri arasında farklılığı ortaya koymak için olduğunu anlayınca romanı sevdim.
Konu şöyle ilerliyor: Ayşe’nin hayatına, orada askerliğini yapan, İhsan adında bir subay giriyor. İhsan, diğer roman karakterleri tarafından kusursuz bir asker, daha sonra da kusursuz bir erkek olarak aktarılıyor. Her zaman doğru kararlar veren, emrindeki erlerin hayranlık duyduğu, sert mizaçlı biri. Daha sonra öğreniyoruz ki, Ayşe ile girdiği ilişkisi de zorunluluktan kaynaklanıyor, aşktan değil.
Sevilen Kadın/Horlanan Kadın
Akalın, birbirine zıt karakterde iki erkek tarafından aynı kadının nasıl da farklı görüneceğine dikkatimizi çekiyor. Onu seven erkek tarafından, esprili, anlayışlı, ulaşılmaz görünürken, diğeri tarafından kalın sesli, kaba konuşan, sahte gülümsemesi olan ve olur olmaz her şeye gülen bir kadın olarak anlatılıyor.
Romandan bir aşk hikâyesi anlattığını söyleyerek başladık ama aslında romanı ilginç kılan öğretmenle subayın aşkı değil. Roman aşk öyküsünü yarıda kesip, aniden Şahsenem adlı genç bir kızın “Kan Kalesi” adı verilen dağa çıkışıyla yön değiştiriyor. Katıldığı bir grup kadın, sınırdan insanları geçirmek için kurulmuş örgütün bir kolu.
Şahsenem ilginç bir karakter, eve geç geldiği için babasından dayak yiyen ve bu yüzden dağa çıkan biri. Fakat kısa zamanda anlıyor ki, burada da kaderi değişmiyor “her yerde dayak yedikten sonra oturur evimde babamın dayağını yerdim” diye düşünüyor. Karın içinde kazdığı çukurda saklanan genç kız, itirafçı olmayı da düşünmüyor değil, ama “itirafçı olsam neyi itiraf edicem ki” diyor kendi kendine. Ciddiye alınmıyor, kod adı bile verilmiyor, ayrıca önemli bilgiler onunla paylaşılmıyor.
Doğa
Romanın bir anda ton değiştirmesi, gelecek bölümlere de hazırlıyor okuru. İlk başlarda tekdüze ve sıradan bir aşk öyküsü iken, özellikle doktorun yöreyi anlattığı bölümlerde anlatı canlanıyor. Doktorun doğa tasvirleri çok inandırıcı: Gecenin ıssızlığı, volkanik taşların yapısı, çevrenin güzelliği ve vahşiliği bu bölümde çok güzel dile getirilmiş. Kesinlikle romanın doruk noktasını bu bölümler oluşturuyor.
Yine doktorun anlatısında insanlık ilişkilerine de daha derin bakma fırsatı buluyor yazar. İlk başta, doktorun hastalarıyla yakın ilişkiye girmek istememesi, çelişkili bir ruh hali yaratıyor. Bütün gününü birlikte geçirdiği askerler sakatlanınca ya da ölümle yüzleşince, onlara sıradan hasta gözüyle bakamadığını ve bu yüzden doktorları olmaktan zorlandığını yine çok inandırıcı bir dille anlatıyor.
Doktor için ikinci bir zorluk ise, dağda askerin yanında savaşırken düşman olarak gördüğü insanları, köye indiğinde hasta olarak görme zorunluluğu. Burada ona Hipokrat yemini komutan hatırlatmak gereği duyuyor.
Kaybolmuşluk ve kimsesizlik en çok doktorun birinci tekil şahısta yazdığı bölümde hissediliyor. “Gece yürüyüşlerinde bir sonraki adımın belirsizliği sizi bilgeleştiriyordu. İnsan olmanın ayrıcalıkları bitiyor, doğanın bir parçası oluyordunuz. Güzelleşiyordunuz, çünkü kayboluyordunuz.” Yine bu bölgeyi şöyle anlatıyor: “Tendürek Dağı’nda leçelik arazinin birbirinden ayırdığı akıl almaz güzellikte düzlükler var. Sanıyorum volkanik hareketlerle yer yüzüne çıkan zengin mineraller bitkileri iyi besliyor. Tendürek dağını altın kalpli, çirkin bir kadına benzetiyorum. Ya da ancak yakından tanıdığımızda sevebileceğimiz insanlara.” Yanına Dostoyevski ve Hesse romanları alıp dağa çıkan doktor, yazarlığa hevesli olduğunu söylediği yerde, bir roman karakteri değil, yazarın ta kendisi gibi algılanıyor.
Bazı yöreler hakkında yazılan romanlarda, uzak bir mesafeden bakış hissedilir. “Yükseklerde” de bu hissedilmiyor. Yörenin anlatıldığı bölümlerde, yaşanmışlık hissediliyor.
Bir İnsanın Yerini Almak
“Yükseklerde” büyük bir kısmı dağlarda geçtiği için böyle adlandırılmış. Romandaki birkaç önemli temadan biri, bir başkasının yerini almak: Alışkanlıkları olan bir bölüğün başına gelmek gibi daha önce bir başkası tarafından tutulan yere getirilmek konusu işleniyor. Ayrıca eski sevgilinin yerini almak da söz konusu. Tayinlerle gidilen yerler olduğu için, yeni gelinen bu yerde en önemli sorunlardan biridir bu.
“Yükseklerde” yazının başında da dediğim gibi, sıradan bir anlatıyla başlıyor ama gittikçe güzelleşen bir öyküye dönüşüyor. Edebi değeri konusunda eleştirilebilir ama işlediği konuya hâkim bir ilk roman. Ben özellikle kadın portrelerinde sevdim romanı.

