25 Mayıs 2006

Faruk Duman

KIRK


İfade özgürlüğü, diğer tüm demokratik özgürlüklerin, olmazsa olmaz ön koşuludur. Düşünce ve ifade özgürlüğünden söz edebilmek için, düşüncenin hiçbir kaygıya kapılmadan, korkusuzca üretilebileceği bir ortam gereklidir.
Bu hafta okuduğum Faruk Duman’ın “Kırk” adlı romanı, ifade özgürlüğü teması etrafında örülüydü. Aslında romanda tek bir tema arayışı okuru şaşırtıyor, ama romanı bitirdikten sonra okuru, çok yoğun olarak geçmiş yakın tarihimizi düşünmeye ittiği için ben özellikle bu tema etrafında romanı ele almak gerektiğini düşündüm.
İfade Özgürlüğü
Kitabın kapak yazısında ülkenin güney sahilinde emeklilik günlerini keyifle ve resim yaparak geçiren bir general ve hizmetkârını anlatıyor. Romanın anlatıcısı bu hizmetkâr, kendi çocukluğuyla biraz da gençliğini soyutlamalarla ve masallara anlatıyor önce.
Roman, dört ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “Geçiş”, burada Demir adlı bir hamal anlatılıyor. Demir, bir söğüt ağacının dalını kurutup, düdük yaptığı için işkence görüyor ve daha sonra da kayıplara karışıyor. Elinde kırbacıyla “trenci” diye adlandırılan tek gözlü öfkeli adam “sen bu ağaçları söyletmeye utanmıyor musun” diye Demir’e saldırıyor. Sonra “kör trenci böyle sordukça sormuş, öfkelendikçe öfkelenmiş. Sonunda, vakit geldi Demir efendi, demiş. Ver bakalım şu düdüğü. Demir düdüğü vermiş. Şimdi bin bakalım trene, demiş trenci, cezan büyük, şöyle biraz dolaşalım seninle. (…) Tren uzaklaştıkça bu kan traverslere damlıyormuş. Kırbaç Demir’in sırtında şaklıyor, böylece trenden ovaya tatlı melodiler yayılıyormuş.”
Bu çok kısa ama etkileyici bölüm, daha ilk satırlarda romanın havasını solumamızı sağlıyor. Romanın ilerleyen sayfalarında Demir’in öyküsüne dönülmediği halde, başta yarattığı etki belirleyici oluyor. Romanın üçüncü bölümü, “Süleyman’ın Kuşları” yine ilk bölümdeki Demir’in öyküsüyle bağlantı kurmamızı sağlıyor. Fakat “Süleyman’ın Kuşları,” “Geçiş”ten farklı olarak doğayı konuşturmak (söğüt ağacını dillendirmek) değil, konuşan doğayı anlamak üzerine anlatılıyor.
Bu bölümde, Tevrat’ta ve Kuran’da adı geçen Süleyman peygamberi, Faruk Duman bilinen peygamberden farklı bir portre ile sunuyor. Kutsal kitaplarda adı geçen Süleyman, peygamber olmadan önce büyük bir kraldı. Düşmanlarına karşı acımasız olmaktan kaçınmamış, bu sayede kentler kurmuş ve krallığını büyütmüştü. Duman ise romanında onu peygamber olmadan ve doğadaki sesleri duymaya başlamadan önce, sıradan bir insan olarak anlatıyor.
Hayvanlar
Süleyman peygamber ile ilgili bölüm, romanın kuşkusuz en önemli bölümü. Yazar burada dil ve bilinç üzerine önemli sorular yöneltiyor. Bölüm şu tümceyle başlıyor: “Aslında vücudumuz, dilimizin kanıtıdır.” Burada Duman, roman boyunca kullandığı şiirsel dile, felsefi bir derinlik getiriyor. Bu bölümün neredeyse tamamının altını çizdiğim için size birkaç örnek daha vermek istiyorum: “Simge, belirtisi olduğu şeyin varlığını korumaya adar kendini. Kuş kendi dilini konuşur ama insanoğlu bu dilin şifresini çözememiştir henüz. Ama böyle bir dil yoksa, Süleyman şunu soracaktır kendine: Öyle ise bunu niçin anlıyorum? Bundan sonra peygamberin önünde iki yol belirecektir. Birincisi, kuşun bilincini anlama yoludur. (…) İkincisi ise kuşku yoludur; kuşa verilmiş bir dilin aynı zamanda Süleyman’a verilmesi bir yeterlilik mi, yoksa bir eksiltme midir?”
