30 Mart 2006

Sema Kaygusuz

YERE DÜŞEN DUALAR


Şarap şişelerinin üzerindeki etiketlerde, kullanılan üzümün hangi yılın ürünü olduğu yazılır. Yıl, şarap kalitesinin en önemli göstergelerinden biridir, yıldan yıla, yöreden yöreye değişen hava koşulları, üzümün niteliğini doğrudan etkiler.
Bazen düşünürüm, şarapların kalitesini belirleyen hava koşulları gibi, bir yörenin ve çağın sanatı, o günün koşullarından ne denli etkileniyordur diye. Kuşkusuz ekonomik, sosyal ve politik olaylar bilim, sanat ve felsefe üçgeninde yaratıcılığı etkiliyordur. Nasıl güneşten ve rüzgârdan besleniyorsa üzümler, sanatçı ve düşünürler de, ortak birçok şeyden etkileniyorlardır. İlkçağda Ege’nin Doğu ve Batı kıyılarında onca filozofun yaşamış olması bir rastlantı olamaz, mutlaka gündelik hayatlarında bu olağanüstü çıkışı destekleyen olaylar vardı. Tarihsel incelemelerde bilim ve felsefedeki gelişmelerin politik ortamdan etkilendiği kolayca görülür oysa şiir için durum farklıdır, tüm politik ve sosyal kısıtlamalara, baskılara, zorbalığa rağmen, şiir yeşereceği toprak bulur.
Roman, bu anlamda galiba şiir denli bağımsız değil. Sadece politik ve sosyal olaylardan etkilenmekle kalmıyor, daha olumsuz bir anlamda, piyasanın ve sıradanlaşmanın etkisi altına da girebiliyor; fakat bir de olumlu yan var, aynı şaraba tadını veren üzümler gibi, doğal ortamdan etkilenmeleri sayesinde bir yörenin ya da bir çağın romancılarında ortak özellikler göze çarpabiliyor.
Romanlarda bir iklimin kokusu ya da bir çağın sesini duymak her zaman heyecan vericidir. Şaraba sinen üzümün tadı gibi, Türkçe romanlarda da yeni bir tat kendini gösteriyor son yıllarda. Bunun iyi örneklerinden birini bu hafta okudum. Daha önce öykülerini okuyup hayranlık duyduğum Sema Kaygusuz, “Yere Düşen Dualar” adlı ilk romanında, yeni nesil romancılarımızın yeteneğine iyi örnek oluyordu.
İki Roman
“Yere Düşen Dualar” birbirlerine hiç benzemeyen, “Üzüm” ve “Altın” başlıklı iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm yakın bir tarihte, Türklerle Rumların birlikte yaşadığı küçük bir adada geçiyor. Adını pek söylemek istemeyen (ve bu yüzden de adıyla ilgili bir sırra bizi hazırlayan) anlatıcı, genç bir kız. Çok sevdiği amcasının ölümü ve annesinin evi terk etmesi sonunda babasıyla yalnız kalıyor. Romanın birinci bölümü onun öyküsünü, onun ağzından anlatıyor. Kütüphanedeki işi, garip kitap koleksiyonu, sevgilisi ve en önemlisi de babasının kendinden sakladığı sırrı kendi bakış açısıyla dile getiriyor.
İkinci bölüm “Altın” bambaşka bir havada başlıyor. Anlatı, birinci tekil şahıstan üçüncü sahsa geçiyor. Her an adada yaşayan genç kızın hayatına dönmeyi bekleyerek okuyoruz ama bu romanın son sayfasına dek gerçekleşmiyor. Birinci ve ikinci bölümler birçok açıdan farklılar, ilk başta, farklı zaman dilimlerini dile getiriyorlar. Ayrıca burada yeni karakterler sunuluyor, birinci bölümdekilerle aralarında bir bağlantı kurulamıyor. Ama bunlardan önemlisi birinci bölümdeki yalın anlatım ikinci bölümde şiir ve masal karışımı bir anlatıma dönüşüyor. Bir başka farklılık, “Üzüm”de bütünlüğe giden, birbirine bağlanan öyküler, “Altın”da, dağılan bölünen öyküler şeklini alıyor.
