23 Ocak 2011

Paul Auster "Sunset Park"



Savaştan evine dönen -- bazen yaralı, bazen umutsuz -- erkeğin hikayesi, Odysseus’tan beri sayısız kereler anlatılmıştır. Paul Auster son romanı “Sunset Park”ta Odysseus’a ve daha birçok kahramana gönderme yaparak bir eve dönüş hikayesi anlatıyor.

Roman kahramanı, Miles adında bir genç adam. Çocukluğunda iyi bir öğrenci, yetenekli bir sporcu, zeki, aklı başında ve göründüğü kadarıyla mutlu bir çocuktur Miles. Hollywood yıldızı olmayı aklına koymuş oyuncu annesi ile babası, o daha bebekken boşanırlar; üvey annesi ve onun oğluyla birlikte büyür. Evdeki ortam sakindir. Üvey annesi üniversitede hoca, babası da isim yapmış bir yayınevinin sahibidir. New York’un şık bir mahallesinde otururlar, çocuklar iyi okullarda eğitim görür, ve akşam yemeklerinde masada edebiyat konuşulur. Tek sorun, aralarında sadece birkaç yaş fark olan iki üvey kardeşin kavga etmeleridir. Aslında birlikte eğlendikleri de olur, her ailede olabilecek bir sürtüşmeden öte değildir anlaşmazlıklar. Ancak bu üst orta sınıf entelektüel ailenin başına büyük bir trajedi gelir, Miles’ın üvey ağabeyi korkunç bir kazada ölür. Artık evdeki tüm dengeler değişmiş, hiçbir şey eskisi gibi değildir. Lise öğrencisi Miles önce yanlış arkadaşlarla takılır, sonra içmeye başlar; sonunda geride birkaç satırlık bir not bırakıp evi terk eder.

Terk ediş, yedi yıl süren gönüllü bir sürgüne dönüşür. Evinden uzak olduğu yıllar içinde Miles garip işlerde çalışır; sonuncu işi, kredi borçlarını ödeyemeyen, mallarına el konulmuş insanların evlerini boşaltmaktır. Bu arada parkta kitap okurken aynı kitabı, “Muhteşem Gatsby”i, okuyan bir kızla tanışır. Kız zeki ve güzeldir, Miles ile birbirlerine aşık olurlar. Kendi “geleceğiyle ilgili hiçbir hırsı olmayan, ayrıcalıklı eski yaşamının göz boyayan yularlarına tekme vurup üniversiteyi bırakan bu genç adam, şimdi kızın geleceği için hırslı” olmayı kendine görev bilir. Bu ilişkideki en önemli kusur, kızın daha on sekiz yaşına basmamış olmasıdır.

Paul Auster, büyük bir bölümü 2008 yılında geçen “Sunset Park”ın motiflerinden biri olarak ekonomik krizi kullanıyor. Miles sevgilisinin yaşı yüzünden başının belaya gireceğini anlayınca, kız on sekiz yaşına girince dek ondan uzakta olması gerektiğini düşünerek New York’a dönüyor. Boş bir evi işgal eden arkadaşı ile birlikte dört genç evi paylaşıyorlar. Ev, Sunset Park denilen bir mahallede yer alıyor. Yıllardır kimsenin oturmadığı, yer yer yıkılmış evde belediyenin dikkatini çekmemeye çalışarak kaçak oturuyorlar. Miles’ın ev arkadaşları, biri ressam, diğeri doktora öğrencisi iki genç kadın ile “kırık eşyalar hastanesi” adlı bir dükkanda eski daktilo ve telefonları tamir eden amatör bir müzisyenden oluşuyor. Bu genç insanların hiç birinin kira veremeyecek denli yoksul oluşları yine ekonomik krize dikkat çeken bir unsur olarak yer alıyor romanda.

Paul Auster dokuma tekniğini büyük bir beceriyle kullanır. “Sunset Park”ta da Amerikan sinemasının klasiklerinden “Hayatımızın En Güzel Yılları”nı ve Samuel Beckett’in “Mutlu Günler” oyununu romanın temaları içine yerleştirmiş. İlk dikkat çeken, bu eserlerin başlıklarındaki ironi oluyor, “Hayatımızın En Güzel Yılları” 2. Dünya savaşından dönen, biri kollarını kaybetmiş üç askerin evlerine ve geçmiş hayatlarına adapte olamayışlarını anlatır; yani, büyük olasılıkla yaşadıkları, hayatlarının en berbat yılıdır. Beckett’in “Mutlu Günler” adlı oyunu da hiç durmadan boş konuşan, bedeni kuma gömülmüş bir kadını anlatır. Auster tam da örnek aldığı bu iki eser gibi romanına “Sunset Park” adını vermiş, oysa Sunset Park, ne romantik bir güneş batışıyla, ne de herhangi bir parkla ilişkisi olmayan, şehrin en yoksul mahallelerinden birinin adıdır, ayrıca evin karşısında park değil, dev bir mezarlık vardır.