Faruk Duman, konuşma özgürlüğüne yeni bir boyut getiriyor adeta bu bölümde. Sadece konuşma özgürlüğü değil burada sınadığı, anlaşılır olma da aynı zamanda masaya yatırılıyor. Ancak ortak dil konuşanlar arasında anlamaktan söz edilebileceğine göre, karşısında konuşanı anlamak, onu bir bakıma kabul etmeyi de beraberinde getiriyor. Birbirlerini anlamayanlar ise, sadece düşünsel düzeyde birbirlerine yabancı kalmıyorlar, aynı zamanda diğerinin diline de yabancı kalıyorlar.
Roman boyunca hayvanlar ve simgeledikleri, çok önem kazanıyor. En başta sık sık roman kahramanın gittiği bir koruluğu anlatıyor ve her seferinde buradan “hayvansız koru” olarak söz ediyor. Hayvanlar farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Kara yılan diye sözünü ettiği, kamçının ya da bastonun yılan formuna girip işkence aleti olmasını anlatıyor. Bunun dışında hem Süleyman’ın kuşları, hem de diğer hayvan betimlemeleri olumlu imgelerle yansıtılıyor. Romanın sonlarında generalin yaptığı bir resimdeki deve roman boyunca terk ediş temasını bir kez daha vurguluyor.
Terk ediş
Romandaki ilk terk ediş, bir ırmakta gerçekleşiyor. Anlatıcı ile babası birlikte ırmağa balık tutmaya gidiyorlar. “Irmaktı, gümüş ışıltılar içinde akıyordu. Sisliydi karşı taraf. Ötüşler birbirine karışıyor, balıklar sıçrayıp dalıyordu. Dalınca, ben yüzeceğim biraz, suyun güzelliğine bak, demişti babam. Soyunup ırmağa girmiş, yüzerek karşıya geçmişti. Sisin içinde kaybolup giden babamı bir daha görmedim.”
Terk ediş, romanın politik tonuyla da başka anlam kazanıyor. Gözaltına alındıklarında kaybolanlar gibi, roman boyunca sürekli bir eksilme, sürekli bir kaybolma hissediyoruz. Bu bazen Demir gibi, bir trene bindirilip – arkasında kandamlaları bırakarak – götürülenler oluyor bazen de hayatın ağır yüküne dayanamayıp gidenler oluyor.
Ağır yükü bize yazar birkaç kez hissettiriyor öykülerin içinde. Hamal Demir “sabahlara kadar üzüm salkımlarıyla maydanoz çuvallarının, portakal kasalarıyla erik çekirdeklerinin altında ezilirdi” diye anlatılıyor. Roman kahramanı kendi çocukluğundan söz ederken de, okul çantası altında ezilişini birkaç kez yineliyor “çantam ki büyürdü sırtımda.” Zaten zor olan yaşamlarında, ezilmişlik iyice belirginleşiyor. Genel bir suskunluk hali egemen. Konuşmanın, hatta ses çıkarmanın suç sayıldığı bir yer anlatıldığı için, bu suskunluk anlaşılır oluyor.
Varlık Olmak
Faruk Duman, romanı sanki bir duygudan esinlenerek yazmış. Romanın merkezinde anlatıcının “bir varlık olmaklığın tadını bilmiyordum henüz” sözleri var. Burada “henüz” sözcüğü daha sonra öğrenmiş olduğunu sezdirse de, biz bu roman içinde böyle bir tadı yaşadığına tanık olmuyoruz. Hep zavallı bir hayat sürüyor. Generalin emrinde geçirdiği son yıllarında ise hayatında ona tazelik aşılayan tek kişi aşçı Selma, ama o bile çok uzağında duruyor hep.
“Kırk” aslında çok zor okunacak bir roman gibi görünüyor, çok yoğun duyguları, çok yoğun bir biçimde dile getiriyor. Fakat yazarın tekerleme şekline dönüştürdüğü şiirsel anlatı sayesinde kolayca akıyor. Yazarın sık yaptığı bir şey, bir önceki cümlede geçen sözcükle yeni bir cümleye başlamak, örneğin “…dışarıya koşarak çıkardı. Çıkınca ben de hayat dolu bu adamın peşinden giderdim.” Bu basit tekrarlama, anlatıcının hem masalsı hem de çocuksu bir hava ile anlatmasına izin veriyor. Anlatıcıyı hep saf bir karakter olarak görmemizi de sağlıyor.
Duman’ın 2003 yılında “Piri” adlı romanını da çok sevmiştim. “Kırk” dil açısından bir önceki romana belki benziyor fakat politik bir ironi olarak kurguladığı için temelde çok farklı. Ben sanırım Piri kadar sevmedim Kırk’ı ama yine de okuduğum diğer romanlardan o denli farklı ki, hayranlık duymadan edemedim.


Kırk / Faruk Duman / Can Yayınları / 2006 / 111 sayfa.

Hiç yorum yok: