30 Nisan 2008

Murathan Mungan "Kadından Kentler"


1980’li yıllarda üniversitede öğrenciyken ilk kez karşılaştırmalı edebiyat deyimini duymuştum. Henüz benim okuduğum üniversitede öyle bir bölüm kurulmamıştı ama bölümler arası ortak dersler bütün öğrenciler gibi benim de ilgimi çekiyordu. Fizik ve tarih bölümlerinden iki hocanın açtığı bilim tarihi dersi, teoloji bölümünden doğu dinleri uzmanı bir profesörün edebiyat bölümündeki dersi, sinema ve edebiyat bölümlerinin ortaklaşa düzenledikleri dersler derken, baktım en zevk aldığım ve en çok şey öğrendiğim dersler bunlar olmuştu. Farklı disiplinlerin birbirlerinin pencerelerinden bakmaları, her konuya zenginlik getiriyordu.
Sanatlara geniş açılardan bakmak, insanın dünya görüşünü de zenginleştiriyor. Bugün biliyoruz ki, bir metni (ya da bir öyküyü, şiiri, romanı) okumak aynı zamanda kültürel, tarihsel ve linguistik bağlamlar kurmayı gerektiriyor. Metin kendi dışında birçok şeye bağlantılı olduğu gibi, okur da birçok şeye bağlantılı olduğu için, her okumayla metin çoğalıyor.
Geçtiğimiz hafta böylesi bir metin çoğalmasına Santralİstanbul’da bulunan birçok kişiyle birlikte ben de tanık oldum. Murathan Mungan’ın son öykü kitabı Kadından Kentler muhteşem bir dekorda, kadın sanatçılar tarafından okunduğunda, öykülerin üzerine yeni bir katman oluşmuştu.
Öykülere ilk katmanı mekan oluşturuyordu. Santral İstanbul, aslında bu çok kadınsı öykülere, fazla erkeksi bir dekordu belki. Etraftaki dev metal objeler, borular ve beton, bilinçli olarak bir yabancılaşma yaratmıştı. Murathan Mungan, özellikle mekan yaratma konusunda çok yetenekli bir yazardır, Kadından Kentler’de de sadece Anadolu kentlerini feminen özellikleriyle ele almakla kalmamış, evlerin dekorlarını, giyimleri tüm kadınsılıklarıyla yansıtmıştı.
İğneoyaları, suzeniler, sarmalar, mürveriğneleri, civankaşları gibi dantellerin başrolde olduğu öyküler bunlar. Anlatılan kadınlar çok geniş bir yelpazede çeşitlilik gösteriyor. Çeyizlerini hazırlayan genç kızlardan adli tıp doktorunun makyajına dek, çok farklı kadınların farklı yaşamları belli noktalarda buluşuyorlar.
Santral İstanbul’daki okuma gecesinde öykülere ikinci bir katmanı ise okumalar gerçekleştirdi. Her öykü sanki onların okumasıyla yeni bir boyuta geçti. Sezen Aksu, Derya Alabora, Ayla Algan, Müjde Ar, Suzan Avcı, Arsen Gürzap, Nedret Güvenç, Başak Köklükaya, Jülide Kural, Türkan Şoray, Macide Tanır, Bennu Yıldırımlar’dan oluşan sanatçılar, tam da kendi kişiliklerine uyan kadınların bulunduğu öyküleri seslendirdiler.
Kadından Kentler on altı öyküden oluşuyor. Her bir öykü bir ya da birkaç kadının portresini çiziyor ve ayrıca her öykü Anadolu’nun farklı bir şehrinde geçiyor. Hemen hepsi kentsoylu kadınlar fakat farklı yaşlarda, farklı sosyal konumlarda ve farklı kültürlere sahipler. Kitabın son öyküsünde, İstanbul Esenler otogarında bir an için – ama farkında olmadan – aynı mekanda bulunuyorlar. Buradan kalkan ve buraya gelen otobüslerin içlerindeki kadınlar sanki bu öyküler boyunca incecik ipliklerden dantel örüyorlar. Orta noktasında İstanbul Esenler otogarının bulunduğu bir dantel Mungan’ın öykülerle ördüğü.
Bu kadınlar gibi, Santral İstanbul’da öyküleri de farklı kadınlar okudular. Okudukları öyküleri kendileri mi seçtiler bilemiyorum, ama sanki hepsi okudukları öykülere kendi kişiliklerinden bir şeyler kattılar.
Murathan Mungan büyük bir keyifle okunan, koca bir dantel çıkarmış ortaya. Anlatılan kadınların hepsi gerçek, hepsi canlı tablolar olarak duruyorlar karşımızda, ayrıca her birinin yaşadığı şehir (ya da birkaç şehir birden) o kadının oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Mungan bu kitabıyla, “erkek millet” denilen Anadolu halkının en kadınsı yönünü sunuyor bize. Bütün Anadolu şehirlerinin sokaklarında seyrek görülen kadınların hikayelerini anlatıyor.

