28 Nisan 2006

Müge İplikçi

CEMRE



Bir kahramana neden yakınlık duyarız? Hollywood filmlerinde, kahraman kötü adamları “haklamadan” önce, mutlaka büyük haksızlığa uğrar ya da fena halde dayak yer. Sonunda uğradığı haksızlıklara karşı direnmesi içimizde sevinç yaratır. Hakarete ya da haksızlığa uğrayan, iftira edilen ile bir çeşit özdeşleştiririz kendimizi.
Masal kahramanları için hissettiğimiz de farklı değildir. Külkedisinin ağır yaşam koşulları, dışlanması, hor görülmesi içimizde acıma hissi uyandırır. Masallar böyle şekillenir içimizde. Haksızlığa uğradığını düşünen çocuk, masallarla avunur.
Bir Masal Kahramanı
Müge İplikçi’nin “Cemre” adlı yeni yayımlanan romanı, büyümeye direnen Yıldız adında bir kız çocuğunu anlatarak başlıyor. Romanın ilk bölümünde ona bir masal anlatılıyor. Masalda görkemli Topkapı Sarayının hareminde cariye olarak yaşayan Nimet adlı bir kızın hikâyesini dinliyor Yıldız. Hiçbir büyük harfin kullanılmadığı masal şöyle anlatılıyor: “kendi kaderine eş birini seveceğine tutmuş şehzadenin ta kendisini sevmiş nimet aldı bedbaht. onu kıskanan öbür cariyeler iftira atmışlar ona. o sıra aynalı kolyesi kayıpmış şehzadenin geleceği gösteren, müstahakına sonsuzluğu ve olanaksızı vaat eden hünkar babasının şam’dan getirdiği sedef işlemeli, aynalı bir kolye. demişler ki tam sırası iftiranın, demişler ki al işte şehzadem geleceğinin aynasını bu çaldı. o nimettir… her derdin belası nimet.” Bu acı iftira karşısında, şehzadenin de iftira inanması üzerine “işte o gün atmış kendini haremin içindeki havuza nimet.” Geride bıraktığı intihar mektubunda “şu üç günlük dünyada beş kuruşluk ayna için beni hırsız tuttular buna yanmam, senin onlara kanmana yanarım şehzadem” diye yazmış.
Roman boyunca eskinin bu masalı hem öyküyü şekillendirir hem de Yıldız’ın hayatını. Farklı yıllarda ve farklı coğrafyalarda Nimet adında genç kızların kaderi hep bu masala bağlanır. Haksızlığa uğrayan genç Nimet’ler, masumiyeti simgelerler. Çok sayıda Nimet çıkar romanda karşımıza (ya da Yıldız’ın karşısına) ve hepsi sonunda doğalarında var olan su ile bütünleşirler.
Su
Müge İplikçi “Cemre”de farklı simgeleri yineleyerek romana bütünlük kazandırmış. Bunların başında, kadın kahramanların çoğunun su cemresinin düştüğü gün doğmaları geliyor. Su, özel bir anlam taşıyor romanda. İlk başta masalda anlatılan Nimet’in kendini haremin küçük havuzunda boğmasıyla su teması giriyor romana. Daha sonra Seine nehrine kendini atan ya da ağabeyi tarafından ölmüş sanılan Nimet’in belediyenin önündeki havuza atılması ya da boğaz sularına cesedi atılan bir başka Nimet’in kıyıya vurması vb… Bu olaylar 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda ya da çok daha önce 70’li yıllarda geçiyor ama hepsinin kaderi aynı, hepsi masumiyeti simgeleyen bu genç kadınlar ölümleri için aynı yolu seçiyorlar. Ayrıca roman boyunca neredeyse hiç durmadan yağmur yağıyor. Yağmur, suyun yansıtıcı özelliği gibi bir ayna oluşturuyor.
Yazar ilk başta anlattığı masaldaki diğer simgeleri de roman içine hep yerleştirmiş. Masalda anlatılan aynalı kolye tüm roman kahramanlarını birbirlerine bağlayan unsurların başında geliyor. Ayrıca aynanın Şam’dan getirtilmiş olması da Suriye’nin ve Şam’ın başka biçimlerde metinde yer almalarına yarıyor. Bu bazen Şam fıstığı, bazen Suriye ile Türkiye’nin politik ilişkileri şeklinde değişiyor ama yazar bir tek hayatı anlatırken, tüm hayatları onun içinde yer alacak şekle sokuyor.
