25 Mayıs 2006

Faruk Duman

KIRK


İfade özgürlüğü, diğer tüm demokratik özgürlüklerin, olmazsa olmaz ön koşuludur. Düşünce ve ifade özgürlüğünden söz edebilmek için, düşüncenin hiçbir kaygıya kapılmadan, korkusuzca üretilebileceği bir ortam gereklidir.
Bu hafta okuduğum Faruk Duman’ın “Kırk” adlı romanı, ifade özgürlüğü teması etrafında örülüydü. Aslında romanda tek bir tema arayışı okuru şaşırtıyor, ama romanı bitirdikten sonra okuru, çok yoğun olarak geçmiş yakın tarihimizi düşünmeye ittiği için ben özellikle bu tema etrafında romanı ele almak gerektiğini düşündüm.
İfade Özgürlüğü
Kitabın kapak yazısında ülkenin güney sahilinde emeklilik günlerini keyifle ve resim yaparak geçiren bir general ve hizmetkârını anlatıyor. Romanın anlatıcısı bu hizmetkâr, kendi çocukluğuyla biraz da gençliğini soyutlamalarla ve masallara anlatıyor önce.
Roman, dört ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “Geçiş”, burada Demir adlı bir hamal anlatılıyor. Demir, bir söğüt ağacının dalını kurutup, düdük yaptığı için işkence görüyor ve daha sonra da kayıplara karışıyor. Elinde kırbacıyla “trenci” diye adlandırılan tek gözlü öfkeli adam “sen bu ağaçları söyletmeye utanmıyor musun” diye Demir’e saldırıyor. Sonra “kör trenci böyle sordukça sormuş, öfkelendikçe öfkelenmiş. Sonunda, vakit geldi Demir efendi, demiş. Ver bakalım şu düdüğü. Demir düdüğü vermiş. Şimdi bin bakalım trene, demiş trenci, cezan büyük, şöyle biraz dolaşalım seninle. (…) Tren uzaklaştıkça bu kan traverslere damlıyormuş. Kırbaç Demir’in sırtında şaklıyor, böylece trenden ovaya tatlı melodiler yayılıyormuş.”
Bu çok kısa ama etkileyici bölüm, daha ilk satırlarda romanın havasını solumamızı sağlıyor. Romanın ilerleyen sayfalarında Demir’in öyküsüne dönülmediği halde, başta yarattığı etki belirleyici oluyor. Romanın üçüncü bölümü, “Süleyman’ın Kuşları” yine ilk bölümdeki Demir’in öyküsüyle bağlantı kurmamızı sağlıyor. Fakat “Süleyman’ın Kuşları,” “Geçiş”ten farklı olarak doğayı konuşturmak (söğüt ağacını dillendirmek) değil, konuşan doğayı anlamak üzerine anlatılıyor.
Bu bölümde, Tevrat’ta ve Kuran’da adı geçen Süleyman peygamberi, Faruk Duman bilinen peygamberden farklı bir portre ile sunuyor. Kutsal kitaplarda adı geçen Süleyman, peygamber olmadan önce büyük bir kraldı. Düşmanlarına karşı acımasız olmaktan kaçınmamış, bu sayede kentler kurmuş ve krallığını büyütmüştü. Duman ise romanında onu peygamber olmadan ve doğadaki sesleri duymaya başlamadan önce, sıradan bir insan olarak anlatıyor.
Hayvanlar
Süleyman peygamber ile ilgili bölüm, romanın kuşkusuz en önemli bölümü. Yazar burada dil ve bilinç üzerine önemli sorular yöneltiyor. Bölüm şu tümceyle başlıyor: “Aslında vücudumuz, dilimizin kanıtıdır.” Burada Duman, roman boyunca kullandığı şiirsel dile, felsefi bir derinlik getiriyor. Bu bölümün neredeyse tamamının altını çizdiğim için size birkaç örnek daha vermek istiyorum: “Simge, belirtisi olduğu şeyin varlığını korumaya adar kendini. Kuş kendi dilini konuşur ama insanoğlu bu dilin şifresini çözememiştir henüz. Ama böyle bir dil yoksa, Süleyman şunu soracaktır kendine: Öyle ise bunu niçin anlıyorum? Bundan sonra peygamberin önünde iki yol belirecektir. Birincisi, kuşun bilincini anlama yoludur. (…) İkincisi ise kuşku yoludur; kuşa verilmiş bir dilin aynı zamanda Süleyman’a verilmesi bir yeterlilik mi, yoksa bir eksiltme midir?”