Kadından Kentler / Murathan Mungan / Metis yayınları / 2008 / 290 sayfa.


(Bu yazı 29 Nisan 2008 tarihinde Taraf Gazetesinde "Ars Poetika" köşesinde yayımlanmıştır.)

25 Nisan 2008

Emile Zola "Suçluyorum"


SUÇLUYORUM!

Ülkenin her köşesinde, her vatandaş, her gün, siyasi konuları konuşup endişelenirken, kendi köşemde sanat ve edebiyatla ilgili konular hakkında yazmak bazen bana büyük bir lüks olarak görünür. Sanatlarla ilgilenen aydınlar bazı günler kendini Marie-Antoinette gibi hissedebilir; son zamanlarda ben de böyle hissediyorum. Bunca açlık varken, biz pastadan mı söz ediyoruz? Adaletin eşit dağıtılmadığı bir yerde, her konu pasta olmuyor mu? Neyse ki adalet duygumu güçlendiren, insanlığa olan inancımı tazeleyen eserler okuyup onlar hakkında yazmak, dengemi bulmama yardımcı oluyor.

Emile Zola’nın “Suçluyorum” adlı makalesi bunlardan biri. Tarih kitaplarından ve filmlerden bildiğim makalenin kendisini ilk kez okuma fırsatını bu hafta buldum. Tam da zamanıydı. Emile Zola yüzyıl öncesinden, adalet sisteminin iyi işlemediği zamanlarda örnek bir aydının duruşunu gösteriyor “Suçluyorum”da.


Zola makalesini, 13 Ocak 1898 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı Felix Faure’ya bir açık mektup şeklinde kaleme almış. L’aurore Gazetesinde yayımlanan makale, bir edebiyatçının yazdığı belki de en güçlü siyasi metindir. Yayımlandığı gün gazetenin 300,000 kopyasının birkaç saat içinde tükenmiş olması, konuya sadece Marcel Proust gibi genç yazarlar, Claude Monet gibi ünlü ressamlar değil, halkın da büyük ilgi gösterdiğinin kanıtıdır.


Bu ünlü makaleyi okurken Zola’nın ne denli az genelleme yaptığını görmenin beni şaşırttığını söylemeliyim. Yazar belirli bir konuyu ele alıp, sadece o konuda belli görevlilerin yaptığı hatalar üzerinde durmuş ve konuyu başka yönlere çekmekten özellikle sakınmıştır.