Amca-baba
Romanda anlatılan onca kadın kahramanın öyküsü merkeze yerleştirilmişken, erkek karakterler bir bakıma var ile yok arasında beliriyorlar. Baba figürü genelde, olmayan bir baba yerine konulmuş yedek babalar ya da romanda dendiği gibi amca-babalar. Bu babalar despot değil, çok fazla gereksinim duyulan babanın yerine konmuş kişiler fakat kötü olmamalarına rağmen romandan bir şeylerin eksik olduğu izlenimi ediniyoruz.
Babalar olumsuz anlatılmasa da, erkekler genelde pek olumlu değil roman boyunca. Aslında erkeklerden çok erkekliğin kendini ifade ediş biçiminin altını çiziyor yazar. Töre cinayetlerine, faşizm, gericilik, cinsel ayırımcılık da eklenince anlatılanların sadece kültürel bir boyutta kalmadığını, çok daha derin siyasi bir duruşu simgelediğini anlıyoruz. “Kanlı savaşların anlamsızlıklarına denk düşerdi büyümek. Bir tür pusuydu hayatın genç insanlara kurduğu. Aklın büyümesiydi ruh karşısında. Aklın büyümesi, kısaca, taraf olmak demekti. Taraf olmaksa bedel. Bedel demek dağlara, taşlara, bayırlara, “En büyük biziz,” diye yazmak. Aklın büyümesi ile birlikte gelirdi ölüm, cephe, kutup, eşik, sınır, kan, meni, hırs.”
Diğer Karakterler
“Cemre” yoğun anlatımı olan bir roman. Yer yer, birbirlerine benzer karakterlerden oluştuğu için akıl karıştırıcı olabiliyor. Elbette birçok kadına aynı adı vermesi (Nimet) kurgu içinde çok anlamlı fakat Turunç, Gülperi, Yiğit, Cenk, Hilmi vb. çok sayıda karakter romanın temalarına pek katkıda bulunmadan varlar. Roman ancak bittikten sonra karakterleri yerlerine oturtabiliyor okur.
Okur bazı kilometre taşlarına gereksinim duyar, bu romanda bunlar sayıca az oldukları gibi, karmaşık bir kronoloji ile verildikleri için düzene sokmak hiç kolay değildi. Örneğin Yıldız’ın Nimet’in halası olduğundan roman bittiğinde bile emin olamadım. Diyaloglarında Yıldız’a hala dememesini normal karşılasak bile polisin ilk arayan olmasına neden bu denli şaşırdığını anlamak mümkün değil. “Cemre”de biraz daha belirleyici noktalar olsa, metin daha rahat okunabilirdi. Romanda beni rahatsız eden şey sanırım bazı karakterleri bir yere koyamamak oldu. En zor çözülen sanırım Yılan adam adlı karakterdi. Romanda onun rolünü ve anlamını ben çözemedim.
Romanda çok hoşuma giden şeylerin başında ise, şehir hatları ring otobüste başladığı yere dönen mini yolculuklar boyunca otobüse binen birilerinin anlattığı masallar oldu. İlk masal Yıldız’ın amca-babasına anlatılmış, bir başka öyküyü de Cemre adlı genç kız otobüse bindiğinde Yıldız’a anlatıyor. Sanki hep süren bir otobüs yolculuğu anlatılıyordu. İstanbul’un semtlerinden geçerken hep bir şeyler çağrıştıran, eskiye döndüren hikâyeler doluydu.
Bir de tabii her biri haksızlıklara kurban edilmiş Nimet’ler önemliydi romanda. Ağabeyi tarafından öldürülen genç kız, derin devletin sırlarını dile getiren gazeteci bir diğer kız, kocası tarafından gördüğü şiddet yüzünden korunma misafirhanesine yerleşmiş bir diğeri… bu genç kadınların hep aynı acıyı paylaşan, hep aynı şiddete maruz kalan kadınlar olarak anlatılmış olması, romana gücünü veriyordu.