Faruk Duman, konuşma özgürlüğüne yeni bir boyut getiriyor adeta bu bölümde. Sadece konuşma özgürlüğü değil burada sınadığı, anlaşılır olma da aynı zamanda masaya yatırılıyor. Ancak ortak dil konuşanlar arasında anlamaktan söz edilebileceğine göre, karşısında konuşanı anlamak, onu bir bakıma kabul etmeyi de beraberinde getiriyor. Birbirlerini anlamayanlar ise, sadece düşünsel düzeyde birbirlerine yabancı kalmıyorlar, aynı zamanda diğerinin diline de yabancı kalıyorlar.
Roman boyunca hayvanlar ve simgeledikleri, çok önem kazanıyor. En başta sık sık roman kahramanın gittiği bir koruluğu anlatıyor ve her seferinde buradan “hayvansız koru” olarak söz ediyor. Hayvanlar farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Kara yılan diye sözünü ettiği, kamçının ya da bastonun yılan formuna girip işkence aleti olmasını anlatıyor. Bunun dışında hem Süleyman’ın kuşları, hem de diğer hayvan betimlemeleri olumlu imgelerle yansıtılıyor. Romanın sonlarında generalin yaptığı bir resimdeki deve roman boyunca terk ediş temasını bir kez daha vurguluyor.
Terk ediş
Romandaki ilk terk ediş, bir ırmakta gerçekleşiyor. Anlatıcı ile babası birlikte ırmağa balık tutmaya gidiyorlar. “Irmaktı, gümüş ışıltılar içinde akıyordu. Sisliydi karşı taraf. Ötüşler birbirine karışıyor, balıklar sıçrayıp dalıyordu. Dalınca, ben yüzeceğim biraz, suyun güzelliğine bak, demişti babam. Soyunup ırmağa girmiş, yüzerek karşıya geçmişti. Sisin içinde kaybolup giden babamı bir daha görmedim.”
Terk ediş, romanın politik tonuyla da başka anlam kazanıyor. Gözaltına alındıklarında kaybolanlar gibi, roman boyunca sürekli bir eksilme, sürekli bir kaybolma hissediyoruz. Bu bazen Demir gibi, bir trene bindirilip – arkasında kandamlaları bırakarak – götürülenler oluyor bazen de hayatın ağır yüküne dayanamayıp gidenler oluyor.
Ağır yükü bize yazar birkaç kez hissettiriyor öykülerin içinde. Hamal Demir “sabahlara kadar üzüm salkımlarıyla maydanoz çuvallarının, portakal kasalarıyla erik çekirdeklerinin altında ezilirdi” diye anlatılıyor. Roman kahramanı kendi çocukluğundan söz ederken de, okul çantası altında ezilişini birkaç kez yineliyor “çantam ki büyürdü sırtımda.” Zaten zor olan yaşamlarında, ezilmişlik iyice belirginleşiyor. Genel bir suskunluk hali egemen. Konuşmanın, hatta ses çıkarmanın suç sayıldığı bir yer anlatıldığı için, bu suskunluk anlaşılır oluyor.
Varlık Olmak
Faruk Duman, romanı sanki bir duygudan esinlenerek yazmış. Romanın merkezinde anlatıcının “bir varlık olmaklığın tadını bilmiyordum henüz” sözleri var. Burada “henüz” sözcüğü daha sonra öğrenmiş olduğunu sezdirse de, biz bu roman içinde böyle bir tadı yaşadığına tanık olmuyoruz. Hep zavallı bir hayat sürüyor. Generalin emrinde geçirdiği son yıllarında ise hayatında ona tazelik aşılayan tek kişi aşçı Selma, ama o bile çok uzağında duruyor hep.
“Kırk” aslında çok zor okunacak bir roman gibi görünüyor, çok yoğun duyguları, çok yoğun bir biçimde dile getiriyor. Fakat yazarın tekerleme şekline dönüştürdüğü şiirsel anlatı sayesinde kolayca akıyor. Yazarın sık yaptığı bir şey, bir önceki cümlede geçen sözcükle yeni bir cümleye başlamak, örneğin “…dışarıya koşarak çıkardı. Çıkınca ben de hayat dolu bu adamın peşinden giderdim.” Bu basit tekrarlama, anlatıcının hem masalsı hem de çocuksu bir hava ile anlatmasına izin veriyor. Anlatıcıyı hep saf bir karakter olarak görmemizi de sağlıyor.
Duman’ın 2003 yılında “Piri” adlı romanını da çok sevmiştim. “Kırk” dil açısından bir önceki romana belki benziyor fakat politik bir ironi olarak kurguladığı için temelde çok farklı. Ben sanırım Piri kadar sevmedim Kırk’ı ama yine de okuduğum diğer romanlardan o denli farklı ki, hayranlık duymadan edemedim.