“Sunset Park” Auster’in diğer romanları gibi yine çok sayıda dokuma teknikleri ile dolu. Çok sayıda roman, piyes ve filme göndermeler yaparak, romanın nasıl okunmasını istediğini en dolaysız yollarla okura gösteriyor. Buna en basit örnek, “Bülbülü Öldürmek” romanıyla ilgili bir bölümde dile getiriliyor. Roman içinde roman tekniğini kullandığı satırlarda şöyle diyor roman kahramanı: “anafikir yaraların yaşamın gerekli bir parçası olduğu (...) ve herhangi bir şekilde yaralanmadıkça erkek olanamayacağı.” Burada Auster roman kahramanlarına başka bir romanı analiz ettirirken aslında okurun görmesini istediği ana temayı ortaya koyuyor. (Aslında ortaya koyduğunu söylemek hafif kalır, galiba okurun gözüne soktuğunu söyleyebiliriz.) Aynı şekilde “Hayatımızın En Güzel Yılları” filmini de Miles’ın eve yaralı ve de savaşını vermiş, olgunluğa ulaşmış bir erkek olarak döndüğünü anlamamız için kullanır. Auster böyle yaparak bence okura hayal kuracağı ya da düşüneceği alanı kısıtlamış oluyor. Roman boyunca kullanılan allame anlatıcı (her karakterin aklından geçenleri, geçmiş ve geleceği bilen anlatıcı için kullanılan bir deyim) çok kereler okura ne hissetmesi gerektiğini de söylüyor. Örneğin, Miles ve kızarkadaşının ilişkisinden bahsederken “aşk hayatları çok zengin, çok doyurucu ve bir süre sonra etkisini yitirecek bir görünmeyen kusursuz bir erotik beraberlik” olarak tanımlanıyor. Roman boyunca her roman karakterinin özetini vererek ve okura ne düşünmesi gerektiğini söyleyerek gereksiz bir basitleştirmeye neden oluyor. Karakterler hakkında bilinebilecek herşeyi öğrendiğimiz halde, onlara kendimizi yakın hissetmiyoruz. Ayrıca yan karakterler konunun merkezinden uzak duruyorlar, tatminsiz hayatları olan, boşlukta bir nesli anlatıyor onlar aracılığıyla Auster. 80’li yıllarda doğmuş bu nesli anlatırken, onları bir önceki nesillerle özellikle de “Hayatımızın En Güzel Yılları” filminin kahramanlarıyla karşılaştırıyor: “...bu suskun erkekler kuşağını, büyük bunalım dönemini yaşamış, büyüyüp savaşa gitmiş çocukları düşünürken, geçmişe dönmek istemedikleri, konuşmaktan kaçındıkları için onları suçlamıyor; ama henüz konuşacak fazla bir deneyimi, birikimi olmayan kendi kuşağının çenesi kapanmayan ya da her fırsatta kendinden söz eden, her konuda fikir sahibi olan, sabahtan akşama ağzından sözcükler saçan erkekleri ortaya çıkarmış olmasını tutarsız buluyor.”

Sonuçta Sunset Park yazı atölyelerinde örnek olarak kullanılacak dokuma teknikleriyle örülmüş bir roman, ayrıca çevirisi de çok iyi, buna rağmen kuru ve geride tat bırakmayan bir roman olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz. Yönlerini şaşırmış kahramanların ve absürd iç hesaplaşmaların yazarı olarak bizi güldüren, New York Üçlemesi’yle bir şehrin katmanlarının ne denli zevkli anlatılabileceğini gösteren, o sevdiğimiz Paul Auster, bu romanında (ve son yıllarda yazdığı diğer romanlarıyla da) çıkış noktasındaki derinliği yitirdiğini gösteriyor.

SUNSET PARK

Paul Auster

Çeviri: Seçkin Selvi

Can Yayınları, 2011

273 sayfa.

(Bu yazı Radikal Kitap ekinde 15 ocak 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)


John Burnside "Şeytanın Ayak İzleri"


KASABANIN ŞEYTANI

Bazı roman girişleri öylesine etkileyici bir güce sahiptir ki, adeta kitaba yapıştığınızı hissedersiniz. Bu hafta okuduğum John Burnside’ın “Şeytanın Ayak İzleri” aynen böylesi yapıştırıcı güce sahip romanlardan. Giriş bölümü katlanarak açılan, kendini soyarak ele veren bir anlatıyla yakalıyor okuru, gerçi bu gerilimi romanın sonuna kadar sürdürdüğü söylenemez, yine de iyi bir açılışla okurun ilgisini garantiliyor.

“Şeytanın Ayak İzleri”nin anlatıcı-kahramanı Michael, İskoçya’nın küçük bir sahil kasabasında yeterli aile varlığına sahip olduğu için çalışması gerekmeyen, otuzlu yaşlarda bir adamdır. Kasabada pek dostu yoktur ve mutsuz evliliği çökmek üzeredir fakat bunu dert etmez çünkü yalnızlığı seven biridir Michael. Romanın ilk satırı korkunç bir gazete haberi ile açılır: kadının biri, üç ve dört yaşlarındaki iki çocuğunu öldürüp ardından intihar etmiştir. Micheal bu haberi ilk okuduğunda fark etmez ama haberin resimlerini görünce bu dehşet verici olayı yapan kişinin lise yıllarında çıktığı bir kız olduğunu anlar.