Cemre / Müge İplikçi / Defne Yayınları / 2006 / 138 sayfa.

21 Nisan 2006

John Banville

DENİZ



Geçen günlerde, bir İngiliz yazarın esprili biçimde “şu İrlandalılara dilimizi zorla öğrettik, şimdi onlar bize öğretiyor” sözlerini okudum. Gerçekten de Sheridan, Wilde, Beckett, Joyce ve Shaw gibi edebiyat tarihinin dev yazarları İngiliz dilinin gelişiminde önemli rol oynamışlardır. İrlandalı yazarlar listesine sanırım son yıllarda gittikçe parlayan John Banville’i de ekleyebiliriz.
Dili en uç noktalara götüren yazarlarına İngiltere’de ve Fransa’da okurlar çok değer verirler. Ülkemizde ise durum neredeyse tam tersini gösterir, yazarlar duyulmamış sözcükler kullandıkları için burada okurlar tarafından ağır eleştirilirler. Türkiye’de durumun farklılığı, dil kullanımı bir bakıma politik ya da dünya görüşü olarak da ele aldığımız için olabilir. Bu konuyu belki başka bir yazıda ele almak üzere şimdilik bir kenara bırakalım ve dili uçlara götürerek kullanan hatta belki zorlayan Banville’e dönelim.
Bellek
John Banville bol ödüllü, olumlu eleştiri almış “Deniz” romanında, eğer insan anımsamak için yeterince çaba gösterirse, neredeyse tüm hayatını tekrar yaşayabilir tezini ortaya atıyor. Benzer bir düşünceyi Albert Camus “Yabancı” romanında dile getirir. İdam edilmeyi bekleyen roman kahramanı, hayalinde belirli bir mutlu günü sonsuza dek tekrarlayabileceğini düşünür.
Gelişmiş bellek sayesinde tarihin ya da bireysel yaşamın bazı dönemlerini hep canlı tutmak mümkündür. Bir dönemi ya da bazı günleri özellikle zihne kaydederiz, özel bir kutlama ya da acılı bir olay, daha az önemli diğer anıları neredeyse silerek zihni ele geçirir. Banville romanında zihnin neleri nasıl anımsadığını anlatıyor.
Hemen akla takılan bir soru: mutlu bir günü hatırlamak, mutluluk getirir mi? Biliriz ki, çoğu kez mutlu bir hatırayı zihinde yeniden oynatmak mutluluk ve neşeden çok, acı ve hüzün verir. Camus gibi Banville de bu romanında, anımsamanın doğasında acı çekmenin yattığını hissettiriyor.
“Deniz,” orta yaşlı sanat tarihçisi Max Morden’in karısının ölümünün ardından çocukluğunu geçirdiği sahil kasabasına dönüşüyle başlıyor. Romanda olaylar iki temel zaman diliminde geçer, Max Morden’in on yaşlarındaki çocukluk günleri ile altmış yaşında hali arasında ani geçişlerle eski ile yeni birbirine bağlanır. Ayrıca iki zaman dilimi, iki kadını ve iki ölümü anlatır, roman da zaten iki bölümden oluşur. Bununla yazar iki ölümü birbirlerinden bağımsız düşünmediğini anlatmak ister gibidir.
Kendini “keyifli merakları ve çok az hırsı olan bir adam” olarak tanıtan Max Morden, yoksul kasabanın, en yoksul evlerinden birinde yaşar. Babası evi terk etmiş, annesi ise sert mizaçlı bir kadındır. Hayatındaki tek eğlence yazları deniz kenarına tatile gelen varlıklı kentlilerdir. Önceleri sadece uzaktan izlemekle yetindiği tatilciler arasında özellikle bir aile onun için çok önemlidir. Hayatının ilk iki aşkını barındıran bu aileye yakınlaşması, sadece kasabalı eski arkadaşlarının değil annesinin de tepkisini çeker, bir anlamda yeni dostlukları yüzünden çevresine sırt dönmek zorunda kalır.
İsimler
Çevirmenler için en zorlayıcı şeylerin başında kuşkusuz kelime oyunlarını aktarmak gelir. Bir dilde çok komik ve anlamlı olan bir şey, çevrildiği dilde aynı zevki vermez. Banville bu tür oyunları çok seven bir yazar. Roman boyunca kullandığı isimler bir şey çağrıştırır gibi. Bazılarını roman içinde yazar açıklamış, bazılarını da çevirmen dipnotlarla netleştirmiş ama bunların ötesinde belli bir anlamı olmayan ama okurun bilinçaltına uyarılarda bulunan isimler de var. Bayan Vavasour ekşi bir tat, roman kahramanı Max Morden ise maksimum ölüm çağrıştıran isimleriyle dikkat çekiyor, ayrıca Grace ailesi de, çocuğun çevresindeki kaba saba ve yoksul insanlarla karşılaştırıldığında doğal olarak zarafet çağrıştırıyorlar.