Yükseklerde / Osman Akalın / İdil Yayınları / 2006 / 127 sayfa.

15 Haziran 2006

Alessandro Baricco

HOMEROS, ILYADA


Elimde İtalyan yazar Alessandro Baricco’nun “Homeros, İlyada” adlı kitabını okurken, aklımdan “ne gerek vardı şimdi bu kitaba” düşünceleri geçiyordu, zaten Homeros gelmiş geçmiş en güzel destanı yazmıştı. Aynı öyküleri yeniden anlatmak anlamsız değil miydi? Derken, tam bu düşüncelerimin üstüne, radyoda Maurice Ravel’in, Mussorgski’den uyarladığı “Bir Sergiden Tablolar” eseri çalmaya başladı. Bir an elimdeki kitap hakkındaki olumsuz düşüncelerimden utandım. Ne de olsa müzikte çok sık yapılan bir şeydi sevilen bir eseri alıp, uyarlamak.
Ravel piyano için bestelenmiş “Bir Sergiden Tablolar”ı orkestraya uyarladığında 47 yaşında, ünü geniş kitleler tarafından kabul edilmiş bir besteciydi. Benzer bir uyarlamayı, 55 yaşının üstünde Johann Sebastian Bach da, Pergolesi’nin “Stabat Mater” adlı eseri için yapmıştı. Thomas Kilisesinin koskoca kantoru olduğu yıllarda sevdiği bir eseri Almancaya uyarlamaktan çekinmemişti. Her iki bestecinin de kendi müzikal kişiliklerini bulduktan sonra böylesi işler için zaman ayırmaları, bence özellikle dikkat çekilecek bir nokta. Genç ve deneyimsiz ressamların büyük ustaları taklit etmeleri ile aynı durum değil.
Uyarlama konusuna belki edebiyatçılar pek sıcak bakmıyorlar ama tiyatrocular için durum aynı müzisyenler gibi. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Tiyatro festivalinde izlediğim Oyun Atölyesinin “Atinalı Timon”u ve Semaver Kumpanyanın “Fırtına”sı uyarlama konusunda ne denli özgür olunabileceğinin iyi kanıtıydı. Özellikle “Fırtına” sömürgecilik, küresel ısınma, gibi günümüz iktidar ilişkilerini ve sorunlarını, çağdaş müzik ve danslarla, Shakespeare’ı yüzyıllar sonrasına taşıyarak başarmışlardı.
21. Yüzyılda Homeros
Böyle bir başlangıçtan sonra “Homeros, İlyada”dan bahsedebiliriz artık. Her şeyden önce şunu hatırlamakta yarar var, Homeros’un İlyada ve Odysseus destanları okumak için değil, dinlemek için yazılmışlardı. Her ikisinin oluşumları Yunanistan’da okuma yazma çağından öncesine denk gelir (İ.Ö. 8. yüzyıl sonları) bu yüzden de sözlü geleneğin izlerini taşırlar.
Bu destanları dile getiren ozanlar, büyük olasılıkla bunları okuyarak öğrenmezlerdi, tanrıların ve yüce kahramanların hikâyelerini kendilerinden önce yaşamış ozanlar geleneğinin bir halkası olarak dilden dile aktarılırdı. Ozanlar destanların bilinen iskeleti dışında, metrik formüllerden oluşan bir sistemle bunları benzer şekillerde aktarabiliyorlardı. Her satıra eklenebilen deyimler ve bazı sahnelerin (silahlarıyla donanan kahraman ya da tapınağa dua etmeye giden kadınların) benzer biçimde tekrarlanması, ozanların işini kolaylaştırıyordu. Kuşkusuz her ozan kendince bazı eklemeler ve süslemeler yapıyordu ama bu destanlar uzun yıllar boyunca bir tek kişinin eseri olmadan, dilden dile aktarıldı.