Olay, Fransız ordusunda gittikçe güçlenen Yahudi düşmanlarının, suçsuz bir subaya iftira atmaları ile başlar. Suçsuzluğunu haykırsa da, kimse duymak istemez, subay Dreyfus vatan haini ilan edilerek görevinden alınır ve ömür boyu hapis cezasını çekmek üzere Fransız Guyana’sındaki Şeytan Adasına sürülür. 19. yüzyıl Fransa’sının bu olaydan sonra, solcu – sağcı ya da sosyalist – dindar gibi ayırımlar yerine yeni bir ayırım gelir, Dreyfus olayı taraftarları ve karşıtları. Gerçekten de o günlerin gazetelerinden anlaşıldığı üzere, ülke tam anlamıyla ikiye bölünmüştür. Bir yanda aşırı milliyetçi Yahudi düşmanları diğer yanda ise o yılların önde gelen aydın kişileri.


Emile Zola’nın “Suçluyorum” başlığıyla yayımlanan yazısı, bölünmeleri ve nefreti arttıran bir unsur olur. Yazarın sadece gazetede yayınlanan makalesi değil, tüm kitapları yakılır, kendisi de vatan hainliği ve Fransa ordusunun onurunu zedelediği için mahkeme önüne çıkarılır.


Aradan bir yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, Zola’nın sesini bugün ülkemizde duymak her zamankinden daha önemli. Bu makaleye önce tamamen eleştirel bir gözle bakarsak, Zola’nın konudan hiç kopmadan, hiçbir detayı kaçırmadan olayları anlattığını görüyoruz. Bu bölümlerde kaleminin gücünden çok, doğruluk ilkesiyle hareket ediyor. Makalenin sonunda ise tamamen kaleminin ucunu iyice sivriltip, tek tek kimleri suçladığını, nedenlerini en acımasız şekilde eleştirerek dile getiriyor.

Kendi türü içinde bir başyapıt sayılan makale bu özellikleriyle dikkat çekiyor. Politik bir isyan dile getirdiği halde hiçbir yerinde ucuz bir hesaplaşmaya girişmiyor, aksine hep doğrulardan, bilinen az sayıda somut olaydan yola çıkarak argüman hazırlıyor. Fakat sonunda yine de vurucu darbesini yapmadan bırakmıyor, argümanı o denli güçlü ki, makalenin sonunda sertleşen dili okur hiç yadırgamıyor.

Bu makaleyi okumadan önce daha temel insan hakları savunuculuğu yaptığını zannederdim. Zola’nın sadece Dreyfus olayına odaklanmış olması aslında beni biraz şaşırttı. Bu örnekten yola çıkarak daha genel anlamda insan hakları ve adaletten söz etmesini bekledim fakat sanırım makale gücünü de tam buradan alıyor: ele aldığı konuyu saptırmadan ve genelleme yapmadan bir argüman sunuyor. Yine de tabii eseri bugün okuyan birine Zola’nın makalenin sonunda sıraladığı suçlamalar içinde bazıları özellikle daha önemli gelecektir. Bunların başında, kanıtların hasıraltı edilmiş olması, saygın bir kurumu (bu durumda orduyu) korumak adına adaletin hiçe sayılmış olması, aldatıcı ve hileli raporlar sunulmuş olması ve gazetelerin kendi kusurlarını örtmek için kamuoyunu yanıltması okura (burada adı geçen kişilerin kimliğini bilmese de) çok anlamlı gelecektir. Çünkü Zola’nın yazının sonunda dediği gibi “benim bir tek tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.”

“Suçluyorum” gerçekten çok güçlü bir metin. Bugün hala bu denli ilgi görüyorsa bu hem çok iyi yazılmış olmasından hem de dünyada hala adaletsizliğin gündemden inmemiş olmasındandır. Dreyfus olayına yabancı iseniz bile, Tahsin Yücel’in kaleme aldığı önsöz ve sonrası, bu tarihi olayı etraflıca anlamanıza yardımcı olacaktır. Tarihte aydınlanmış bu olaylar, bir bakıma bugüne de ışık tutarlar.

Suçluyorum / Emile Zola / çev.: Tahsin Yücel / Can Yayınları / 2008 / 42 sayfa.


(Bu yazı 22 Nisan 2008'de Taraf Gazetesinde yayımlanmıştır.)

22 Nisan 2008

Mahmut Makal "Bizim Köy"

TEZEKLİ İLKOKULLAR


Geçtiğimiz hafta, şehirlerde büyüyen yeni nesiller belki hayatlarında ilk kez tezek gördüler. Benim için de yıllardır görmediğim bir görüntüydü. Henüz haberlerde anlatılan konuyu anlamadan, bir masanın üzerine dizilmiş tezekleri görmek, bir anda sinesteziye neden oldu. Bir duyunun algılaması, yani görme, o anda var olmayan bir kokuyu hissettirdi bana. Çocukluğumda köyde geçirdiğimiz yaz aylarını hatırladım.
Ekranlardaki tüm haber programlarında, ardından da gazetelerde bol bol gördük tezek resimlerini. Tam da o sıralarda elime Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” adlı anlatısı geçmiş, onu okuyordum. Burnumda canlanan, yine o tezek kokusu. İlkçağlarda insanların ısınmak için kullandıkları hayvan dışkısı, her köyünden cep telefonuyla konuşulmasıyla övünülen Anadolu’nun, 21. yüzyıldaki yüzlerinden biri. Evet, değişen şeyler var (cep telefonu gibi) ama asıl sormamız gereken: gelişen bir şey var mı?
Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” adlı eserine gönderme yapan çok sayıda metin okumuş olmama rağmen, eserin kendisini okumamıştım. 1950’lerin efsaneleşmiş kitaplarından birini geçtiğimiz günlerde bir yayınevinin yeniden basması ve gündeme getirmesi çok yerinde oldu.
Kitapta Makal, öğretmenlik yaptığı yıllarda (henüz 20 yaşında bile değilken) kendi yaşamından ve köy sahnelerinden oluşan çok canlı tablolarla, bir Anadolu köyündeki hayatı anlatıyor. Aradan geçen elli küsur yıl içinde ne kadar az şeyin değiştiğini görmek, Mahmut Makal’ın eserini ne denli temel unsurları anlattığını görmemi sağladı.
“Bizim Köy”ün bu yeni baskısının bir özelliği de, Ara Güler’in eşsiz güzellikteki Anadolu resimlerinin metne eşlik etmesi. Resimlerin altlarında çok şiirsel açıklayıcı sözler de eklenmiş. Örneğin güzel saçları örgülü küçük bir kızın resminin altına: “Belik saçlı güzel kız, nasıl da sabırla, sevgiyle örülmüş saçların. Sanki ilerde saçlarının görünmeyeceğini bilerek, bu kısacık özgürlüğün tadını çıkarmanı, göz kamaştırmanı istemişler gibi.”
“Bizim Köy”ün önsözü, kendisi de köy enstitülerinde eğitim görmüş, değerli yazar Adnan Binyazar tarafından yazılmış. Buna sadece bir önsöz demek hata olur, Binyazar burada kitabın tarihçesini, yayınlandığı yıllarda aldığı tepkileri ve eleştirileri, ve en önemlisi de köylü edebiyatının nasıl görüldüğü, hala ne durumda olduğu üzerine çok güzel bir inceleme yazmış. Onca yoksulluk içinde, sahip olduğu en değerli şey sevecenliği olan Anadolu insanını, yüceltmeden (tabii yermeden de) anlatan metinler ve görüntüler bu benzersiz kitabı oluşturmuş.
Son zamanlarda okuduğum bir başka Anadolu sesi taşıyan kitap, Gülnaz Özacar’ın “Bir Anadolu Kadınının Anıları” oldu. Mahmut Makal ile Gülnaz Özacar’ın kitapları arasında elli yıldan fazla zaman girmiş olmasına rağmen, anlatım benzerlikleri, anlatılan köyün ve insanlarının benzerliğinden daha şaşırtıcı geldi bana. Gülnaz Özacar, Makal gibi okumuş biri değil. Zorluklarla, ancak ilkokula gitmesine izin verilmiş bir kız çocuğu. Sadece köy hayatının zorlukları değil, kadın olmanın zorlukları öne çıkıyor bu kitapta.
Benzerliklere gelince, Anadolu’ya özgü atasözleriyle zenginleştirilmiş bir dil kullanmak ilk göze çarpan özelliği iki kitabın. Yapısal olarak da, her iki kitap, sahnelerden ve insan portrelerinden oluşan kısa öykücükler içeriyor. Bazıları komik, bazıları hüzünlü ve acı. Yaşam gibi.
Makal’ın kitapları (yayınevi “Bizim Köy” ile birlikte yazarın diğer eserlerini de yayımlıyor) okurken Anadolu köyleri üzerine biraz internette dolaşınca, hemen her köyün web sayfasının olduğunu görmek çok hoşuma gitti. Köylerin tarihçeleri, güncel haberler ve özellikle baharla birlikte, çiçek açmış meyve ağaçlarının resimleriyle dolu sayfalar içimi sevinç doldurdu. Bir an için, tezek hazırlayan kadınların ağır şartlar altında hayatlarını sürdürdüklerinin acısı hafifler gibi oldu.