Dipnotlardan söz açılmışken burada küçük bir parantez açmak gerekir. Bazı kelime oyunlarının çevirmen tarafından açıklanmasını çok yerinde bulsam da, bir romanda dipnotları fazla abartmamak gerektiğine inanıyorum. Bu çeviride Orpheus, Pluto (s.22) gibi mitolojik karakterlerin açıklanması bana çok gereksiz geldi. Ayrıca Vermeer gibi bir ressamı okur bilmiyorsa, kendi araştırmalıdır, kaldı ki çevirmen nasıl Picasso’yu açıklama gereği duymamışsa, Vermeer’i de açıklamamalıydı. Vermeer en basit başvuru kitaplarında kolayca bulunabilecek bir sanatçı. Genel kural olarak romanlarda yazarın açıklamadığını çevirmen açıklamamalı.
İsim konusuna geri dönersek, Banville isimlerdeki gizli anlamların ötesinde karakter benzerliklerini de isimlerle vermiş. Örneğin, Carlo ile Charles roman içinde tamamen farklı karakterler olmalarına rağmen, birkaç kez birinden diğerine atlayan anlatı sayesinde aslında ilk bakışta görülenden daha fazla ortak nokta dikkat çekiyor. Max her iki adamın kızlarına âşık oluyor, ayrıca doğrudan söylenmese de bu iki adama karşı hissettiği yakınlık, aşklarını etkiliyor. Her ikisinin varlıklı olmaları da başka önemli bir nokta ama Max’a tepeden bakmayan erkekler oldukları için neden çekici geldiklerini anlayabiliyoruz.
Sanat
Banville daha önce yazdığı romanlarda da plastik sanatlara gönderme yapan bir yazar fakat “Deniz” bir sanat tarihçisi tarafından anlatıldığı için yazar burada daha derinlemesine sanatla bağlantı kurma olanağı bulmuş. Bu kuşkusuz romanın en güzel yanı. “Hafıza, nesneleri kıpırtısız tutmayı tercih ederek hareketi sevmez; anımsadığım pek çok sahne gibi bunu da bir tablo olarak görüyorum” sözleriyle bu bakışını dile getiriyor. “Kafasını ve sol omzunu eğerek, bir avcunu Rose’un gür saçlarının altında tutup öteki eliyle emaye bir tastan bol miktarda yoğun, gümüşi su dökerek tam Vermeer’in süt ibrikli hizmetçisinin pozunda duruyor.” Yazar bu tür benzetmelerle okurun gözünde canlı portreler yaratmayı başarıyor. “Burnu sola doğru biraz çarpıktır, bu yüzden tam karşıdan bakılınca tıpkı o soyut Picasso portreleri gibi hem cepheden hem de yandan görünüyor gibi gelir” şeklinde kişileri betimlediği bölümlerde de kişinin görsel olarak canlanmasını sağlıyor.
Aslında yazarların bu denli görsel imgeler yaratmaları başka bir sorunu beraberinde getiriyor. Elbiseleri, takıları, elde tutulan kadehleri vb. o denli net anlatıyor ki, eksiklikler daha fazla hissediliyor. Örneğin “boru gibi sımsıkı, askısız bir elbise giymişti” (s.76) daha sonra “beyaz askısının üstüne düşmüş olan şarap damlası…” (s.85) Bir başka yerde de “elindeki kadeh yere düştü; içindekilerin yarısı etrafa saçıldı” dedikten bir paragraf sonra “kadehi elinden alıp dudaklarıma götürdüm” (s.21) okurda şaşkınlık yaratıyor.
“Deniz” kısa olmasına rağmen, çok ağır okunan bir roman. Benzetmeler ve betimlemeler açısından Banville üstün bir yazar olarak görünüyor fakat aynı şeyi kurgu için söylemek hayli zor. İngiltere basınında Banville’in romanı, bir iki eleştiri dışında, aşırı olumlu tepkiler aldı. Çok eleştirmen onu Nabokov ile, hatta bir tanesi Joyce ile karşılaştırdı. Ben korkarım o denli olumlu olamayacağım, objeleri canlı varlıklar gibi anlatması ve doğa betimlemeleri (özellikle de denizi anlattığı bölümler) çok hoşuma gitse de, karakterlerini derin bulmadığım gibi, diyalogları da bazen televizyon dizilerinden çıkma gibi geldi.