Ölümsüzlük
Jean-Jacques Rousseau “L’Emile” adlı eserinde şu soruyu sorar “Eğer yeryüzünde ölümsüzlük sunulsaydı, hangi bahtsız insan bu hazin armağanı kabul ederdi?” Ölümsüzlük konusu edebiyatta bir lanet olarak sunulur, hep genç ve dinç kalmak bir yandan imrenilen ve arzulanan şeydir ama öte yandan sonsuza dek acı anlamına da gelir.
Par Lagerkvist “Barabbas” adlı romanında, tanrının laneti olarak sunar ölümsüzlüğü. Simone de Beauvoir ise “Tüm İnsanlar Ölümlüdür” (Tous Les Hommes sont Mortels) adlı ütopik romanında, 14. yüzyılda ölümsüzlük iksiri içmiş ve sonsuzluğa lanetlenmiş bir adamı anlatır. Beauvoir ölümsüzlük istemini, insanın zayıflık anında, gereksiz ve yersiz yaşama hırsı olarak açıklar; ona göre, tanrıların laneti değil, insanın açgözlülüğüdür bunun nedeni.
Sema Kaygusuz, adı geçen romanlarda olduğu gibi, ölümsüzlüğü bir lanet olarak ele almış ama konuya çok farklı yaklaşmış. Her şeyden önce, ölümsüzlük nedenini sorgulamamış, bir anneden kızına geçen kehanet yeteneği gibi, ölümsüzlüğü bir nesilden diğerine aktarılan bir “lanet” olarak göstermiş. Beauvoir sonsuzluk içinde aşkın, sevginin, sadakatin hiçbir anlamı kalmadığını anlatmıştı romanında, örneğin uzun yıllar süren mutlu bir beraberlik, sonsuzluk içinde on beş dakika gibi kalacaktır. Ya da deliler gibi sevdiği kadın, mutlak bir gün gelecek hatırlanmayacak kadar uzak kalacaktır. Ölümsüzlüğün laneti, sevdiğin tüm ölümlüleri sonsuzca kereler kaybetmektir.
Kaygusuz romanı aynı duygu üzerine kurmuş, kocalarını ve çocuklarını gömmek zorunda kalan bir Çingene kadının yaklaşımıyla sunmuş ölümsüzlüğü. “Yere Düşen Dualar” sonsuzluk hissini, her nesil yaşanan acıların tekrarlanması ile veriyor. Annenin evi terk etmesi, bir türlü ölememek gibi temalar başka yaşamlar içinde tekrarlanıyor.
Şarap
Romanda beni en çok etkileyen bölümler üzümün ve şarabın kokusunu, tadını hissettiren satırlar oldu. Romanın birinci bölümü gerçekle gerçeküstünü birleştiren nefis bir anlatıya sahipti. Daha romanın ilk satırlarında roman kahramanı çok gerçek ve inandırıcı geldi, anlattığı hikâye ise gerilim ve sırlarla dolu olduğu için inanılmaz bir sürükleyiciliğe sahipti. Ancak ne yazık ki ikinci bölümde bu gerilimin kaybolduğunu hissettim. Aslında roman başında bize geçmişten bir açıklama getireceğini söz veriyor ve bunu aynen yerine getiriyor fakat geçmişe o denli derin dalıyor ki, neden bunların anlatıldığı önemini kaybediyor. Okurken iki bölüm (ya da iki roman) arasında bağlantı noktaları bulmaya çalışmak fazla zorlayıcı oluyor.
Bu romandan zevk almak için, ikincisinde birincisinin gizi saklı iki farklı roman olarak düşünmek belki daha doğru olur. Her ikisinin eşsiz güzellikte olduğunu da eklemek gerekir.