Bir Anadolu Kadınının Anıları / Gülnaz Özacar / www.okculuyuz.biz
Bizim Köy / Mahmut Makal / Ara Güler Fotoğraflarıyla / Literatür Yay. / 2008 / 166 sayfa.

18 Nisan 2008

Salman Rushdie "Öfke"


HAVADA ÖFKE VAR



Salman Rushdie’nin “Öfke” romanının İngilizcesini 2001 yılının Eylül başında okuyordum. Kapağında New York gökdelenleri ve Empire State binasının resmi olan kitabı tam da 11 Eylül günü bitirmek üzereydim. Çok garip bir duyguya kapılmıştım; roman sayesinde kendimi tam New York’ta hissederken, canlı yayında New York Ticaret Merkezinin ikinci kulesine uçağın girişini tüm dünyayla birlikte canlı yayında izliyordum.

O günden sonra, roman hakkında çıkan eleştiri yazılarında, Salman Rushdie’den bir kahin gibi bahsedildiğini hatırlıyorum. Müslüman asıllı ve Asyalı bir yazarın genel olarak Batıyı, özel olarak Amerika’yı ve daha da özel olarak New York’u nasıl gördüğü romanın yayımlanmasından hemen sonra çok farklı anlamlar kazanmıştı.

O günlerde dünya edebiyat çevreleri “Öfke” etrafında fırtınalar koparırken, Türkiye’de yayınlanmamış olması şimdi bana çok garip geliyor. Neyse ki, bu kadar zaman sonra da olsa, romanın çevrilmiş ve hepimizin belleklerinde hala izleri süren bir dönemi ince ayrıntılarıyla anlatıyor olması, yine de bu romanı önemli kılıyor.

“Öfke”nin kahramanı 55 yaşındaki Malik Solanka’dır. Cambridge Üniversitesi, King’s Kolejinde felsefe profesörü olan Hint asıllı Malik, akademik hayatın dar görüşlü, sıkıcı ve dayanılmaz olduğunu ileri sürerek 1980’li yıllarda, üniversitedeki görevinden istifa eder. Akademik hayattan, şov dünyasına geçiş yapar. Kendi yarattığı kuklalar (bebekler) aracılığıyla, bir televizyon kanalında popüler felsefe programı yapmaya başlar. Kısa zamanda felsefi bebekleri çok ünlenir. Programı gece saatlerinden, televizyonun “altın saatleri” denilen haber sonrası kuşağına alınır.