Kırk / Faruk Duman / Can Yayınları / 2006 / 111 sayfa.

23 Mayıs 2006

Dostoyevski


YAZIN SANATI – KİTAP EKİ #848
18Mayıs 2006 -- Asuman Kafaoğlu-Büke


SUÇ ve CEZA


Yayımlanan onca roman arasında kaybolmamak için, bence yılda en az bir kere dönüp edebiyat tarihinin dev klasiklerinden birini okumak gerekiyor. Geçen sene “Karamazov Kardeşler”i okuduktan sonra bu sene de “Suç ve Ceza”yı okumaya çok önceden karar vermiştim. Bu iş için üç ayrı çeviri edindim ve birinden diğerine atlayarak okuduğum için çevirileri de karşılaştırma fırsatım oldu.
Değer Yargıları
Sıradan günlük yaşamlarımızda, ahlaksal değerlerimizi ölçecek alan bulamayız çoğunlukla. Büyük ahlaksal ikilemler neyse ki karşımıza çok sık çıkmazlar. Ama çıktıklarında, çoğu insanın, o güne kadar ona öğretilenler ışığında doğruyu bulmaya çalıştığını görürüz. Başka bir deyişle, ahlaksal değerleri sorguladığında ve doğru karar vermek istediğine, büyük bir çoğunluğun din adamalarına, kutsal kitaplara ya da en iyi durumda bilge saydığı kişilere danıştığını görürüz.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna, kendi karar veremez mi insan? Neden kendinden önce kararlaştırılmış doğru ve yanlışları kabul etmesi gerektiğini düşünür? Aslında asıl sormamız gereken soru, tarihsel olarak kemikleşmiş doğruların gerçekten doğru olup olmadıklarıdır. Ahlaksal değerler neye dayanırlar?
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, romanlarında en çok bu sorulara yanıt arar. Onun roman kahramanları ahlaksal değerleri kendileri bulmaya çalışırlar. Örneğin Hıristiyan olduğu için bu dinin öğretisini doğrudan kabul etmez, önce bunu sorgular. Ama genel anlamda insan kitleleri bunu yapmazlar, doğrular belirlenmiştir, kendi doğrularını bulmak için de insanlar, öğretilerden yararlanırlar. Hangi topluluğun üyesi ise, o topluluğun kabul etiği doğruları kendi doğruları sayar.
Dostoyevski, kahramanlarına sıradan doğrularla yetinmeyi handiyse yasaklar. Onun romanlarında kişiler en çarpıcı ve en olmadık durumlar karşısında karar vermek zorunda bırakılırlar. En uç noktalara kadar getirdiği karakterler, tüm dğer yargılarını gözden geçirmek zorundadır. Açlık sınırında zorlukla hayatta kalan bir ailenin değer yargıları kuşkusuz farklı olacaktır. Öğretilmiş basit doğrular yanlışlar, çocuklar açlıktan ölmeye başladığında doğal olarak boyut değiştirir.
Varoluşçu felsefenin ahlak kuramı ilk başta insanın kendi doğruları bulma gereği üzerinde durmuştur. Dostoyevski gibi, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus de roman kahramanlarını doğru ile yanlış arasında bir noktaya yerleştirirler ve bırakırlar karşılarında görünen seçenekler arasından özgürce seçimlerini yapsınlar.
Temalar
“Suç ve Ceza” edebiyat tarihi açısından tam bir kilometre taşıdır. Dostoyevski, kendi göremediği 20. yüzyılı en çok etkileyen birkaç yazardan biridir. “Suç ve Ceza” çok farklı açılardan ele alınıp incelenebilir. En başta, heyecanlı bir tempoda akan bir polisiye roman gibi okunabilir. Olaylar hızlı gelişir, okur tüm karakterleri yakından tanıma fırsatı bulur. Gereksiz bir yük yoktur öykünün içinde, bu sayede romanın merkezine yerleştirilen felsefe ve psikoloji alanlarını ilgilendiren tartışmalar romanı ağırlaştırmaz. Buna rağmen “Suç ve Ceza” asıl merkezinde yer alan bu tartışmalar etrafında derinlik kazanır.
Aslında konu çok basittir. İşlediği çifte cinayet sonrası roman kahramanı Raskolnikov vicdanında bu suçun ağırlığını hisseder. Romanın ortalarında polis müfettişi ile Raskolnikov suçun doğası üzerine derin bir tartışmaya girerler. İki adam satranç tahtasında stratejiler geliştiren oyuncular gibi, diğerinin bir sonraki hamlesini tahmin etmeye çalışır. Her ikisi de diğerinin tam olarak neleri bildiğini öğrenmek ister. Polis müfettişi karşısındaki adamın zayıflıklarını hissettiği için psikolojik olarak yıpratma peşindedir. Çok zeki ve sezgileri güçlü olduğunu bildiğimiz Raskolnikov ise oyunu sezdiği halde oynamaktan vazgeçmez.
Bu noktada biraz durup Raskolnikov’un kişiliğine bakmak gerekir. Romandaki en önemli karakterlerden biri olan annesi ile ilişkisi aslında çok belirleyicidir. Anne oğul ilişkisi çok karmaşıktır. Raskolnikov annesini ve kız kardeşini çok sevmesine rağmen, onların varlığını çoğu kez bir ağırlık olarak duyumsar. Birkaç kez roman boyunca onların sevgisini “Ah şu aşağılık insanlar! Nefret eder gibi severler” diye tanımlar. Kendisinden beklenen çok fazladır toplumdaki yerini ancak erkeğin sahip olduğu güçle elinde tutan 19. yüzyıl kadını, bu anlamda kendi varlığını erkeğinki ile belirler. Kız kardeşi ve annesi tarafından aşırı yüceltilmiş olması çok kereler karşımıza çıkar. Kız kardeşi ayrılmak üzere olduğu nişanlısına şöyle sitem eder: “Yaşamımda bugüne dek en değer verdiğim her şeyle, bugüne dek yaşamımın tümünü oluşturan şeyle sizi bir tutarken, size az değer veriyorum diye güceniyorsunuz ha!” Burada hız kardeşin sözünü ettiği “en değer verdiğim her şey” Raskolnikov’un ta kendisidir.