Romandaki sürprizleri bozmamak adına konuyu genellemelerle ele almak gerek. Micheal’ın dünyasında herşey birbiriyle bağlantılıdır. Hastalıklı zihni bağlantılar kurar ayrıca bu bağlantılar bir bakıma kurguyu dallandıran, nehirler gibi kollara ayıran unsur gibi işler romanın içinde. Tam bize çocuklarını öldürüp intihar eden kadının hikayesine anlatacak sandığımızda başka sırlar çıkar ortaya, başka sırlar içinde de kasabanın karanlık gizemleri ortaya dökülmeye başlar. Çağlar önce, İskoçya’nın Hıristiyanlık öncesi pagan döneminde, karlı bir kış günü şeytanın ta kendisi kasabayı ziyaret etmiştir. Michael’a göre kasabadaki kötülüklerin en akla yatkın açıklamasıdır.

Otobiyografik Açıklamalar

John Burnside daha önce okuduğum bir yazar değildi, zaten “Şeytanın Ayak İzleri” Türkçe yayımlanan ilk kitabı fakat yazarın geçtiğimiz yıllarda çok yankı uyandıran “A Lie About My Father” (Babam Hakkında Bir Yalan) adındaki otobiyografik kitabını duymuş ve hakkında birkaç yazı okumuştum. Burnside, dengesiz ve ilgisiz babasını, çocukluğunda maruz kaldığı şiddeti, çevresindeki zorbalığı, ihmalkâr yetişkinleri anlatıyordu bu kitabında. “Şeytanın Ayak İzleri”ni okurken bu bağlantıları yapmak, yazarın nasıl bir çocukluk geçirdiğini bilerek romanı okumak, benim gözümde konuya farklı bir aydınlık getirdi. Yazarın anı formunu kullanışı, geçmişi suçluluk ve günah yükleriyle görmesi boşuna değildi. Ayrıca küçük kasaba insanlarının ne denli dedikoducu ve gaddar olabileceklerini anlatması, çevreye olan güvensizliği de daha anlaşılır kılıyordu. Sanırım romandaki kahramanın çocukluğunu, işlediği suçları ve onların altında ezilmiş bir yetişkinlik geçirmesini, yazarın ve yazarın babasının hayat hikâyesiyle bağlayan noktalar oldukça fazla. Bunları bilmek romanı anlamak için gerekli değil elbette ama nasıl bu denli inandırıcı olduğunu anlamak için önemli.

“Şeytanın Ayak İzleri”nde kahramanımız Michael’ın hayatın anlamını sorguladığını duyarız. Fazla bir anlamı olmadığını düşündüğü hayatta onu yaşama bağlayan öğeler çok azdır. Eve temizliğe gelen dedikoducu Bayan K., sohbet etmeyi sevdiği tek kişidir. Başka dostu olmadığı gibi, karısının dostlarından da hiç hoşlanmaz. Karısı yemeğe dostlarını davet ettiğinde mazeretler uydurup ortamdan uzaklaşmaya çalışır, sırf bu yüzden sigara içmeye başlar, bahçeye çıkıp kendi başına kalmak ona daha ilginç gelir. Bu yalnızlık içinde zihninde düşünceler hareketlenmeye başlar. Bunlar sağlıklı ya da üretken düşünceler değildir, aksine ruhsal dengesinin bozukluğuna işaret eden zihinsel aktivitelerdir. Roman bir noktada psikolojik bir gerilim romanına dönüşür.

Aslında John Burnside gibi sanatçıların eserlerini sınıflandırmak çok zordur. Gerilim, cinayet ve kanun kaçağının yol macerası, yazarın yazınsal seçimidir, bir türe bağlı kalmasını gerektiren klişeler kullanmadan edebi formlar arasında gezinir. “Şeytanın Ayak İzleri”nde yazar, edebiyat tarihini iyi bildiğini gösteriyor, bazı teknikleri kuru şekillerde değil, tamamen kendine has yöntemlerle kullanmış olması romana ayrıcalıklı bir tat vermiş. Romanın ilk yarısı, daha doğrusu kahraman kanun kaçağı olarak yollara düşmeden öncesine kadar, kurgu eşsiz bir gerilim ivme kazanıyor. Anlatı geçmiş yıllara ve kahramanın çocukluğuna döndüğü satırlarda bugünün gizemlerini çözecek anahtarların o günlerde saklı olduğunu görüyoruz, bu sayede bugünle birlikte geçmişin de çözülmesini bekliyoruz.

Romanın belki tek eksikliği geçmişteki çözümsüzlükleri bugüne taşıyamamasında yatıyor. Baba-oğul ilişkisinin, komşularla yaşanan gerilimin, çocuk cinayetlerinin, babasının geçmişindeki suçluluk duygusunun, dayısının işkenceden ölmesinin ve daha bir çok hikayenin aydınlanmasını boşuna bekliyoruz. Roman adeta her geçen gün daha karmaşık bir düğümle bağlanan, hiçbir çözüm umudu olmayan bir gelecekten başka bir şey vaat etmiyor. Belki Michael’in kabul edişindeki edilgenlik okuru biraz rahatsız ediyor, fakat sonunda çocukluğundan başlayarak yaşadığı hiç bir sorunun çözülmediği, hiç bir hatanın düzeltilmediği, hiç bir suçun cezasının çekilmediği bir hayat sunuyor roman. Bu kuşkusuz yazarın seçimi ancak Michael’in dramatik bir değişim yaşaması inandırıcı olmuyor.

John Burnside yetenekli ve kendine has serinkanlı bir anlatısı olan bir yazar; “Şeytanın Ayak İzleri” de, farklı bir anlatısı olan ilginç bir karanlık roman.