Günümüze ulaşan “İlyada” ve “Odysseus”, hiç kuşkusuz bir tek ozanın eseridir. Bizler için artık dinlediğimiz değil, okuduğumuz bir eserdir. Alessandro Baricco, ilkçağdaki özelliğine yeniden kavuşturmak için Homeros’un metnini uzun soluklu okumalar şeklinde yeniden kaleme almış. Seyirci önünde okunması düşünülen bu metinler, geçtiğimiz yıl radyo aracılığıyla da binlerce kişiye ulaşmış.
Savaş Destanı
Öykü, hep bildiğimiz öykü: bir savaş destanı. Azra Erhat ve A. Kadir’in çevirilerini okuyarak büyüyen pek çoğumuz ilk başlarda biraz yadırgasa da, Baricco’nun metni de okuru yakalıyor. “İlyada,” on yıl süren Troya savaşının sonlarına doğru yaşanan birkaç haftayı anlatır. Paris tarafından kaçırılan güzel Helene’yi geri almak ve bunun acısını çıkartmak üzere Agammemnon önderliğinde toplanan dev ordu, Troya’ya saldırır. Destanın ilk satırları Akhilleus’un kızgınlığını anlatarak başlar. Aslında tüm olaylar bu kızgınlıkla başlar.
Homeros’un “İlyada”sı 24 bölümden oluşur, Baricco’nun destanı ise, on yedi bölümden oluşuyor. Her bölüm bir kahramanın adını taşıyor ve adını taşıdığı kişi tarafından birinci tekil şahısta anlatılıyor. İlk bölüm dolaylı biçimde Akhilleus’un kızgınlık nedeni olan Khryseis tarafından anlatılıyor.
Kısaltmalar
Baricco eserin önsözüne yazdığı metinde “çağdaş seyircinin sabrına uygun düşebilmesi için bazı kısaltmalar” yaptığını söylüyor. Gerçekten de koskoca destanı yüz elli sayfa gibi, kısa bir metinle anlatmayı başarıyor. “İlyada”dan kestiği tek şey, tanrılarla ilgili bölümler. “İlyada” iki farklı düzeyde ilerleyen öyküler anlatır, birincisinde Olympos dağının tanrıları, diğerinde ise bu tanrıların aldıkları kararlar doğrultusunda yaşayan ölümlüler. Baricco ise sadece insanların olduğu bölümleri metnine almış. Tanrıların adları onlara dua edilirken ya da kurban sunulurken geçiyor ama kendileri yoklar.
Yazara göre “İlyada gene de insanın bütün olaylarda son söz sahibi olduğunu kanıtlamak için ayak direr. Bu nedenle tanrılar metinden çıkartılırsa, geriye pek de yetim sayılmayacak ve açıklanabilir bir dünya kalır, öykü son derece insancıl bir hal alır ve insanlar çözümlerin tümünü tanıdıkları şifrelerle yüklü bir dil gibi okuyabilecekleri kaderleriyle baş başa kalırlar.”