Yere Düşen Dualar / Sema Kaygusuz / Doğan Kitap / 2006 / 333 sayfa.

23 Mart 2006

Elif Şafak


BABA ve PİÇ



Bir romanda, konuya hangi açıdan bakıldığı, okurun belki de ilk dikkatini çeken şeydir. Anlatıcının kim olduğu ya da anlatılanın kimin öyküsü olduğundan çok, asıl ilgiyi çeken şey, ahlaksal ve estetik merceğin nereden ayarlandığıdır.
Bu hafta okuduğum Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” romanında da, kitabın daha ilk sayfalarında yazarın çifte mercekten bakarak öyküye yaklaştığı dikkatimi çekti. Şafak romanı, farklı açılardan bakan, iki mercek üzerinde bir dengeye oturtmuştu. Kurgunun yapısı her iki merceğin aynı mesafeden ayarlandığı izlenimini veriyordu ayrıca bu ikili iskelet, romandaki siyasi dengeyi bulmaya yarıyordu.
Merceklerinden biri, çoğunluğu kadınlardan oluşan, İstanbullu bir ailenin üzerinde, diğeri ise San Fransisco ve Arizona yaşayan, Türkiye’den Amerika’ya göçmüş Ermeni ailenin üzerindeydi ama özellikle her iki ailenin son kuşak temsilcileri olan Armanuş ve Asya adlı iki genç kıza odaklanmıştı. Tüm öykü iki koldan, birinden diğerine geçerek, iki kızın aile geçmişlerinden başlayarak bugünlerine getiriyordu.
Simetri
İki başlı anlatı her zaman simetriyi beraberinde getirmez ama “Baba ve Piç” kusursuz bir simetri sunuyor bize. Amerika’da yaşayan Armanuş’un Ermeni ailesinin halalarla dolu, İstanbul’da eski bir köşkte oturan on dokuz yaşındaki Asya’nın ailesinin de teyzelerle dolu olması bir bakıma aynı soyağacının eksik kalmış dalları gibi birbirlerini tamamlıyorlar. Birbirlerinden habersiz sağda halalar solda teyzeler şeklinde ilerleyen dallar, köklerinde bir birleşme noktasını önceden haber verir gibiler, ancak bu haber müjdeli bir bütünlüğe götürmeyeceğini de başından hissettiriyor.
Aslında kadınların baskın olduğu bu parçalanmış “soyağacında,” yalnız ruhlar çoğunlukta. Simetriyi sağlayan bir başka olgu da Armanuş ve Asya ilk başlarda çok farklı kadınlar gibi görünseler de, aynı yaşlarda, aynı boylarda (her ikisi de uzun boylu) ve kemerli burunlular. Aralarındaki fark birinin esmer diğerinin sarışın olması, bu da belki simetriyi resmin negatif kopyası gibi tamamlıyor.
Armanuş ve Asya’nın görünüşleri ve kişiliklerini alt altta sıralayınca ortaya benzerlikten çok, bir bulmacanın iki anahtar parçası gibi birbirlerine uydukları hatta belki birbirlerini tamamladıkları çıkıyor. Elif Şafak roman kahramanlarını tanıtırken onları benzeteceğimiz nitelikler şeklinde basitçe sunmuyor karakterlerini, romanın bir noktasında uyum ve bütünlük hissini verdiği için başa dönüp yeniden değerlendiriyoruz onları.
Aşure
Aslında bu yazıya aşure tarifi vererek başlamayı düşünmüştüm. Aşure, kuşkusuz Elif Şafak’ın zihninde Anadolu’yu simgeliyor, içinde birçok öğe barındıran, birlikte pişen ve dolayısıyla birbirlerine karışmış tatlar benzetmesi, tam da Anadolu’nun etnik mozaiğini betimliyor. Her bir yemiş diğeriyle birlikte pişmiş olmaktan dolayı tatları karışmış ama kendi özünü de yitirmemiş. Tüm bu karışık doğasına rağmen aşurenin kendine has lezzeti var, aynı Anadolu’da yüzyıllarca birlikte yaşamış, birbirlerinin mutfaklarından, kültürlerinden etkilenmiş halklar gibi.