Suç
Erkeğin aile kadınları tarafından yüceltilmiş olması bambaşka bir noktada tekrar karşımıza çıkar. Raskolnikov’un suç üzerine ilginç bir teorisi vardır. Ona göre, sıradan insanlar kurallara uymak zorunda iken, “olağanüstü” olarak tanımladığı insanlar kuralların üstünde yer alırlar. Buna örnek olarak peygamberleri, bilim adamlarını ve tarihe yön veren kişileri gösterir. Tezini şöyle açıklar: “Olağanüstü insanın, ancak bir düşüncesini gerçekleştirmesi gerekiyorsa, vicdanının sesine kulak verip… bazı engelleri şamaya hakkı olduğunu ama bu hakkın elbette yasal bir hak olmadığını söylüyorum (…) sürüden ayrılan, yani söyleyecek bir sözü olan insanların tümü kesinlikle birer suçlu olmak zorundadır. Yoksa sürüden ayrılmaları çok güç olur. Sürüde kalmaya, gene yaradılışları gereği razı olamazlar.”
Raskolnikov’un kendini bu “olağanüstü” insanlarla bir tuttuğunu, kendini yasaların üzerinde gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Romanı bu sefer okuyuşumda daha önce fark etmediğim bir şey dikkatimi çekti. Kendini olağanüstü kategorisine yerleştirmesinin altında annesinin ve kız kardeşinin ondan olağanüstü başarılar beklemeleriydi. Hem bu yükün altında eziliyor hem de buna uygun davranmak istiyordu.
Ve Ceza
“Suç ve Ceza”daki suç üzerine geliştirilen kuramları anlamak nispeten kolay, asıl zor olan cinayet nedenini anlamak. Rehinci yaşlı kadını öldürme nedenleri sıralanabilir. İlk başta maddi nedenler olabilir, para için ya da kadına karşı nefret duyguları beslediği için gibi açıklamalar gelebilir akla. Fakat daha sonra parayla ilgilenmediğini, kadını fazla tanımadığını dikkate alırsak, başka nedenler çıkıyor ortaya: kötülüğü yenmek için; insanlık adına bir misyon yüklendiği için; öldürmekle topluma hizmet ettiğini sandığı için… Fakat bunların hepsi de paltosunun içine balta saklayarak giden Raskolnikov tarafından asla açılanmıyor. Dostoyevski cinayetleri bir hastalık nöbeti gibi açıklamayı tercih ediyor sanki.
Hastalık gerçekten de Raskolnikov için roman boyunca süren bir durum. Romanın başlarında bir düş anlatılıyor, sonralarına doğru bir başka düşle bağlantı kuruluyor. Öldürülene kadar kamçılanan bir atın imgesinden, tüm Avrupa’yı saran salgın hastalık düşleri romana belli bir ton veriyor. Aslında garip biçimde anlıyoruz ki, insanlar yüksek ateşli ve hasta olduklarında gerçeklikten kopuyorlar, dünyayı bulanık görüyorlar, oysa rüyalar renkli ve hiç olmadıkları kadar canlı olabiliyor.
Roman boyunca Raskolnikov’un ruh hali, sayıklayan, benzi solmuş, hastalıklı, kötü beslenmiş, kendinde değil gibi betimlemelerle anlatılıyor. Okuru da karanlık ruh hali içine çekmeyi beceriyor yazar, zihinlerin berrak olduğu ama düşüncelerin bulanık olduğu bir âlem sunuyor bize.
Ama roman epilog bölümünde aniden ton değiştiriyor. Artık bulanık gerçekler içinde yaşamıyor Raskolnikov. Ayık ve kendinde. Karamsar havayı eşsiz bir ustalıkla dağıtıyor Dostoyevski. Çok kısa bir bölüm olmasına rağmen, roman kahramanında dramatik değişim büyük etki yaratıyor okurda.
“Suç ve Ceza”da benim en sevdiğim bölüm, Raskolnikov’un yaşlı rehincinin evinin kapısında beklediği an “hiç kuşku yok, tıpkı dışarıda kendisinin yaptığı gibi, birisi de içeride kapının dibinde sessizce duruyor, belki gene onun gibi kulağını kapıya dayamış, dışarıyı dinliyordu.” Kısa bir süre sonra, roller değişmiş şimdi Raskolnikov içeridedir “Biraz önce Raskolnikov’la yaşlı kadının olduğu gibi şimdi de ikisi, biri kapının iç kısmında, biri öteki yanında duruyorlardı.” Saldırgan ile kurban yer değiştirmişlerdir. Dostoyevski bu sayede Raskolnikov’u – işlediği suçu bildiğimiz halde – bilinmezler karşısında kurban olarak göstermeyi başarır.
Birkaç sözcükle çevirilere de değinmek gerekir. Her üç çeviriyi bu denli iyi bulacağımı hiç sanmıyordum. Bir çeviriden diğerine geçtiğimde okuma ritmini kaybetmekten korkmuştum en çok, fakat bu olmadı. İletişim yayınlarının baskısı 1970 Moskova baskısında kullanılan dipnotları kullanmış ve romanın başında Murat Belge’nin çok güzel bir makalesi yer alıyor. Kitap formatı olarak çok sevdiği Bordo Siyah yayınlarının baskısında ise Veysel Atayman’ın önsözü yer alıyor. Karınca yayınları ise çok iyi bir çeviri olmasına rağmen, ne yazık ki çok fazla dizgi hatasıyla piyasaya sürülmüş.