Kısaltma konusunda, tanrıların çıkarılmasını yadırgamadım ama Homeros’un kahraman ve tanrılardan bahsederken onların sıfatlarının sayılmamasını epeyce yadırgadım. Örneğin Homeros Akhilleus demeden önce her seferinde “ayağıtez tanrısal Akhilleus” diye bahseder ondan ya da “gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu” diye anlatır büyük kralı. Bu tanımlamaların destan içinde yüzlerce kez tekrarlanması, kahramanları yüce kılar. Daha önce Homeros destanlarını okumamış biri, savaşan bu askerlerden sadece isimleriyle bahsedildiğini görünce onları sıradan insanlar olarak görecektir. Bu eserde, tanımlamaların çıkartılması kuşkusuz metni hafifletmiş fakat bunun yanı sıra, bir sürü isim birbirine girmiş. Özellikle savaş alanının anlatıldığı bölümlerde, isimler duyarsızca sıralanmış hissine kapıldım.
Futbol?
İçimiz dışımızın futbol olduğu şu günlerde, ayaktan ayağa geçen topla birlikte spikerlerin sıraladığı isimler gibiydi bu savaş anlatılan birkaç bölüm. Başka yerlerde de yine futbol düşündürdü bana “çarpışma yavaş yavaş Akhalardan yana dönmeye başladı.” (s.42) Homeros’un aynı olayları anlattığı bölüm (IV. Bölüm, 500-540) hiç de futbol maçını andırmaz, bu sahneyi anlattığı satırlar ağır başlar, gittikçe hareketlenir ve okur baş döndürücü bir kan meydanında hisseder kendini.
Bu eleştiri sanırım sadece savaş alanında olanlar anlatılırken geçerli. Bunun dışında Baricco kadınların ağzından yazdığı bölümlerde, Homeros’un duygu yüklü metnine daha yakın bir anlatı yakalamış. Sonsözde Hektor’un savaş alanını bırakıp surların içine geri dönüşünü anlatıyor. Hektor, kentte üç kadınla karşılaşır. Bu kadınlar annesi, karısı ve savaşa neden olan Helene’dir. Her biri kendince onu savaş alanına dönmekten alıkoymak isterler. Karısı, baba ve koca olarak görevleri olduğunu hatırlatır, annesi dua etmesini ister, Helene ise onu yanında dinlenmeye (!) çağırır. Baricco’ya göre Hektor’un (erkeklerin) dünyası sert ve kördür; oysa Andromakhe’nin (kadınların) temsil ettiği dünya uygar, barışçı ve insancıldır. İki olanaklı dünya karşı karşıya durmaktadır ve ikisinin de kendine göre bir mantığı vardır.
İlyada’nın dişil yüzünden bu kadar net söz etmesinin yanı sıra, Baricco da her okur gibi yine de bu destanın “savaşın güzelliğine bir hürmet” olduğunu kabul eder. Ne denli acımasızca olsa da, bu savaş, yanı başımızda yaşanan savaş ile karşılaştırıldığında onurlu ve insancıldır. Düşman asla küçümsenmez, ona saygı duyulur. Homeros’u bugün okumak, hatta 21. yüzyılda yeniden yazmak, kitabın içine daldıkça çok daha anlamlı gelmeye başladı. Alessandro Baricco, dişil ve eril kutupları, batı uygarlığının temelinde yatan bu karşıtlığı netlikle görmemizi sağlıyor.
“Homeros, İlyada” sadece mitolojiyi iyi bilen, daha önce destanları okumuş kişilere değil, sanırım herkese büyük zevk verecek bir kitap (aslında roman demeliyim). Eren Cendey’in çevirisi ise kusursuz. Dilimize yerleşen antik isimler kullanılmış, destansı havaya sadık kalınmış. Herkesin anlayacağı ve seveceği bir roman çıkmış ortaya. Baricco’nun bu eseri eminim Homeros okuma isteği uyandıracaktır.