Romandaki bölüm adları aşure malzemelerinden oluşuyor. Yiyecekleri Şafak roman boyunca farklı anlamlarda kullanıyor. En başta Ermeni ve Türk mutfaklarının yakınlığı ama çok daha yoğun olarak ailenin yemek masası etrafında toplanması ve farklı ailelerin yemek alışkanlıklarındaki benzerlikler olarak ortaya çıkıyor. Yemekler çocuklara kültürün bir parçası olarak sunuluyor. Ayrıca onların karınlarının doyması ile garip bir mutluluk duyan aile büyükleri var her iki tarafta da. Romanda özellikle en duygulu anlar da yemek sunumuyla ilgili, örneğin Banu teyzenin eve misafir gelmiş Armanuş’a gece yatmadan önce soyulmuş ve dilimlenmiş portakal sunması, belki de bu yabancının kendini ilk kez evinde hissettiren olay oluyor.
Ensest
“Baba ve Piç” Elif Şafak’ın diğer romanlarında görmediğimiz denli sürükleyici bir yapıya sahip. Roman bir yandan geçmişin izini süren Armanuş’un bulduklarını damla damla verdiği için, öte yandan da ailelerin acı dolu geçmişlerini sır perdesi ardında koruduğu için olağanüstü bir gerilim yaratıyor. Burada da yine simetrik negatif yansıma söz konusu: birinin hatırlansın, kabul edilsin istediğini diğeri unutmak ve yok saymak istiyor.
Elif Şafak, Ermeni-Türk tartışmasını da bu bağlamda ele alıyor romanda. Türklere karşı nefret dolu gençlerin katıldığı internet sitesinin forumundaki tartışmalar en çok da, karşılığını bulmadıkları için sürekli artan kızgınlığa dönüşüyor. En azından bu sitede tartışan Ermeni ve Rumlar, Türklerden bekledikleri nefreti, başka deyişle, kendi kızgınlıklarının karşılığını bulamıyorlar. Armanuş da ilk başlarda en çok buna şaşırıyor, ailesinin başına gelen felaketleri anlattığında, karşısında onu anlayışla dinleyen, hatta anlattıklarına çok üzülen insanlar (Türkler) görüyor.
“Baba ve Piç” bir bakıma öykülerini anlattığı bu iki aileye, daha büyük Anadolu resminin örnek bir kesiti olarak bakıyor. İki ailenin hikâyesi ve tabii aynı zamanda soyağacı, Şuşan adlı büyükannede birleşiyor. Küçük bir çocukken dağılan ailesi onun mutsuzluğunun nedeni iken, geride terk ettiği çocuğu da, diğer ailenin üç nesil boyunca sürecek trajedisinin nedeni oluyor. Bütün roman boyunca iki aileyi Anadolu’yu simgeler olarak düşünmek belki kurguyu zorlamak oluyor, yazarın amacının bu olduğundan emin değilim fakat Özellikle romanın merkezine ensest tecavüz yerleştirmiş olması (bu satırlarda anlatı doruğa ulaşıyor) olayları bir cinnet anına hapsetmesi çok düşündürücü geldi.
Romanın en güzel yanlarından biri bölümleri birbirlerine bağlayan iplerin çok zekice dolanmalarıydı. Örneğin, politikacıları hayvan benzetmeleriyle betimlediği için hapse girmeye hazırlanan karikatürist, bir sonraki bölümde aşklarını hayvan betimleri ile bedenlerine dövme şeklinde yapanlarla bağlanıyordu; ilk bölümde laf atan taksi şoförü, yirmi yıl sonra cenaze arabasının önünü tıkıyordu, böylece baba ve piç, roman başından beri hiçbir araya gelmemiş iki kişi, garip bir rastlantı sonucu taksi şoförü ile zihnimizde bir araya gelebiliyordu.
Bir de tabii söz etmeden geçilemeyecek kadar önemli cinler var romanda. Sağ omuzda Şekerşerbet Hanım, sol omuzda da cin taifesinin gulyabani kümesine mensup Ağulu Bey. Belki Elif Şafak’ın sol omzunda da, ancak cinlerin ilham kaynağı olabilecek güzellikte roman yazdığı için, bir baron oturmakta.