ŞEYTANIN AYAK İZLERİ

John Burnside

Çeviren: Tankut Aykut

Yapı Kredi Yayınları, 2011

187 sayfa.


(Bu yazı Radikal Kitap'ta 21 Ocak 2011 tarihinde yayımlandı.)

Yazarın resmi: Norman McBeath

Cemil Kavukçu "DüşKaçıran"

Mutsuzluktan Kaçabilmek

Bir insan hayatın gidişatından memnun değilse ve herşeyi geride bırakmak istiyorsa, nereye kaçabilir? Mümkün müdür mutsuzluktan kaçabilmek? Cemil Kavukçu’nun yeni kitabı Düşkaçıran’ı okurken bunun gibi bir sürü soru yağdı aklıma. Bir sahil kasabasında yeni bir hayata başlamak, kaçmak mıdır? Yoksa bir kişiden kaçarken, insan hayattan mı kaçar? “Kaçan”, “Kovalayan” ve “Yakalanan” başlıkları altında üç bölümde toplanmış öyküler, kaçmanın çeşitli anlamları üzerinde düşünmeye itiyor okuru.

Kitaptaki birinci öykü, “İki Nokta Üst Üste,” bir ayrılık hikayesi anlatarak başlıyor. Kadın, bir türlü kurtulamadığı eski sevgilisine ayrılma kararının kesinliğini anlatmak üzere buluşmaya gidiyor. Daha kadın birşey söylemeye fırsat bulmadan, adam İstanbul’dan gideceğini açıklayarak kadını şaşırtıyor; bir anda roller değişiyor, ağlayıp yalvarması beklenen adam yerine, bu habere üzülen kadın ağlayan oluyor. İlk öyküde yer alan bu tersine dönüş, kitaptaki diğer öyküler için de belirleyici bir durum yaratıyor. Kaçmak ya da tutsaklık, kovalamak ya da yakalanmak, birbirlerine dönüşüyorlar.

Roman Kurgusunda Öyküler

Bazı öykü kitapları, bağımsız öyküler yerine birbirlerine gizli biçimlerde bağlı öykülerden oluşur; böyle olunca okur, sanki bir roman okuyormuşcasına kurgunun bütünlüğüne odaklanır. Belki öykü yazarının istediği bu değildir, bir roman gibi okunması için yazmamıştır öyküleri; büyük olasılıkla öyküleri birbirine bağlamasındaki neden, serbest çağrışımlarla anlatıyı zenginleştirmektir. Cemil Kavukçu, farklı öyküler içinde karşımıza aynı karakterleri çıkararak bunu yapar. Bazen de farklı karakterlerin benzer yalnızlıklarını, terk edilmişliklerini ve tutsaklıklarını ortak bir nokta olarak görmemizi sağlar. Bir öykünün kahramanı, bir başka öyküde sadece bir sahnede görünür ama biz onun varlığıyla tanıdık bir ortam içine çekilmişizdir bile. İmgeler adeta düğüm görevi görüp karakterleri ve hikayeleri birbirlerine bağlarlar. Altı öyküden oluşan “Kaçan” adlı ilk bölümde yaralı bir adamın kaçış öykülerini okuruz. İkinci “Kovalayan” bölümünde Madenci adlı bir gezginin masal tadında öyküleri yer alıyor. Madenci’nin gezginliği altında bir kaçış öyküsü yattığını hayal etmeden olmuyor, ama onun öyküsü bir kaçıştan kovalamacayı dönüşüyor: “’Sen aslında serüveni seviyorsun ama bir şeyden de kaçıyorsun,’ demişti. Yanılıyordu. ‘Yanılıyorsun,’ dedim, ‘ben kaçmıyor, kovalıyorum. Kaçan, sığınacak bir liman aradığı için teslimiyetçidir ve yaşamı ıskalar.’ Gözlerini kısıp yüzüme bakmıştı. ‘Yalnız kovalamıyor, arıyorsun da.’”

Kitap içindeki öyküler bazen konularıyla, bazen karakterleriyle bağlanıyorlar ama bunların hiç biri olmadığında kaçmak bağlayıcı düğümü oluşturuyor. Düşkaçıran tam da bu sayede roman tadında okunan bir kitap. Bir önceki öyküde yer alan bir söz, başka formda karşımıza çıktığında doğal çağrışımlara neden oluyor. Bir önceki öyküyü de adeta beraberinde getiriyor.

Hayvanlar

Öykülerin ortak imgelerinden biri de hayvanlar. Kavukçu neredeyse her öyküye farklı bir hayvan imgesi yerleştirmiş. Doç isimli bir köpeğin anlatıldığı öyküyü okurken yıllar önce okuduğum bir haiku geldi aklıma. Bir havuzda yüzen “neşeli” bir balığı anlatıyordu haiku. Aslında elbette neşeli olan balık değildi, onu izleyen insanın, kendi ruh halinin balıkta yansımasını görmesiydi. “Doç” öyküsünde de aynı neşeli balık gibi, kırgın ve yalnız sahibinin tüm ruh hallerini anlatan bir varlığa dönüşüyor köpek. Kavukçu’nun öykülerinde bir Zen ruhu bulmam, bu “Doç” öyküsüyle başladı. Onun karakterleri, yaşadıkları evlerle, çevredeki bitkilerle ve özellikle de hayvanlarla bütünleşen, kendi benliklerini başka varlıklarda tanıyan kişiler. “Horoz sesiyle uyandım. Ama asıl gürültüyü yapan kargalardı. Arka bahçede ve bahçenin dışındaki ağaçlarda gagalaşıp şakalaşıyor olmalıydılar. Sevinçliydiler, çünkü gece bitmişti.” Bir başka öyküde köpek “...uyuyormuş gibi yatıyor. Nasıl yorgun, nasıl küskün” ifadeleri yine hayvandan çok onu sahiplenen kişiyi tanımlıyorlar.