Suç ve Ceza / İletişim / çev.: Ergin Altay / 644 sayfa
Suç ve Ceza / Bordo Siyah / çev.: Osman Çakmakçı / 763 sayfa
Suç ve Ceza / Karınca / çev.: Hüseyin İzzet Burakoğlu / 2 cilt

11 Mayıs 2006

Mehmet Coral

TIMARHANE ADASI


Son haftalarda okuduğum romanlarda karşıma çok sık Hıristiyanlık teması çıkar oldu. Tamamen rastlantı olabilir ama geçen hafta okuduğum Ahmet Ümit’in “Kavim” adlı romanında “İsa Peygamber hakkında kitaplar filan çok modaymış şimdi” sözleri de bir yandan aklıma takılıverdi. Öte yandan aklıma takılan bir başka konu da, acaba kendi klasiklerimizden daha fazla Hıristiyanlık klasiklerini mi taşıyoruz belleğimizde sorusu? Dünyaya egemen olan Batı kültürü, çağımızın neredeyse tüm aydınları tarafından dile getirildiği gibi, diğer kültürleri ve inançları korkunç bir hızla yok ediyor. Romanlarımızda da bu yokoluşun izlerini görmemiz son derece doğal olabilir.
Yine de çabucak anlaşılacak ya da değerlendirilecek bir durum olmadığı kesin. Roman kahramanlarımızı gözümüzde canlandırırken, çok büyük bir çoğunluğu camiler yerine kilise içinde daha uyumlu duruyorlarsa, bunda sadece kurgu değil, bir anlamda “dekor” ya da mekân olarak kiliselerin çağdaş anlatıma ve çağdaş karakterlere uyumundan söz edilebilir. Konunun kültürel araştırmasını uzmanlarına bırakmak daha doğru, diyerek bu haftaki kitabımıza dönelim.
Meryem Ana
Mehmet Coral yeni romanı “Tımarhane Adası”nı, mübadele öncesi Ayvalık yöresinde yaşayan bir ailenin hikâyesi üzerine kurgulamış. Roman her şeyden önce bir aşkı anlatıyor. Çok varlıklı bir Rum ailenin kızı Eleni ile bu ailenin sahip çıkıp büyüttüğü, papazlar tarafından eğitilmiş Ali arasında çocukluk yıllarında gelişen, sonra vazgeçilmez bir tutkuya dönüşen aşklarını merkeze almış. Küçük yaşlarda birbirlerine bağlanan bu iki çocuk, despot babanın karşı çıkmalarına rağmen gizlice aşklarını geliştirecek ortam yaratılırlar.
Tek sorun zorba baba değildir. Osmanlı topraklarında çıkan savaş, eli silah tutan herkesin cephede görev alması, tüm toplum gibi sevgilileri de etkiler. Onlar için durum belki herkesten daha zordur, aynı aile içinde büyümüş olmalarına rağmen, biri Rum diğeri Türk olduğu için, sorunlar katlanır.
Roman içindeki bir başka öykü ise, bir söylentiye göre, oğlunun çarmıha gerilişinden sonra Yuhanna ile birlikte Efes’e gelip, çevredeki küçük bir Hıristiyan kolonisiyle birlikte zamanını sürekli ibadet ederek geçiren Meryem ananın yaşam öyküsü.
Bu iki öykü farklı yerlerden birbirlerine bağlanıyorlar. İlk başta, Meryem ana gibi henüz evlenmeden gebe kalan genç kadın, en sevdiği kutsal bakire ile aynı kaderi paylaşıyor, çevresi tarafından dışlanıyor. İkisi de çevreden uzak, gizli gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar oğullarının doğumunu.
Baba ve Oğul
Bir başka bağlantı noktası ise, doğan bu çocuk, yıllar sonra Meryem Ananın mezarını aramayı kendine iş edinen bir arkeolog oluyor. Hıristiyanlık tarihini etkileyecek bilgiler üzerine araştırma yaparken bir yandan da ölüm ötesinde anne ve babasıyla ilk kez yakınlaşma şansı buluyor.
Mehmet Coral roman boyunca bazı temaları tekrarlayarak insanların benzer kader çizgilerini vurgulamış. İlk dikkat çeken – hatta ilk başlarda biraz akıl karıştıran – benzerlik, baba oğul ikisinin de annesiz büyümeleri. Önce, annesinin ölümünün ardından marangoz babasıyla kalan Ali’nin öyküsünü öğreniyoruz. Burada babanın marangoz oluşu ve oğlunu küçük yaşta yanında çalıştırması İsa peygamberin hayat çizgisi ile örtüşüyor.