Baba ve Piç / Elif Şafak / çev.: Aslı Biçen / Metis yayınları / 2006 / 376 sayfa.

16 Mart 2006

Sibel K. Türker

ŞAİR ÖLDÜ

Ama yalnız kalınca Zerdüşt, şöyle dedi gönlüne: “Mümkün mü bu! Bu ihtiyar ermiş ormanında işitmemiş hâlâ öldüğünü Tanrının’”
Friedrich Nietzsche “Zerdüşt Böyle Diyordu” çev.: Osman Derinsu

Nietzsche, ahlak felsefesinin temeline, insanın Tanrı buyruklarından sıyrılıp kendi ahlakını yarattığı yeni bir dünya görüşünü oturtarak başladı. Batıdaki aydınlanma çağı insanı evrenin merkezine yerleştirmişti, ahlak açısından yeni çağda insan, kendi davranışlarından sorumlu olmalıydı, daha üst bir varlığa karşı hesap vererek değil, sorumlulukların bilincinde olarak.
Bu hafta okuduğum Sibel Türker’in “Şair Öldü” adlı romanı, başlığını görür görmez Nietzsche’yi düşündürdü. Zaten, ilerleyen sayfalarda yazarın Nietzsche’yi düşünerek bu başlığı verdiği de ortaya çıktı.
Yabancılaşan Nesil
Sibel Türker, “Şair Öldü”de 23 yaşında, hukuk fakültesinde öğrenci bir kızın yaşamından bir mevsimi anlatıyor. Pavyonda dansözlük yapmış annesi, sonradan deliren öğretmen babası, kendisinden çok daha güzel ablasıyla, erken büyümüş bir genç kız Ersin. Kendisine bir erkek adı verilmiş olması da, kadınlığa ve ailesindeki kadınlara yabancılaşmasının bir çeşit dışavurumu. Her anlamda dışlanmış biri Ersin, sadece ailesi tarafından değil, kendisini de – özellikle romanın başlarında – bir asi olarak tanımlamayı seviyor. Babasından genetik olarak devraldığını düşündüğü delilik kıyısında dolaşıyor olması, anti depresan ilaçlarla günlerini yaşanır kılması, onun marjinal portresine uygun düşüyor.
Roman, anne ve iki genç kızın, parasızlık içinde hayatta kalma teması içinde geçecek sanırken, Ersin’in fakülteden türbanlı bir kız arkadaş edinmesiyle yön değiştiriyor. Konu hiç beklenmedik şekilde üniversite, türban ve dolayısıyla özgürlük tanımlamaları çevresine takılıyor. Hayatına giren türbanlı arkadaşı Ersin’in yeni sorgulamalara başlamasına neden oluyor: “Kararsızım. Elif hayatıma sızdığında beri iyice kararsızım. Beni anladığını ve sevdiğini iddia eden başörtülü arkadaşım. (...) Tanrı’nın yok oluşuna ağıt. Elimde biletimle koltuğumu aradım. Ön sıralar üstün insanlar tarafında kapılmıştı. Nietzsche’nin bunaltısı... Kabul ve ret oylarıyla yürüyen mükemmel sistem. İnsan merkezli her şey... Ve şüphe içimi kemiriyor. Durduğum yeri kaybetmek istemiyorum. Durduğum yer neresi? Ateşli bir hastalığa direnç gösteriyor gibiyim. Oysa söz konusu olan kaybolmuşluğum değil.”
Türban
Roman bu noktada farklı bir yöne gidecek gibi görünüyor, dışlanmış iki kızın yakınlaşması, biri türbanlı olduğu için sınavlara sokulmuyor diğeri ise kendi bunalımlarından okul disiplininden uzaklaşıyor. Aslında ilk birkaç bölümde müthiş bir roman okuduğu izlenimine kapılan okur da bu noktada yön değiştiriyor. Bir anda Ersin’in hayat hikayesi, yüzeysel inanç tartışmaları içinde sıradanlaşmaya başlıyor. Romanın ikinci yarısında, ilk başlardaki kadar asi olmadığını, toplumdışına itilmişliğinin aslında pek de karanlık olmadığını (ya da en azından her gencin yaşadığından farklı olmadığını) görmeye başlıyoruz.