Yazarın hayvan-insan bütünleştirmesini en çok “Ürkek Böcek” ve “Gelintavuk” öykülerinde hissediyoruz, ama bütün öykülerdeki hayvan imgesinin önemini “Madenci” berraklaştırıyor. Bu öyküde her koyunun sahibi tarafından bilinmesi, yüzlerce koyun arasında her birinin tekliği konusunu işliyor yazar. “Köylülerden birine, ‘Bunlar birbirine karışmıyor mu?’ dedim. Yüzüme şaşkınlıkla baktı, ‘Niye karışsın ki?’ dedi. (...) Ama arada otlakta unutulan, kaybolanlar da oluyormuş. Onun da başına gelmiş. Bir akşam ağıla döndüklerinde bakmış, bir koyun eksik. ‘Her akşam sayarak mı ağıla sokarsın koyunları?’ dedim. ‘Yoo,’ dedi, ‘hiç saymam ki... onu göremedim. Göremeyince de eksik olduğunu anladım.’ Bu kez şaşırma sırası bendeydi, ‘Nasıl yani,’ dedim, ‘sen bütün koyunları tanır mısın?’ ‘Tanırım tabii, herkes koyunlarını tanır.’” Kavukçu’nun öykülerinde doğa ve hayvanların insanın yalnızlığının simgesi haline geliyorlar. “Boynuz Bıyıklı Baba” adlı öyküde güvercinler, “Düşkaçıran”da inekler, “Bir Yılbaşı Öyküsü”nde kirpiler, hep öykülerin en can alıcı motiflerinde yer alıyorlar.

Hayvanlardan çok söz ettik ama aslında Kavukçu’nun ana teması, başlıklardan da anlaşılacağı gibi kaçmak, kovalamak ve yakalanmak (belki bu sözcükler de av-avcı akla getirerek hayvan-insan ilişkisine bağlanabilir.) Kaçış, genelde insandan ve toplumdan kaçış; sığınılan yer, doğal ortamda hayvan ve yabani insanlar arasına gidiş; kaçılan kişi ise genelde bir kadın. Aslında belki sevilen ve özlenen ama aynı zamanda acı veren bir kadın. Öykülerde en çok hissedilen kahramanın yalnızlığı. Cemil Kavukçu’nun öyküleri okura çok şey yaşatan, çok şey düşündüren öyküler. Çizilen insan portreleri kırılgan ve çok inandırıcı. Tema altında toplanmış izlenimi verdiği için öykülerden özellikle hoşlandığımı söylemeliyim.

akafaoglu@yahoo.com

DÜŞKAÇIRAN

Cemil Kavukçu

Can Yayınları, 2011


(Bu yazı Radikal Gazetesi Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

08 Ocak 2011

Stephen Greenblatt "Shakespeare Olmak"


SHAKESPEARE OLMAK ya da OLMAMAK

William Shakespeare’in doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Stratford-upon-Avon’un sokaklarında gezerken, evlere ve insanlara bakıp düşünüyordum, o zamanlar nüfusu iki bini geçmeyen bu küçük kasabada doğan bir çocuk acaba nelerden etkilendi de insanlığın gördüğü en büyük şairlerden biri olabildi? Sıradan bir kasaba bu akıl almaz üstün yeteneği yaratacak özelliğe sahip miydi? Galiba Shakespeare’in derinliğini anlamak için, bir nebze onu anlamaya gereksinim duyuyoruz, bunun için de hayatını anlamak ve tanımak istiyoruz. Ne yazık ki ne yazdığı bir mektup ne de tuttuğu bir günce kalmış günümüze, belki de bu yüzden merakımız iyice kamçılanıyor. Sonunda çoğumuz “Aşık Shakespeare” filminin senaryo yazarları Marc Norman ve Tom Stoppard gibi eserlerindeki kahramanların izinde onu aramaya başlıyoruz. Günümüzün en saygın Shakespeare uzmanlarından, Harvard Üniversitesinin ünlü edebiyat hocası Stephen Greenblatt, Shakespeare’in hayatını anlatmak için aynı yola başvurmuş. Shakespeare Olmak adlı biyografik denemede Shakespeare’in hayatını adeta eserlerinin içinde aramaya girişmiş.