Deniz / John Banville / çev.: Hasan Kaya / Can Yayınları / 2006 / 176 sayfa.

07 Nisan 2006

Tahsin Yücel

GÖSTERGELER



Okumanın zihni beslediği söylenir. Ben gerçek anlamda beslendiğimi roman ya da öykü okurken değil, edebiyat üzerine denemeler okurken hissediyorum. Bu tür denemeler, sadece edebiyat eleştirmeninin değil, kuşkusuz her okurun romana bakışını zenginleştiriyor.
Tahsin Yücel “Göstergeler” adlı yeni yayımlanan kitabında, günümüz için çok önemli konuları ele almış. Edebiyat örneklerinin yanı sıra, gündelik yaşamdan da ilginç kesitler verdiği için, hem genel anlamda yaşam üzerine hem de daha sınırlı olarak edebiyat üzerine fikirlerini sunma ortamı yaratmış.
Tekbiçimlilik
Tahsin Yücel’in “Göstergeler”de ele aldığı konulardan biri, belki de günümüzü en iyi tanımlayan, tekbiçimlilik. Küreselleşmenin üzerimize dayattığı tekbiçimliliği yazar ironiyle ele almış: “Belirli izlencelerin günleri, saatleri bile aynı. Elinizde uzaktan-kumanda, bir kanaldan bir başka kanala, dolayısıyla bir izlenceden başka bir izlenceye geçtiğinizi sanırken, aynı çöpçatanlık izlencesinin bir değişkesinden başka bir değişkesine, aynı türkü yarışmasının bir evresinden başka bir evresine geçiyorsunuz, üstelik yalnızca sunucu bayanlar değil, konuklar da görünüşlerinden dillerine kadar hep birbirlerinin aynı. (…) (k)üreselleşen dünyamız da tekbiçimliliğin, dolayısıyla kendi kişiliğinden kopmanın, dolayısıyla yabancılaşmanın mutlu bilinçsizliğine erişiyorlar.”
Yücel’in bu satırlarını okuduğum günlerde bir yandan da Paul Ricoeur’ün 1961 yılında yayımlanan “Evrenselleşme ve Ulusal Kültür” başlıklı makalesini okuyordum. Evrenselleşme Ricoeur’a göre, insanlık için bir gelişme olarak görülebileceği gibi, aslında bir yıkımın hazırlığını da beraberinde getiriyordu. Ünlü filozof insanlığın ahlâkî ve tarihsel olarak yaşamsal çekirdeğini oluşturduğunu düşündüğü kültürel zenginliğe bakarken, değerlerin hızla kaybedildiği görüşünü dile getiriyordu. Ricoeur’ün tahminleri, Yücel’in gözlemleri ile öylesine örtüşüyor ki, iki yazarın bakışındaki berraklık, yaşadıkları çağı bunca iyi görmeleri, sarsıcıydı.
İçinde bulunduğumuz yer ve zamanı nesnel biçimde görmek hiç kolay değildir, bunu yapabilen düşünürler bize, bir bakıma dünyamızı tanıtırlar. “Göstergeler”i okurken, bugün bir kültürün ifadesi olarak ne bir objeye ne de bir yapıya bakma şansımızın kalmadığını görmeden edemedim. Eski çağlarda her yörenin kendine özgülüğü vardı. Örneğin Paris’te bulabileceğiniz bir ayçöreğini, dünyanın başka bir yerinde bulmanız olası değildi, oysa bugün, Fransız usulünde pişirilmiş croissant, Tokyo, Buenos Aires ya da Adapazarı’nda üzerinde “Bakery” yazan bir dükkânın içinde karşınıza çıkabilir. Bu yeni durum, bazılarınca Adapazarı’nın ne kadar gelişmiş bir kent olduğunu kanıtlamak için örnek olarak verilse de, aslında Tahsin Yücel’in dediği gibi, “aynı tekbiçimlilik, aynı düzeysizlik” örneği olarak da görülebilir. Küreselleşen dünyamızda artık saf bir arayış tamamen gerçek dışı kalmakta ve tanımlanabilir basit kültürel, cinsel, politik, ekonomik ve etnik bağlardan kopuk hayatlar sunmaktadır.