Evin içindeki bunalımlı ortam da yerini daha hafif ve eğlenceli kadınlar topluluğuna bırakıyor. Teyzesi ve küçük kızının aralarına katılması, birbirlerine çok uzak duran Ersin ve ablasının gelinlik modellerine bakarken yakınlaşması, yılbaşı hazırlıkları, hediye alışverişi, bu ortamın romanın başında tanıtıldığı kadar sevgisiz ve yalnız olmadığı izlenimi veriyor. Ayrıca Ersin’in, takı satan kadınla sıcak dostluğu, kendine kadınsı iç çamaşırlar alması gibi örneklerde, başlardaki yabani portreye uygun düşmüyor.
Türker romanında klasik bir anlatım kullanmış. Çok yerinde geri dönüşlerle Ersin’in çocukluğu ve ailesinin geçmişi anlatılıyor. Roman kahramanı (aynı zamanda anlatıcı) yaşadığı bir olaydan, çağrışım yoluyla bir anısına dönüp anlatıyor, arada hiç zorlama hissettirmeden ve olayların akışını bozmadan. Roman boyunca geri dönüşler hep sağlam tutulmuş ve orantısı roman içinde doğru dağıtılmış.
Bunu söyledikten sonra hemen eklemeli ki, romanda doğru orantılı dağılmayan bir şey dikkat çekiyor: ilk bölümlerdeki anlatım çok fazla benzetme ve metaforla dolu iken, sonralarda bunlar iyice azalıyor hatta yok oluyorlar. Örneğin s.11’de “Ortada hayat yoktu. Sulandırılmayı ve tüketilmeyi bekleyen yoğun, kokulu, kıvamlı ve korkutucu bir zaman vardı.” Romanın ilk birkaç bölümü tamamen bu türden benzetmelerle ve soyutlamalarla çok zengin duruyor. Özellikle tüm duyulara seslenen bu türden benzetmeler benim çok hoşuma gitti. Anlatıcının ruh hallerini daha iyi anlamaya yardımcı oldukları gibi, şiirsel bir hava da veriyordu romana.
Romanın içinde anlatı karakterinin değişmesi hoş değil. Yazar bunu romanın gerçekçi sonuna daha yatkın olacağı için seçmiş olabilir ama bütünlüğü zedeleyen bir unsur olmuş. Ben birkaç kez başa dönme gereği duydum, konu ve anlatı ne idi, ne oldu, aynı romanı mı okuyorum hâlâ diye sordum kendime. Oysa kusursuz bir roman gibi başlamıştı. Aslında eleştiriler beklenti yükseldikçe artıyor belki de. Yazar romanın başında öyle bir seviye tutturmuş ki, doğal olarak o seviye bekleniyor.
Roman kahramanlarına gelince, güzelliğini kullanarak kendine sosyal sınıf atlatacak bir erkekle evlenmekten başka bir düşüncesi olmayan abla portresi bence çok iyi çizilmişti. Aynı şekilde anne karakteri de, pavyonda çalışmış olmaktan dolayı aşağılanmışlığını çok güzel ortaya koyuyordu. Her iki karakterin betimlemesi çok başarılıydı. Geçmişleri iyi anlatıldığı için, bugün kim oldukları sonucu doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkıyordu.
Romanın diğer karakterlerinin işlenişine bakıldığında ise aynı titizlik görülmüyor. Başörtülü Elif, yavan ve derinliksiz olarak çıkıyor, ayrıca babası ve üvey annesiyle ilişkisi de havada kalıyor. Aynı şekilde Ersin’in fakülteden diğer arkadaşı Samim karakterini de bir yere oturtmak zor. Neden roman, bunca sayfalar dolusu bu iki karakter çevresinde döndü, bunu da anlamak zor, çünkü sonuçta temaya bir katkısı olmuyor her ikisinin de.


Şair Öldü / Sibel K. Türker / Doğan Kitap / 2006 / 254 sayfa.