Edebiyat çevreleri Stephen Greenblatt’ın adını 1990’larda Yeni Tarihselcilik akımıyla duydu. Aslında 1980’lerden beri önemli kuramlar geliştirmiş, edebiyat yapıtına yeni bir bakış kazandıran kuramlar öne sürmüş bir edebiyat tarihçisi olarak biliniyordu fakat Yeni Tarihselcilik kuramı gerçek anlamda 90’larda popüler oldu. Greenblatt, Yeni Tarihselcilik kuramında edebiyat eserini yazıldığı dönemin kültürel ve toplumsal koşulları ışığında ele alır; yazarın tüm bilgileri, eseri aydınlatan data olarak görülür. Bu arada bir yandan da okuru öne çıkartır çünkü Yeni Tarihselcilik okurun (ya da eleştirmenin) koşullarını, kültürel bakış açısını, önyargılarını da dahil eder okumaya. Başka deyişle bir edebiyat eserini okumak, tarihi bir dönemi anlamaya yol açar. Ancak algılama nesnel değil, özneldir. Eserde anlatılan dönemin episteme’si (bilgi toplamı) ile okunan zamanın belirleyici özellikleri bir arada ele alınır.

Yeni Tarihselcilik Uygulaması

Greenblatt Shakespeare Olmak kitabında, Yeni Tarihselcilik kuramına uygun bir yaklaşımla Shakespeare’in hayat hikayesini yazmış. Bu eseri yazma dürtüsünü belki en iyi şu açıklama anlatıyor: “Shakespeare’in hayatını inceleme dürtüsü, oyunlarının ve şiirlerinin sadece başka oyunlar ve şiirlerden değil de, ilk elden, bedeninden ve ruhundan doğduğuna dair güçlü bir izlenim uyandırmalarından kaynaklanır.” Greenblatt’a göre, Shakespeare’in dizeleri çok doğal bir biçimde ardındaki insana götürür okuru. Eserlerin ve kahramanların izinde bir hayat öyküsü kurgulamayı başarmış. Yazarın kullandığı teknik, Shakespeare’in hayatıyla paralel olarak olası tüm olayları ve tarihsel gerçekleri, şairin eserlerinden faydalanarak yeniden oluşturarak sunmak. Örneğin Shakespeare bebekken annesinin ona hangi ninnileri söylediğini elbette bilemeyiz, ama Shakespeare’in King Lear ya da Aşkın Boşa Giden Emeği gibi eserlerinde kullandığı ninniler ile 1560’lı yıllarda annelerin bebeklerine söylediği ninnilerinin bilgisini birleştirerek bir fikir oluşturabiliriz. Greenblatt’ın yaptığı tam da bu; edebiyat yapıtı içinde tarihsel ve kişisel bilgilerin bir nevi dedektifliği.

Benzer bir diğer örnek olarak Greenblatt, 1570’lerde, Shakespeare henüz küçük bir çocukken Stratford’a gelen gezgin tiyatro gruplarının hangi oyunları sahnelemiş olabilecekleri üzerinde fikir yürütmüş. Buradan yola çıkarak, babasının bacakları arasında yere oturmuş beş yaşında, merakla sahne üzerindeki dinsel içerikli ahlak oyunlarını izleyen bir Will (aile içinde bu isim kullanılıyor olabilir) hayal etmeye başlıyor yazar. Bu örneklerden anlaşılacağı gibi, kitap sadece tarihsel ve edebi bilgilerle değil aynı zamanda hayal gücüyle de yeniden bir yaşam kuruyor. Greenblatt’ın çoğu tümcesi bu yüzden “... olmalı” şeklinde bitiyor. “Will her zaman annesi ve babasının yanında, açık arazide olmalı” ya da “ilk kez on altı yaşında görmüş olmalı” ya da “gitmiş olduğunu sandığımız...” gibi başlayan kurgulamalar ışığında gelişiyor anlatı. Başka yerlerde de yazar “on altı yaşındaki çaylak şair ve oyuncu ile kırk yaşındaki Cizvit’i birlikte otururken hayal edelim...” gibi bir format kullanıyor. Hayal ederek başladığı (ama tabii çoğu zaman çok doğru temeller üzerine kurulmuş hayaller bunlar) bir sahneyi geliştirerek, içine gerçek karakter yerleştiriyor ve onların olası sohbetlerini, kavgalarını, hatta aşklarını düşlüyor. Bu hayaller başka bir yazarın elinde fazlasıyla spekülatif sonuçlar doğurmaya itebilecekken, Shakespeare ve çağı hakkında bilinebilecek herşeyi bilen biri olarak Greenblatt, çok hoş bir yeniden yaratmaya yol açıyor.

Az Bilgiden Sonsuz Bilgiye

Shakespeare ve ailesi hakkında bugün kesinlik kazanmış bilgi sayısı fazla değildir. Bazı kilise kayıtları (doğumlar, vaftiz törenleri, evlilik ve ölümler) ile belediye kayıtları (tapu işlemleri, borçlar ve resmi görevler) dışında bilgi araştırdığımızda, piyes ve şiirlerine bakmak zorunda kalırız. Stephen Greenblatt’ın kurguladığı biyografi bu açıdan bakıldığında sadece NeoKlasik edebiyat hakkında bilgi vermekle kalmıyor, bir çağın yaşam koşullarını da göz önüne getiriyor. İlk bölümlerde alışması zor gibi görünen, parçalanmış bir anlatıyla karşılaşıyoruz, çünkü Greenblatt fazla bilgisiyle her sözcüğe, her deyime ve her fikre adeta parantez açarcasına anlatıyor. Ancak yazarın diline alıştıktan sonra büyük bir keyif vermeye başlıyor anlatı. Çocukluk yılları ve Stratford’ta yaşamın anlatıldığı ilk birkaç bölüm belki daha çok tarih meraklılarının ilgisine çekecektir fakat Shakespeare Londra’ya gittikten sonrasını anlatan bölümler her okurun ilgisini çekecek türden. Bu yüzden, eğer ilk başlarda sıkılan okurlar bile ortalarında geldiğinde çok zevk alacaklardır.