Her yerde aynı şeylerin bulunması örneğinden yola çıkan Ricoeur’e göre, asıl trajedi, aynılaşmanın özgünlüğü tamamen yitirmeye neden olması. Adapazarı’nda croissant bulmak, bir zaman sonra yörenin özelliği sayılan türlerin yok olmasını beraberinde getirecektir (hatta çoktan getirmiştir.) Olmayan yeni bir şeyi bulmak diye başlayan küreselleşme, kısa zamanda özgün ve yaratıcı olanı yitirmeyi beraberinde getiriyor.
Söz Düzlemleri
“Göstergeler”de önemli yer tutan konulardan biri de dil kullanımları. “Yazından anlamak, yazınsal evrenlerin ve yazınsal biçemlerin sonsuzluğunu kesinlemekle başlar” sözleriyle elbette her yazınsal biçimin aynı değerde olduğunu söylemiyor yazar, aksine değerlendirmede kullanılacak ölçütlerin neler olduğunu açıklıyor. Bu bölümde ilginç örnekler yer alıyor, resmi bir raporun ya da bir başvuruya eşlik eden özgeçmişin dili nasıl olmalıdır sorusuna yanıttan çok, bu farklı kullanımların göstergelerine değiniyor.
Dil, bize doğrudan bilgi verdiği gibi, bir de metni yazan kişi hakkında bilgi verir. Kullanılan sözcükler, deyimler, yazarın dünya görüşünü, politik duruşunu hatta satır aralarında kendisi hakkında bilgiler sızdırabilir. Bu konu sadece metin incelemeleri yapan bilim adamlarını değil, her okuru ilgilendirir.
Köşemenler
Denemelerde benim en hoşuma giden bölümlerden biri gazete köşe yazarları ile ilgili düşüncelerini yazdığı yerler oldu. Sanırım basın, ülkemizde en kötü işleyen sektörlerin başında geliyor, bu yüzden bu konuda eleştiriler özellikle dikkate alınmalı.
Bir başka önemli bölüm de “otomobil ve insanbiçimsellik” başlığını taşıyor. Yazar “Kumru ile Kumru” (Can Yayınları, 2005) romanında tüketim çılgınlığını ve eşyanın yaşama hükmeden boyutunu anlatıyordu. Bu denemesinde adeta “Kumru ile Kumru”nun yazılış sürecindeki düşüncelerine götürüyor bizi, romanı hangi düşüncelerle temellendirdiğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Markaların insanbiçimselleşmesi ve işlevleri ötesinde anlam kazanmaları, çağımızın başlıca sorunlarından biri; reklâmın bilgi, markanın da kişilik sanıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
“Göstergeler” sadece günümüz sorunlarını tanımlamıyor, kitabın bir diğer yarısı da edebiyat tutkunlarının yararlanacağı bölümlerden oluşuyor. Türk masalları, söz töreleri, dilsel ifadelerin efsanelerdeki gücü, destanlar, Yaşar Kemal’in destandan roman geçişi, Melih Cevdet Anday şiirinde uzam ve zaman gibi birbirinden güzel bölümler yer alıyor. Bu bölümler Tahsin Yücel’in, Türk edebiyatı üzerine düşünen en derinlikli yazarlarımızdan biri olduğunun kanıtı.

YAZIN SANATI – CUMHURIYET KİTAP EKİ #842
6 Nisan 2006


Göstergeler / Tahsin Yücel /Can yayınları / 2006 / 190 sayfa.