13 Mart 2006

Yaroslav Haşek

Aslan Asker Şvayk



Eski çağlarda yazılmış savaş metinleri ya da romanlarına baktığımızda kahramanlık ve övüncün ön planda olduğunu görüyoruz; yirminci yüzyılda ise savaş romanları acımasızlığı ve mantıksızlığı anlatıyorlar sanki. On beş milyon kişinin ölümüne neden olan -- İkinci Dünya Savaşından önce Büyük Dünya Savaşı denilen savaşta -- insanlık o güne dek görmediği silahların ve teknolojinin kullanılmasına tanık oldu, belki de Birinci Dünya Savaşıyla birlikte savaşın anlamı değişti.
Savaş hakkında yazılanlar da büyük ölçüde değişime uğradı, dünyanın her köşesinde aydınlar savaşın gerekliliğini hatta orduların varlığını sorgulamaya başladılar. Yaroslav Haşek ünlü romanı “Aslan Asker Şvayk”ta savaşın absürd yanlarını yarattığı Şvayk karakteri ile belki de en iyi dile getirenlerden biri olmuştur.
Şvayk karakteri
Don Kişot gibi bazı romanlarda, roman kahramanının kişiliği tüm romana yansır. Bu tür romanlarda, kahramanının kişiliğindeki ufak bir değişiklik romanı tümüyle farklı kılmaya yeterlidir. Aslan Asker Şvayk da böyle bir kahraman, roman onun çevresi etrafında gelişen olaylardan oluşuyor.
Roman ilk paragrafında kişilik olarak Şvayk’ın en belirgin özelliğini söyleyerek başlıyor, “ahmaklığı heyet raporuyla resmiyet” kazanmış biri olarak tanıtıyor onu bize. Şvayk aslında bilmece gibi bir karakter, roman boyunca ahmaklığından bir yandan kuşku duyarken bir yandan da hayatta kalma güdülerinin ne denli güçlü olduğunu görmemizi sağlıyor. Ona gülmekle başlıyor bir bakıma roman ama sonlarına doğru ona gülmek yerine onunla gülmeye bırakıyor. Sevimli kişiliği, otoriteye baş kaldırış biçimi romanın her satırına yansıyor. Aslında yazarın bize söylediği kadar ahmak olmadığı izlenimi edinmemizi sağlıyor.
Şvayk’ın bir özelliği, meyhanelerde tanıştığı kişilerle şarap içerken yaptığı sohbetlerde, konu ne olursa olsun, araya hiç alakasız öyküler sokmak, bu öyküler bazen gerçekten konuyla hiçbir bağlantısı olmayan saçmalıklar ama arada bir Şvayk’ın anlattıklarından ders çıkarmak da mümkün. Bir konudan diğerine, arada hiç bağlantı olmadan, atlamakta çok usta.
Aynı Şvayk’ın karakteri gibi roman da bir sürü alakasız öyküden oluşuyor. Bunların hepsi çok sevimli ve iyi anlatıldıkları için romanın bütünlüğünü asla bozmuyor, kurgunun olumsuz bir yanı olarak değil, yapısal karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Roman boyunca Şvayk’ın olduğu yerde, olayların normal seyrinde gelişmesi olanaksız görünüyor, konuya müdahale ediş biçimi hep olaylara yön veriyor.
Yaroslav Haşek’in romanın başında yer alan öndeyişi “büyük dönemler, büyük insanlar yaratır” sözleriyle başlıyor ama hemen ardından anlatılan kişinin gösterişsiz, sıradan bir adam olduğu söyleniyor. Anlıyoruz ki Şvayk’ın davranışları tarihsel önem taşımıyor, politik bir başkaldırı söz konusu değil, çünkü Şvayk belirgin bir eylemde bulunmuyor, bütün bunlara rağmen Şvayk’ın hayatta kalma yöntemi, okurun otoriteyi sorgulamasına neden oluyor. Olayların akışında Şvayk’ın karşısına çıkan akıllı ve çıkarcı otorite sahibi insanların uzun vadede pek başarılı olamadıklarını görmek okuru sevindiriyor.
Adının önünde yer alan “Aslan Asker” tanımına gelince, bu bir yanılsama. Orduda canını feda etmeye hazır askerler için kullanılacak bu tanımlama, Şvayk söz konusu olduğunda tam bir ironi taşıyor, gözünü kırpmadan ölmeye hazır asker değil, tam tersine hayatta kalabilmek için savaş veren biri Şvayk. Sonunda ahmaklığı onun elindeki tek silahı, bu silahı isteyerek ya da istemeyerek kullandığını görmek ise romanı trajikomik kılıyor.
Kafka ve Haşek
Kitabın başında çevirmen Celâl Üster’in, yazar Yaroslav Haşek ile ilgili çok güzel bir yazısı yer alıyor. Burada Üster, Franz Kafka ile Haşek’i karşılaştırmış. Aynı yıllarda Prag’da yaşamış olan iki yazarın öncellikle ne denli farklı yapılara sahip olduklarını, sadece yazı söylemlerinin farklılığı değil, neredeyse taban tabana zıt kişiliklerini ele aldıktan sonra çok ilginç bir ortak noktaya değiniyor: “... Kafka’yla Haşek’in yazdıkları, anlattıkları, anlatımları birbirine hiç benzemiyor. Ama gene de, eskiden beri, aralarında açıklanması zor bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. İkisi de aynı yıllarda Prag’da yaşadıklarına göre, birbirlerinden habersiz, belki birkaç kez birbirlerinin yanından geçmişlerdir, diye geçirmişimdir içimden (...) bu iki Praglının yüzyıl başı Orta Avrupa’sındaki toplumsal yaşamın boğuculuğu, katlanılmazlığı, devlet ve bürokrasi aygıtının eziciliği karşısında ortak bir yazgıyı paylaştıklarını duyumsamaktan alamamışımdır kendimi.” Gerçekten de aynı izlenimi ben de edindim, sanki “Dava”nın soyut bürokratları ete kemiğe bürünmüşlerdi Haşek’in romanında.
“Aslan Asker Şvayk”ın alt başlığı Dünya Savaşında Başından Geçenler. Özellikle savaş ve ordu üzerine geliştirdiği düşüncelerle dikkate alınmış bir eser. Fakat romanda bir o kadar da din sömürgeciliği üzerine fikirler yer alıyor: “Dünya savaşının kanlı mezbahaları da rahiplerin kutsamalarından yoksun kılınamazdı kuşkusuz. Dünyanın bütün ordularındaki papazlar, düzenledikleri ayinlerde, ekmeğini yedikleri tarafın zaferi için Tanrı’ya yakardılar.”
Haşek’e göre din adamları sadece taraf tutmaktan, kendi askerleri için dua etmekten dolayı suçlu değillerdi, bir yandan da savaşa neden olan krallar ve yöneticiler kadar kirlenmişlerdi. “Avrupa’nın dört bir yöresinde, insanlar, davar sürüleri gibi mezbahaları boyladılar. Onları cephelere sürenler, yalnızca kasaplığa soyunmuş imparatorlar, krallar, generaller ve ensesi kalınlar değildi. Tüm inançlardan papazlar da, o davar sürülerini bir araya toplayıp kutsadılar.”
“Aslan Asker Şvayk” komik olduğu bölümlerde zekice yazılmış. Özellikle benim çok sevdiğim bölümler, Şvayk’ın grotesk, mide bulandıran küçük öyküleri oldu. Biraz Aziz Nesin’in öykülerini ve karakterlerini, biraz Don Kişot’u düşündürdü ama sanırım Haşek asıl bu romanda Orta Avrupa’nın modern sıradan insanını, herkesin anlayacağı bir dille, Şvayk karakteri ile anlattı.