Shakespeare Olmak, 2004 yılında, bir süre çok satanlar listesinde kalarak şaşkınlık yaratmıştı. Galiba kimse, bir Shakespeare uzmanın yazdığı hayli akademik bir biyografi çalışmasının geniş okur kitlesinin zevkine uygun düşeceğini sanmıyordu. Oysa kitap beklenenin üzerinde ilgi gördü. Bunun nedeni tam da anlatmaya çalıştığım gibi, bir hayat hikayesi hayal ettiği için bence. Bilinen bir ya da iki kesin bilgiden yola çıkarak, yazarın salt hayal gücünü ve derin bilgisini kullanarak kurgu yaratması, sanırım tüm okurlara ilginç geldi. Kitabı Türkçe çevirisinden okumak da çok zevkli. Son yıllarda yeni tür bir çeviri tekniği dikkatimi çekmeye başladı, yazarın dilindeki samimiyeti aktarmayı aynen başaran ve çeviri kokusu yaymadan yapılan başarılı çalışmalar bunlar. Aslında gözüme çarpan birkaç hata vardı, örneğin “grammer school,” “dil okulu” diye çevrilmiş, aslında “ilk öğretim okulu” için kullanılan bir deyimdir. Ayrıca Shakespeare’in Lucrece’ye Tecavüz adlı eseri bir oyun değil, bir öykü-şiir’dir (narrative poem), bu küçük detaylara rağmen kişilikli ve akıcı bir çeviri olduğunu eklemek gerekir.

SHAKESPEARE OLMAK / Stephen Greenblatt / Çeviri: Cem Alpan / Can yayınları, 2010 / 416 sayfa.


(Bu yazı Radikal Kitap'ta 1 Ocak 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

Pedro Mairal "Kayıp Parça"



Latin Amerika edebiyatı 1960’larda beklenmedik bir çıkış yakaladı. Julio Cortázar, Gabriel Garcia Márquez, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi o yılların genç yazarları, sonraki yıllarda “Latino Boom” diye adlandırılacak çıkışlarıyla tüm dünya edebiyatını etkileyen Büyülü Gerçekçilik gibi akımlara neden oldular. Cortázar dışında hayatta olanlar bugün çoktan 70 yaşını geçtiler ama hâlâ Latin Amerika edebiyatı önemini koruyor. Bu yazarların eserleri ülkeleriyle aynı anda tüm dünya dillerine çevriliyor ve yayımlanıyor. Son yıllarda Latino Boom’un takipçilerinin kimler olacağı merak ediliyordu. Bu hafta yayımlanan Kayıp Parça romanının yazarı Arjantinli Pedro Mairal kuşkusuz adı anılacak yazarlardan biri olacak. 1970 doğumlu yazar, şimdiden çok sayıda ödül kazanmış, aslında adını andığımız Latin yazarlardan çok farklı, sade bir dilde yazıyor fakat yeni kuşak yazarlarda gördüğümüz yalın anlatı tekniğiyle dikkat çekiyor.

Kayıp Parça karmaşık olmayan, sade bir öykü çevresinde kurgulanıyor. Annelerinin ölümü ardından Buenos Aires’teki işlerini birkaç günlüğüne bırakıp doğup büyüdükleri kasabaya gelen ellili yaşlardaki iki kardeş, geride kalan malları ve evi düzenlemek niyetindeler; ama tüm bunlardan daha önemlisi, ulusal kültürel hazine ilan edilen babaları ressam Salvatierra’nın eserlerini ortaya çıkarmaktır. Roman, Salvatierra’nın oğlu Miguel’in ağzından anlatılıyor, babasının resimlerini düzenlerken bir yandan babasını yeniden tanıyor, diğer yandan yıllardır gizli kalmış aile sırlarını öğreniyor. Babasından asla “baba” diye söz etmeyen, sadece Salvatierra diyen Miguel, böylece mesafeli baba-oğul ilişkisini anlamamızı sağlıyor. Salvatierra tam anlamıyla sıradışı bir ressam. Küçük bir çocukken geçirdiği ağır kaza sonunda konuşma yetisini yitirdiği için, kendini ifade etme biçimi olarak resim yapmaya başlıyor. O günlerde köye yerleşen anarşist Alman ressam sayesinde resim teknikleri öğreniyor fakat Salvatierra o denli hızla öğreniyor ki, ustası resmi ve tüm malzemelerini ona bırakıp gidiyor. Salvatierra, Alman ressamın bıraktığı tuval bezini kesmeden sonuna kadar tüm ruloyu kullanarak ilk eserini yapmaya yirmi yaşında başlıyor. Bundan sonra da tuval bezlerini kesmeden boyamaya devam ediyor. Sonunda altmış yıl hiç durmadan yaptığı resimler, koca rulolarla birbirlerinden bağımsız olmayan süreklilik içinde, kilometrelerce uzun bir yapıt çıkıyor ortaya. Aslında Salvatierra tüm hayatını resme döküyor. Ülkesinin savaşları, doğası, aile yaşamları, çocukları, yolculukları, herşey bu rulolar içinde resmedilmiş şekilde duruyor.