Dışardan bakıldığında “ideal” görünen bir evliliği vardır, üstelik cebi para doludur, yaptığı televizyon işi çok tutmuş, ona milyonlar kazandırmıştır. Oysa Malik, evini, sevdiği karısını ve henüz üç yaşındaki oğlunu terk ederek New York’a yerleşir. Daha sonra, New York’a yeniden varolmak için gelmediğini, “olmak değil, yok olmak için” (s. 112) bu hamleyi yaptığını anlarız. Romanın girişinden, Malik’in hayatında çok önemli bir şeylerin ters gittiğini tahmin etmeye başlarız. Böylesine ideal ve güzel bir hayatı bırakıp New York’a gelmesinin, aksi ve mutsuz bir adam olmasının mutlaka bir nedeni var diye düşünmeye başlıyoruz.

Malik’in Amerika hakkındaki görüşlerini dile getirdiği bölümler, yazar olarak Salman Rushdie’nin de sonradan kehanet sayılan sözlerinin yer aldığı bölümler: “Amerika sınırsız gücü yüzünden korku doludur; dünyanın öfkesinden korkar ve bu öfkenin adını kıskançlık olarak değiştirir.” Aslında romanın giriş bölümü de New York portresi çizerek başlar: “Şehir para içinde yüzüyordu. Kiralar ve gayrimenkul fiyatları tavan yapmıştı, giyim sektöründe çalışan herkes modanın daha önce hiç bu kadar moda olmadığı konusunda hemfikirdi. Saat başı yeni lokantalar açılıyordu. Mağazalar, bayiler, galeriler, özel ürünlere gösterilen yoğun ilgiyi karşılayabilmek için mücadele ediyordu; sınırlı miktarda üretilen zeytinyağı, üç yüz dolarlık şişe açacakları, müşterinin isteğine göre değişiklik yapılmış Humvee marka cipler…”

Rushdie, en iyi bildiği şekilde (ironi ve alay dolu sözlerle) yeni milenyumun ana hatlarını çiziyor aslında romanda. Romanda birkaç kez “havada öfke var” sözünü yineliyor. Tüm dünyayı sarsacak öfkenin yolda olduğunu hissediyor. Ve bu roman yazıldığından beri, bu öfkenin sakinleşmediğini, giderek arttığını, tüm dünya görüyor.

Şimdi Malik’in neden önceki hayatını terk edip kendini buraya sürgün ettiği konusuna geri dönersek, karşımıza yine Doğu/Batı karşıtlığı çıkıyor. Romanda gönderme yaptığı Othello gibi Malik de, beyazların dünyasında (hem de beyaz bir kadınla evli) bir yabancıdır, ötekidir. Batı dünyasında ne denli başarılı ve varlıklı olsa da hep öteki olarak kalacağının bilincindedir. Rushdie, Othello benzetmesiyle Batı’nın asla yabancıyı içine tam olarak almadığını da gösteriyor.
“Öfke” Batı/Doğu tartışmasında çok önemli bir rol oynuyor bence. Rushdie ilk kez “Öfke” ile Amerika’yı anlattığı bir roman yazdı. Anlattığı Amerika, sömürgeci, aşırı tüketici, saldırgan ve diğer kültürlere saygısız bir ülke. Politik portrelerin dışında da bu roman çok önemli, mitolojiyi bugüne taşıyor adeta: “Bu günlerde, fazla önemsenmeyen tanrıçalar daha aç, daha vahşiydiler ve ağlarını daha geniş bir alana atıyorlardı.

“Öfke” yayınlandığından beri (2001) Rushdie’nin hayatında çok değişiklikler oldu, önce romanı ithaf ettiği dördüncü karısı Padma Lakshmi’den boşandı, ardından kraliçe tarafından Sir unvanı kazandı. Geçtiğimiz hafta da “The Enchantress of Florence” adlı yeni romanı yayınlandı. Umarım bu yeni romanı daha hızlı Türkçeye çevrilir ve yayınlanır.
(Bu yazı 8 Nisan Salı günü Taraf Gazetesinde "Ars Poetika" köşesinde yayımlanmıştır.)