Daha sonra Ali’nin oğlu Mustafa Kemal’i tanımaya başlıyoruz. Annelerin hep genç yaşlarda ölmüş olmaları hemen bu iki adamı birbirlerine bağlayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca babayı oğla bağlayan unsur da oluyor. Mustafa’nın hem annesinin ölümü ardındaki gizemi, hem de Meryem ananın mezarının aranışı, yinelenen temalara zenginlik getiriyor. Yüzyıl öncesinin Ayvalık’ında başlayan hikâye ancak mistik bir yolculuk sonucunda tamamlanıyor.
Yıllar ve Nesiller
Romanda daha önce de akıl karıştırıcı olarak belirttiğim nokta ise tam da yıllarla ilgili. Mustafa Kemal’in öyküsü anlatılırken bize onun 14 Mart 1920’de doğduğu söyleniyor. Bu durumda cep telefonlarının, bilgisayar programlarının yaygın şekilde kullanıldığı yıllarda Mustafa yetmişlerinde hatta seksenlerinde olmalı diye düşünüyoruz. Fakat romanda bunu doğrulamayan birkaç nokta göze çarpıyor.
İlk başta sağlık görevlileri tarafından bulunduğunda şöyle betimleniyor Mustafa “Çam yarması gibi enine boyuna iri bir adamdı. Yüzünün hatları çamurdan pek seçilmiyordu, ama saçlarının sarı kahkülleri belli oluyordu.” Anlatılan kişinin sarı kahküllerinden, onun genç biri olduğu izlenimi ediniyoruz. Ayrıca onun hayatını kurtarmaya çalışan doktorlar da yaşı ile ilgili bir tek söz etmiyorlar.
Yine Mustafa’nın yaşıyla ilgili bir başka akıl karıştırıcı noktalar var. Aslında baba ve oğlun son gecesi, birlikte yemek yemeleri, müzik dinlemeleri ve ardından seksen yaşında Ali’nin “kollarını avına saldırmaya hazırlanan kartallar” gibi kaldırarak dans etmesi, yeri göğü inletmesi, gerçekten de romanın en güzel bölümlerinden biri. Fakat burada genç yaşta baba olduğunu bildiğimiz Ali seksen yaşında ise, oğlu Mustafa’nın da en aşağı elli yaşında olacağını tahmin etmemiz gerekiyor. Oysa ilerleyen sayfalarda babasının ölümü ardından “gençliğimin tüm enerjisi ile hayatın içinde kozmik bir ateş topu gibi geziniyordum” ya da bir sonraki paragrafta “cinselliğimi yeni keşfediyordum” sözleri elli yaşını geçmiş birisi için uygun düşmüyor.
Bu tür detaylar aslında bir romanı sevmemizi engelleyen unsurlar olmuyor hiçbir zaman. Bu yazıda özellikle bunları öne çıkarmamın nedeni, epeyce bir bölümü okurken kimin kim olduğunu çıkartamadığım içindir. İki farklı karakterin de birinci tekil şahısta yazılmış olması, bence bu kısa romanı karmaşık hale sokmuş. Bir karakterin anlatısından diğerine geçerken farklı fontlar kullanılmış olması işi başlarda kolaylaştırıyor fakat buna fazla dikkat edilmemiş, örneğin dördünce bölüm Ali’nin ağzından anlatıldığı halde Mustafa’nın anlatısında kullanılan font kullanılmış.
Bu pek önemli olmayan kusurların dışında romanı, özellikle 1900’lerin başında Ege’nin kokusunu, tadını veren satırlarda çok sevdim. Eleni ile Ali’nin aşkı, edebiyatın klasik aşkları gibi, birliktelikten çok ayrılığı, sevinçten çok acıyı ve hepsinden önemlisi, ölümden çok ölümsüzlüğü anlatan yapısıyla zevk verdi. Mübadele yılları ve özellikle de İstiklal Savaşı, son yıllarda romanımızda sık ele alınan konulardan biri. Coral o yıllara geniş bir açıdan bakmış, bir yandan cephede olanları anlatırken, sıradan insanların hayatlarının savaştan nasıl etkilendiğini de dile getirmiş.