Homeros, Ilyada / Alessandro Baricco / çev.: Eren Cendey / Can Yayınları / 2006 / 156 sayfa.

08 Haziran 2006

Alexander McCall Smith

PAZAR FELSEFE KULÜBÜ


Seksenli yıllarda sinema filmlerinin birbirlerini takip etmesiyle çok alay edilirdi. Önce bir film ile başlanırdı, eğer film gişede beklenmedik başarı kazanırsa formülü biraz değiştirip, aynı oyuncularla devam filmleri gelirdi. Bu konuda Hollywood hala aynı tavrı koruyor. 64 yaşında Harrison Ford, genç arkeolog Indiana Jones olarak dördüncü kez karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.
Romanlarda sayı konmasa da, özellikle polisiyelerde alışığız bu duruma. Agahta Christie, Hercule Poirot karakterini, biraz çizgi romanlar gibi, sıklıkla kullanmıştı romanlarında. Bu sayede okur, daha önceden tanıdığı ve hatta sevdiği dedektifin yeni maceralarına kolaylıkla takip edebilmişti.
İngiltere’de sevilen bir yazar olan Alexander McCall Smith, daha önce “Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu” (Çitlembik Yayınevi) ile Afrikalı tombul ve sempatik kadın dedektifi tanıtıp geniş okur kitlelerinin sevgisini kazandırmıştı. Botsvana Cumhuriyetinde geçen maceraları özellikle dedektifin muzip karakteri çevresinde gelişiyordu. Takip filmlerle ne denli alay etsek de, polisiyelerde tanıdıklarla karşılaşmak sanırım hoşumuza gidiyor. Kişilik özelliklerini bildiğimiz kahramanlar, kolaylıkla gerçeklik kazanıyorlar. Bu seriden beş kitap yayımlandıktan sonra, Smith yeni bir seriye başladı.
Ahlakçı Dedektif
Alexander McCall Smith bu sefer, Botsvana’dan altı bin kilometre uzaklıkta, İskoçya’nın varlıklı yüksek sınıfından, çok farklı yeni bir dedektif karakteri ile çıktı okurun karşısına. Isabel Dalhousie adlı bu yeni dedektif aslında dedektif sayılmaz, amatör dedektif bile sayılmaz: kendisi felsefeci ve bir ahlakbilim dergisinin editörü.
Romanın konusu basit sayılır. Isabel, komşusunun biletini ona vermesi üzerine gittiği konserde genç bir adamın ölümüne tanık olur. Roman genç adamın ikinci balkondan düşmesiyle başlar. Isabel bu olayla ilgili olarak şair Auden’in “Ben yalnızca bir arkadaşımla konuşuyordum ve birden adamın teki tepeden aşağı yuvarlandı” dizelerini düşünür. Gerçekten de üst balkondan aniden birinin düştüğünü görür. İşin ilginç yanı, Isabel, o kısacık anda, gençle göz göze gelmiştir. Bu yüzden ölüm onu derinden sarsar.
Daha sonra Isabel’in diyeceği gibi, bazen hayatta peşinden gideceğimiz olayları kendimiz seçmeyiz, adeta onlar bizi seçerler. Roman kahramanına aynen böyle olmuştur. Çok meraklısı olmadığı İzlandalı bir senfoni orkestrasının müziğini dinlemeye kendi isteğiyle bile gitmemiştir ama burada bulunuşu artık onun için yeni bir yol çizer. Meraklı zihin yapısı sayesinde, görünenlerin ötesinde şüpheler duymaya başlar.
Roman iki farklı gerilim konusunu aynı anda işliyor. Bir yandan konser salonunda gelişen olaylar çözüm beklerken, Isabel çok farklı bir alanda daha dikkatlerini kullanmak zorunda kalır. Çok sevdiği yeğeni Cat, birlikte olduğu erkek tarafından belki de aldatılıyordur. Roman bu iki gerilim öyküleri çevresinde gelişirken bir yandan da Isabel’in duygusal ilişkileri de önem kazanır. Romanın sonunda bu iki büyük gerilim çözülse de, üçüncü sanırım daha sonraki devam romanlarında yeniden işlenmek üzere bırakılmış.
Bir romanda müzik ile ilgili bölümler varsa, ben her zaman müzikal birlikteliklerin uyumuna dikkat ederim. Diyelim bir ikili birlikte müzik yapıyorlar, ses uyumları iyiyse, bundan duygusal bir uyumun çıkacağı gibi bir beklentim olur. Bu romanda da aynı durum söz konusuydu, piyano eşliğinde şarkı söylerken ikilinin bulduğu uyum, bu ikilinin aslında sanılandan daha derinlerde bir arayış içinde olduğu haberini veriyor gibiydi.