Aslan Asker Şvayk / Yaroslav Haşek / çev.: Celâl Üster / Can yayınları / 2006 / 2 cilt.

02 Mart 2006

Nefrin Tokyay


TEBRİZ'İN KIŞ GÜNEŞİ



Cellalettin Rumi, yüzlerce yıldır, sadece olağanüstü güzellikteki şiiri ve mistik felsefesi ile değil, yaşam öyküsü ile de ilgi odağı olmuştur. Bugün Afganistan sınırları içinde yer alan Belh kentindeki doğumunun ardından, ailesi Moğolların istilasından kurtulmak için Anadolu’ya yerleşir, Cellalettin Rumi de, babası Bahaeddin Veled gibi hoca ve yazar olarak saygınlık kazanır.
Bu hafta okuduğum Mevlana’nın yaşamı üzerine kurgulanmış “Tebriz’in Kış Güneşi” adlı roman, büyük şairinin hayatından bir dönemi ve hiç kuşkusuz hayatındaki en önemli ilişkiyi konu etmiş. Yazar Nefrin Tokyay, çok bilinen hikayeler ile daha az bilinenleri karıştırarak sunmuş. Roman bazı tarihi olayları temel almış ama Mevlana’nın hayatını ve felsefesini bilmeyen okur için bilgi aktarmayı hedeflememiş, dağınık öykülerle Mevlana Celalleddin Rumi’nin Şems ile ilişkisi üzerine odaklanmış.
Cellalettin Rumi ve Şems
Tarihçilere göre, 30 Kasım 1244 günü Celaleddin Rumi 37 yaşında iken, Konya sokaklarında gezinen Şems Tebrizi adlı bir derviş ile karşılaşmış ve bu karşılaşma onun yaşamında dönüm noktası olmuştur. Başka bir grup tarihçi ise Şems’i daha önceden Suriye’ye yaptığı seyahatlerde tanıdığını ortaya sürer. Bugün bu iki teoriden hangisi doğru bilemesek de, şüphe duymayacağımız bir şey, Şems ile karşılaşması Celaleddin Rumi için bir uyanış niteliğinde önemlidir: hem şair olarak hem de mistik felsefesini doruğa taşıması açıdan.
Şems geleneksel mistik kuruluşlarla ilgisi olmayan biriydi. Celaleddin Rumi ise dinsel ve politik güce sahip soylu bir aileden geliyordu, o günün koşulları için çok iyi eğitim görmüş, daha çocuk yaşlarda o dönemin büyük düşünürleri (Ferideddin Attar ve Muhyiddin Arabi) ile tanışma fırsatı bulmuştu. Aralarındaki farklara rağmen Şems’in üstün kişiliği hemen dikkatini çekti. Daha sonraki yıllarda Celaleddin, Şems’ten Tanrının ilahi büyüklüğünü ve güzelliğini öğrendiğini söyledi, halbuki ilk bakışta öğrencinin Şems olacağı kesin görünürken, öyle olmamıştı.
Bu ilişki kuşkusuz her ikisini de manevi açıdan besliyordu fakat birbirlerine yakınlıkları önceleri yakın aile çevresini daha sonra da tüm çevreyi rahatsız etmeye başladı. Öğrencilerini ve ailesini bir kenara itmiş olduğu düşüncesi ağırlık kazandı. Çok kişi bu ilişki nedeniyle kırılmıştı Celaleddin Rumi’ye. Çevrenin baskısı arttıkça Şems’in huzuru kaçtı ve sonunda Şubat 1246’da Konya’dan – isteksizce – ayrıldı.
Celaleddin’in bu duruma çok üzüldüğünü gören oğlu Sultan Veled, Suriye’ye giderek Şemsi geri getirdi. Bu geri dönüş çok önemliydi ama çevrenin Şems hakkındaki düşüncesi değişmemişti, gerginlik devam etti ve Konya’ya dönüşünün üzerinden ancak bir yıl geçmişti ki Şems ortadan kayboldu. Daha sonra Şems’in, Celaleddin’in oğullarının bilgisi dahilinde öldürüldüğü ortaya çıktı.
Kış Güneşi
Celaleddin’in hayat hikayesini anlatmak bir yazar için kolay olmasa gerek. İlk başta ulvi bir kişi olması, sıradan bir yaşam gibi anlatmayı olanaksız kılıyor. Fakat bence daha da önemlisi, sonsuz derinliğe sahip İslam mistisizmini anlatmanın zorluğu. Hem kutsal sayılan şeylerden söz ederken dili adileştirmemek hem de anlaşılır kılmak bence hiç kolay değil.
Nefrin Tokyay konunun bu iki tehlikesinden uzak durmayı başarmış romanında. Ne Mevlana’nın hayat hikayesini sıradanlaştıran unsurları koymuş ne de derin felsefesini anlatmaya girişmiş. Mevlana’nın hayat görüşünü, mistisizmi bir bakıma romanın diliyle yerine getirmeye çalışmış. Örneğin “İmad’in ince titrek sesi, hayal kırıklığının hoyrat elinden kayan sırça bir kase gibi duvarlara çarparak parçalandı” “geçmiş zamanların hastalıklı öfkeleri, sıçrayan ince bir cam parçasının açtığı yaradan sızan irin misali akmaya başladı” “Takkeli dağlarının üzerindeki bulut günlerdir kah karanlık bir sesle gümbürdüyor, kah kurşuni suskunluğunda sabırla bekliyordu.”
Nesnelerin canlanıp ruh hallerini dışa vurduğu aslında hoş olabilir ama bu romanda okurun bütünlük duygusunu iyice kaybetmesine neden oluyor. Romanın belki de en büyük sorunu bir sonraki bölümü okumaya teşvik eden, olayları akış içinde sunan bir dokuya sahip olmaması. Karakterler dağınık ve Şems dışında hiç birini tanıtmak için yeterli zaman ayırmıyor. Örneğin romanın başındaki genç nakkaşın öyküsü çok etkileyici başlıyor, Mevlana Celaleddin Rumi’nin resmini yapmak üzere eline aldığı kamışı, onun iradesinden çıkıp başka bir resim yapıyor. Hiç söylenmese de yapılan resmin Şems’in sureti olduğunu anlıyoruz. Bu giriş bölümünde karakterler ince detaylarla anlatıldığı halde onlara roman boyunca bir daha dönülmüyor, ayrıca baştaki bu mucize de bir daha açıklanmıyor.
Roman, başta anlattığı bu hikayeyi aslında temel alıyor. Celaleddin Rumi, Şems’in ölümünden sonra kendi benliğinde Şems’in yaşadığını dile getirmiştir, sevgisiyle tam anlamıyla özdeşleşme yaşadığı için şiirinin sonuna kendi adı yerine Şems’in adını koyar. Oğlu da sonraki yıllarda “kendi içinde bulduğu Şems, ay gibi ışık saçmaktadır” diye yazmıştır.
Romandaki en önemli sorunlardan biri, sürekli yeni karakterler kattığı için bir türlü öyküye odaklanamaması. Ayrıca karakterlerin her seferinde farklı isimlerini kullanmış olması, örneğin Hacib Ali, sonra Kazvinli Ali bir yerde de Yaşlı Kazvinli oluyor. Bir başka örnek önceleri sadece evlatlık kız olarak tanıtılan kişinin elli sayfa sonra adının Kimya olduğu anlaşılıyor. Anlamak için tekrar tekrar okuma gerekiyor. Bir de bunun kadar önemli bir kusur olmasa da, noktalama işaretlerinin bu denli yanlış kullanılmış olması da bir bakıma okumayı güçleştiriyor.



Tebriz’in Kış Güneşi / Nefrin Tokyay / Pan yayınları / 2006 / 160 sayfa.