Tımarhane Adası / Mehmet Coral / Doğan Kitap / 2006 / 111 sayfa.

04 Mayıs 2006

Ahmet Ümit

KAVİM


Bu köşenin okurlarından en sitemli mesajlar, bir romanın gerilimli konusunu açıkladığımda geliyor. Kilit noktalarına değinmeden bir romandan söz etmek her zaman kolay değil. Romanlar hakkında yazarken, makaleyi okuyan kişinin, kitabı da okuduğunu varsayıyoruz. Ben, kitap üzerine sohbet ettiğimi düşünmeyi seviyorum; beni etkileyen yerlerinden sanki bir dostumla konuşuyormuşum gibi yazmaya çalışıyorum. Bu yüzden hakkında yazdığım kitabın mutlaka piyasaya sürülmüş olmasını bekliyorum.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni bu hafta Ahmet Ümit’in “Kavim” romanından söz edeceğim için. Bir polisiyeden, katilin kim olduğunu ele vermeden söz etmek iyice zor, romanın sonunun nasıl geliştiği, yazarın öyküyü hangi ipuçlarına dayandırdığı özellikle önem taşıyor. Bu durumda, yazının gerisini okumadan önce romanı bitirmeniz zorunlu. Gerilimin benim yüzümden kaybedilmesine dayanamam.
Polisiye Türleri
Polisiyeler bambaşka yollarla gerilim yaratabilir. En bilinen örnek roman boyunca verilen ipuçlarının, romanın sonunda dedektif tarafından açıklanmasıdır. Bu türde, genelde romanın sonunda, bütün karakterler bir odaya toplanır, tek tek her birinin güdüsünün ne olabileceği tartışıldıktan sonra gerçek suçlunun kimliği ortaya çıkar.
Bir diğer polisiye türünde ise, roman boyunca ipuçları okura yavaş yavaş verilir, sanki okur dedektif ile aynı anda çözüyordur cinayeti. Dedektifin akıl yürütmesi sona ana bırakılmaz, roman boyunca her yeni olay değerlendirilir ve olasılıklar üzerinde durulur.
Ahmet Ümit son romanı “Kavim”de ikinci türde geliştirmiş kurguyu. Son ana kadar kimin katil olduğunu tam olarak bilmesek de, roman kahramanı dedektif ile aynı konumdayızdır. Sona doğru artık, aynı dedektif gibi biz de tahminler yürütmeye başlarız. Fakat “Kavim” bu açıdan bana çok ilginç geldi, yazar burada bize sanki dedektifin bildiğinden daha çok bilgi veriyordu, ayrıca en sonunda bile zeki katilin cinayetleri inkâr etmesi (sinsi gülüşlerin ardında bile olsa) başka şekilde yorumlanabilir mi sorusu kalıyordu geriye.
Temalar
Polisiye romanların bir özelliği, her seferinde farklı, hatta egzotik denilecek mekânlarda geçerek bildik konuya yenilik getirmeleridir. Manastırlar, tiyatro kulisleri, yatılı okullar ya da transatlantik gemiler hoş ortam yaratırlar. Yazar bu sayede, para hırsı ve güç istemi dışında, yeni cinayet nedenleri bulmak zorunda kalır. “Kavim”de de Ahmet Ümit, Başkomiser Nevzat’ı, bu sefer Ortaköy’ün barlarında ve yeraltı dünyasında sorunları çözerken işlemeyi seçmiş fakat bunlardan başka konuya asıl derinlik kazandıran unsur, dinler tarihini farklı boyutlarda kullanmış olması. Kutsal kitaplardan alıntılanan bölümler, simgesel boyut kazandırmış cinayetlere.
Çok hızlı bir tempoyla başlayan roman daha ilk satırlarında, kutsal kitapların gizemli satırları arasında canlı bir ortam yaratıyor. Hollywood filmlerine benzer gizemli cinayetler bir yandan emniyet görevlilerini heyecanlandırırken, bir yandan da gerçekçi Türk polisinin başına bunca ilginç olay gelir mi sorusu ile alay etme şansı buluyor yazar. Başkomiser Nevzat’ın bir iş arkadaşı “Vay be, şu Amerikalıların çevirdiği cinayet filmleri gibi desene (…) Yok yok Nevzat, bizde öyle cinayetler olmaz. Bak görürsün, bu işin altından ya basit bir alacak verecek davası ya da karı meselesi çıkar” diye yorum getiriyor. Bir başka yerinde de yazar kendi romanıyla alay ediyor: “İsa Peygamber hakkında kitaplar filan çok modaymış şimdi.”