Başlık
Yine, bir romanda eğer çok sayıda felsefeci adı geçiyorsa, son çözülme anında bu filozofların bir nebze etkili olmasını beklerim. Bu beklentim bu romanda boş çıktı. Romanın başlığının “Pazar Felsefe Kulübü” olması bende felsefeyle ilgili bir çözümlemeye gidileceği etkisi yaratmıştı ama yazar bu konuda beklentilerime karşılık vermedi. Pazar felsefe kulübünün adı romanda birkaç kez geçiyor ancak, ne kimlerin bu kulübe üye olduğunu, ne de ne tartıştıklarını öğreniyoruz. Sonunda romana tamamen yanlış bir isim verildiği izlenimi edindim. Oysa bu tür romanlarda, okuru yönlendirmek için başlık çok önemlidir.
Roman boyunca Kant, Russell, Ayer, Strawson gibi filozofların adları geçiyor, böylesi basit bir romanda elbette okur daha derin felsefe bilgisi beklemiyor ama bunca ismin geçmesi bir zaman sonra biraz hava atmak için sıralanmış gibi gelmeye başlıyor. Romanda bu filozofların izi hiç yok ama yine de gündelik ahlak tartışmalarına yer veriyor yazar. Bana ilginç gelen bir tartışma, ahlaksal açıdan eylem ile sözün birlikteliği konusu oldu. Diyelim sigara içen biri, size tütünün zararları konusunda nutuk çekiyor, bunu inandırıcı bulur musunuz? Her zaman eylemlerimiz ile sözümüzün uyum içinde olmadığını roman kahramanı da kabul ediyor ama bu ne de olsa bir tür ikiyüzlülük.
Isabel’i tanıdıkça, onun bu türden ikiyüzlülükten kaçındığını görüyoruz. Roman boyunca araştırdığı iki olayda sözlerinden farklı bir eylem gerçekleştirmiyor. Bazen biraz katı ve acımasız olsa da, doğrudan ayrılmamaya çalışan biri olduğunu anlıyoruz.
Eksik Dedektiflik
“Pazar Felsefe Kulübü” hızlı okunan bir roman ama bazı yerlerinde konunun dağıldığını hissettim. Her şeyden önce Isabel önce hevesle konser salonunda ölen gencin gizemini çözmeye girişmişken, sonra bundan vazgeçiyor, daha sonra yeniden ilgi duyuyor ve sonra yine vazgeçiyor. Bu yönleriyle aslında gerçekten dedektiflik konularına ne kadar yabancı olduğunu da görmemizi sağlıyor ama bir o kadar da sıkıcı oluyor ruh halleri.
Roman boyunca benim anlayamadığım olay, ilk başta sorması gereken soruyu, neden romanın sonuna kadar sormadığı. Eğer konser salonunda bir olay olmuşsa, o gece o konseri dinleyenler arasında kimler vardı, ilk araştırması gereken düğüm bu değil midir? Ama o bunu yapmıyor, hatta biraz okuru sinirlendirecek derecede bu sorunun uzağında kalıyor. Hâlbuki romanın başında konser hakkında ve o gece çalınan bestecilerin eserleri hakkında bilgi verdiği için çözümün açık biçimde burada yattığı okura belli oluyor. Romanda ayrıca bazı olaylar var ki, çözmek olanaksız. Örneğin, suçlu olduğunu sandığımız kişi evinde onu tehdit etmeye geliyor ama ardından onun suçsuz olduğunu öğrendiğimizde, neden evine girdiğini ve onu tehdit ettiğini anlayamıyoruz. Belli ki yazar biraz heyecan katmak için böyle bir bölüm eklemiş romana, ama bu tam bir yama gibi duruyor, sonunda çözülmeyi de zorlaştırıyor.
Bu hafta Alexander McCall Smith’in romanını seçmemin nedeni hem İngiltere’de adı çok anılan bir yazar olması hem de yazarın “Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu” romanını severek okumamdı. Sanırım beklentim fazlaydı ama karşıma tahmin edemeyeceğim denli sıradan bir polisiye roman çıktı. Yaz aylarında hafif kitaplar önermek istemem ama sanırım bu tam da plajda okuyup unutulacak türden bir roman.


Pazar Felsefe Kulübü / Alexander McCall Smith /çev.: Aylin Yengin / İnkilap Yayınları / 2006 / 271 sayfa.