Gerçekten Kurguya

Kayıp Parça’nın kahramanı Salvatierra’nın çocukluğu, bugünlerde bazı eserleri Pera Müzesinde sergilenen Diego Rivera’nın hayat öyküsü ile benzerlik taşıyor. Diego Rivera, iki yaşındayken ikiz kardeşinin ölümü ile tüm aile sarsılır, küçük Diego da konuşmamaya başlar. Konuşmak yerine odasının duvarlarına ikiz kardeşinin resimlerini çizmeye koyulur. Akıllı ve duyarlı bir kadın olduğunu anladığımız annesi, küçük Diego’ya kızacağına, ona renkli kalemler ve boyalar alır, duvarları dilediğince boyaması için teşvik eder. Diego zamanla sadece kardeşini değil, herşeyi duvarlarda resmetmeye başlar. Sonunda duvarlar kendini ifade edeceği araçlar olmuştur. Diego Rivera dünya çapında ün kazandığında, en çok duvar resimleriyle tanınan bir sanatçı olmuştur.

Pedro Mairal’ın tamamen kurgusal kahramanı Salvatierra, bu yönüyle Diego Rivera’yı anımsatıyor. Konuşmak yerine tüm hayatı yansıtan resimlerle yeni bir ifade biçimi buluyor kendine. “Eğer babamın o tabloyu yapmaya altmış yıl harcadığını söylersem, sanki devasa bir eseri tamamlamaya ant içmiş gibi bir anlam çıkar; altmış yıl boyunca tablonun babamı oluşturduğunu söylemek daha uygun olur” diye açıklıyor kahramanın resim yapma güdüsünü. Salvatierra ressam olarak da kendini bir akımın içinde görmüyor: “Kendisini her zaman diğer kuyunun kurbağası olarak hissetmişti: figürcülerin arasında figür karşıtı, Buenos Aires’lilerin arasında taşralı, kuramcıların arasında icracı. Üstelik o dönem enstalasyon (yerleştirme) ve happenings (doğaçlama) zamanlarıydı; bunlar Salvatierra’ya uzak estetik anlayışlardı.”

Bu romanda dikkat çeken özelliklerin başında, yazarın resimleri anlatırken kullandığı dil geliyor. Genelde görsel sanatlar başka formda ifade edildiklerinde, güçlerini yitirirler, Mairal’ın anlatısında adeta okurun gözleri önünde canlanan yapıya dönüşüyorlar. Özellikle aile trajedilerinin (örneğin çocuk ölümü ya da büyüyen çocuğun evden ayrılışı) resme yansıyış biçimleri, Salvatierra’nın ne denli güçlü duygular aktardığını anlamamızı sağlıyor. Aile hayatından günlük sahneler bazen metrelerce uzun ifadelerle yaşanmışlık hissi veriyor. Renklerin, figürlerin böylesine canlı kılınması, romanı son derece görselleştiriyor ve sanki resme bakar gibi okunan bir roman çıkıyor ortaya.

Resimlere bakan anlatıcı ise, “bazen babamı ilk kez tanıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum” diye aktarıyor duygularını. Ardından sormadan edemiyor “(b)ütün bunlara, aynı anda kendi kendime birçok şeyi sorarak bakıyordum. Bu yaşamlar, insanlar, hayvanlar, gündüzler, geceler, felaketler yumağı neydi? Ne anlama geliyordu? Babamın hayatı nasıl geçmişti? Neden böylesi korkunç bir uğraşa girişme ihtiyacı duymuştu? (...) Her şeyi babam gibi devasa biçimde yapmam ya da hiçbir şey yapmamam gerektiğine inanıyordum. İtiraf ediyorum ki birçok sefer hiçbir şey yapmamayı yeğledim ve bu da beni bir hiç olduğumu hissetmeye götürdü.” Anlatıcı Miguel, sadece Salvatierra’yı değil, kendisini da ilk kez tanıyor gibi. İlk kez hayatında kendine varlık soruları yöneltiyor.

Roman, varlık arayışlarına değiniyor ama aslında çok heyecanlı bir kovalamaca da başlıyor. Babasının dev yapıtının bir bölümünün eksik olduğunu fark edince, Miguel onu aramaya başlıyor. Romanın büyük bir kısmı bu kayıp parçanın peşinde gelişiyor. Bu bölümlerde yazar gerilimi çok yerinde kullanarak, adeta bir polisiye tadı katıyor romana. Ayrıca kayıp parçayı ararken, bir sürü aile sırları ortaya dökülüyor. Romanı sürükleyici ve beklenmedik sürprizlerle dolu hale getiriyor. Romanda sadece, hangarı ucuza almaya çalışan, açgözlü, mal düşkünü, Baldoni karakteri biraz klişe geldi. İntikam duygusunun nedeni anlaşılmadığı gibi, bu denli büyük bir kayba yol açması da mantısız geliyor. Bunun dışında kurgu çok sağlam, çevirisi de son derece başarılı. Özellikle güzel sanatlara ilgi duyan okurların çok seveceği bir roman.


KAYIP PARÇA / Pedro Mairal / Çeviren: Süleyman Doğru / Sel Yayınları, 2010


(Bu yazı Radikal gazetesi kitap ekinde yayımlanmıştır)

(Pedro Mairal'ın fotoğrafı Clara Muschietti tarafından çekilmiştir.)