Hemen söylemeli, Ahmet Ümit modanın kabaca peşine takılmıyor. Bu romanda biraz “Beyoğlu Rapsodisi”nde yaptığı gibi, hem İstanbul’un hem de Anadolu’nun çok kültürlü geçmişine hasretle bakıyor. Başkomiser Nevzat şöyle diyor “Sanırım beni şaşkınlığa boğan Hıristiyanlık düşencesinin bu kadar içimizde oluşu, bu kadar bizden oluşu ve benim bu gerçeğin farkında olmayışım. Belki İstanbul’da Rum bir tanıdığım, mesela Dimitri Amca bunları anlatsa yadırgamayacağım. Galiba, bir zamanlar İstanbul’un Doğu Roma’nın başşehri olması nedeniyle. Ama Güneydoğu’da birdenbire karşıma çıkan bu kadim kültür beni şaşkına çeviriyor.”
Derin Devlet
“Kavim”de işlenen bir başka tema, milliyetçilik ve derin devlet. Yazar bu sayede, polisiyelerin sevdiği klasik, iyi polis – kötü polis konusunu romanın merkezine yerleştiriyor. Romanda emniyet müdürlüğüne gözünü dikmiş hırslı devlet görevlileri var ama Başkomiser Nevzat bunlardan çok devletin gücünü kendi çıkarları için kullananları eleştiriyor “İşkence ediyorlar, öldürüyorlar, hırsızlık yapıyorlar, uyuşturucu satıyorlar sonra da çıkıp ne yaptıysak vatan için, millet için, devlet için diyorlar.”
“Kavim”i okurken, adaleti doğrudan sorgulayan roman türü olduğu için bir kez daha sevdim polisiyeyi. Adaleti soyut anlamda değil, yasaların nasıl işlediğini aracısız gösterme fırsatı veriyor yazarına da. Ahmet Ümit roman boyunca çok kereler bu konuya değiniyor. “Yasa ile adaletin aynı şey olmadığını biliyorum” diyor Başkomiser Nevzat, “Yasalar, adaleti korumak için varsa da, çoğu zaman başarılı olamadıklarını da biliyorum. Daha doğrusu böyle olmadığını her gün yaşayarak, öğreniyorum. Çünkü mükemmel yasa yok. Belki de bu yüzden yasalar sürekli değişip duruyor. Belki hep değişecek. Sanırım adalet, vicdanımız ile yasa arasında bir yerde duruyor. Bu nedenle yasa, adaleti sağlamakta tek başına yeterli olamaz. Ama adaleti sağlamak için yasalara inanmaktan başka da çaremiz yok.”
Bir acı gerçeği de fark etmeden geçemiyor bu romanın okuru, bu ülkede gerçek anlamda adaleti sağlayan yani suçlulara cezasını veren sistemi olmuyor. Bu romanda bürokrasinin ağır işleyen çarklarında adalet aramanın olanaksızlığı da sık sık vurgulanıyor. Dosyalar merkezden gizlice çıkartılıyor, polisler bilgiye pek de yasal olmayan yollarla ulaşıyorlar, ayrıca zanlıları sorgularken verdikleri gözdağı ya mafya ya da derin devlet. İşin ilginç yanı bunları yapanlar “iyi” polisler. Bu romanda suçluların hiç biri yargılanmıyor, infaz kararını mahkeme değil mafya yerine getiriyor.
Katil Kim?
Bu romanın bence en ilginç özelliği, yazının da başında değindiğim gibi, Ahmet Ümit’in romanın sonunu bir nebze açık bırakmış olması. Polisiyelerin sonunda katilin her şeyi itiraf etmesi, cinayet nedenlerini kendi açısından açıklaması beklenir, bu romanda aslında çok konuşkan olduğunu başından beri bildiğimiz katil, bu konuda en sonuna kadar suçunu inkâr ediyor.
Aslında tüm olgular dikkatleri katilin üzerine çekiyordu. İpuçları ve gerilim çok yerindeydi. Ben ilk kez katilden “Ben olanlardan haberim olmadığını söylemek istedim sadece” sözlerini birkaç kez tekrarladığı için şüphelenmiştim. Polis tarafından sözlerinin duyulduğundan emin olmak istemesi kuşkumu çoğalttı. Ancak, katil zeki ve kurnaz olduğu için, kuşkulandığım andan itibaren cinayetleri kendi eliyle değil, bir başkasını bu amaçla kullandığı da aklıma geldi. Bu düşünceyi desteleyen birkaç ipucu vardı. Cinayet mekânında, İncil’in Zekarya bölümlerinden bazı bapların altlarının çizilmiş olması, hemen akla saf ve kolay etkilenebilir görünen Zekeriya’yı getiriyordu. Katil, Zekarya bölümünü kullandığı gibi, cinayetler için Zekeriya’yı kullanmış olamaz mıydı? Kendi intikamını almak için kışkırtamaz mıydı genç Zekeriya’yı?
Bu düşünceler kuşkusuz romanın dışına taşıyorlar. Ama bence Ahmet Ümit hoş bir biçimde, hiçbir zaman mutlak suçlu olmadığını, her zaman yargının ötesinde kuşku kaldığını gösteriyor.


Kavim / Ahmet Ümit / Doğan Kitap / 2006 / 382 sayfa.