08 Nisan 2008

Nedim Gürsel "Allahın Kızları"


Orta birde, din hocamız bir gün İslam’da mucize olmadığını, tek mucizenin Kitap’ın kendisi olduğunu söylediğini anımsıyorum. Bunu duyduğumda elbette farkında değildim ama şimdi bu sözlerin altında yatan pozitivizmi görüyorum. Dine bu gözle bakanlar, inançtan çok, bilimle açıklanacak bilgi olarak görürler dini.


Bu hafta okuduğum Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” adlı olağanüstü güzellikteki romanı, beni bu konuyu düşünmeye itti. İnananlar, ne bekler dinden? İnsanların dinden beklediklerinin, bilinmezleri açıklamak, hastalıklara ilaç bulmak, atom teorisini anlamak olduğunu hiç sanmıyorum. İnsanlar gerçekte dine, ruhsal arayışlarla yönelirler. Ortaçağdan beri bilimle yarışan batılı dinler, insanı spritüel arayışında yalnız bırakmışlardır.

“Allah’ın Kızları” romanından bahsetmeye belki çok garip bir açıdan bakarak başladım, fakat son dönemlerde din, inanç ve gelenek üzerinde toplumca çok daha fazla konuşur ve kafa yorar olduk. İslamiyet’i değil yalnızca, inanç sistemlerini de sorgulama gereği duymaya başladık.

Nedim Gürsel tam da bu konuları romanının merkezine yerleştirmiş. Onun anlattığı din, bilimle yarışan, mucizelerden uzak bir inanç değil, aksine yüzyıllar boyunca anlatıların efsaneleştiği, olağanüstünün kabul gördüğü bir inanç sistemi. Dini öyküler zaten efsanelerden, masallardan, olağanüstü kişilerden ve tüm bunların en şiirsel biçimlerde anlatılmalarından ortaya çıkmaz mı?

“Allah’ın Kızları” birbiri ardına, nesillerdir anlatılagelen hikayeleri, masal anlatır gibi şiirsel bir dille anlatıyor. Nedim Gürsel roman için ikinci tekil şahısta anlatıyı seçmiş ve bence çok da iyi etmiş. Romanın anlatıcısı, “sen” diye hitap ediyor anlattığı kişiye: bu, küçük bir çocuk olduğu gibi, dolaylı olarak aynı zamanda okur da oluyor. Okuru babaannesinin masallarını dinleyen bir çocuk konumuna koyarak anlatıyor. “Dedenle Cuma namazına giderken…” diye başlıyor örneğin bir bölüm. Sanki çocukluğunda hayal meyal hatırladığı anılarını büyüklerinin ağzından yeniden dinliyor.

İkinci kişiye anlatılması zor bir anlatım olmasına rağmen, yazarın amacına tam hizmet ediyor. Masal dilinden uzaklaşmamış, okur ile çocuğu bir bütün olarak düşünmüş ve belki de en önemlisi, uzak diyarların, geçmiş zamanların hikayelerini, bir çocuğa anlatırken yapılan cinsten abartılarla, efsanelerle süslüyor. Anlatım hiç dağılmıyor, hep aynı sesten dinliyoruz hikayeleri.

Romanın formuyla ilgili bir başka özelliği de, her bölümün farklı karakterlerin dilinden anlatılıyor olması. Çoksesli bir anlatı kurmuş Gürsel. Her dört bölümde bir Uzza, Manat ya da Lat’ın başlığını taşıyan, onlardan birinin ağzından dile getirilmiş anlatı yer alıyor. Böylece bölümlerin nasıl romanın dokusunu oluşturduğunu da görme fırsatı oluyor okur. Üst üste gelen simetrik anlatılar, yapıyı oluşturuyor.

“Allah’ın Kızları”nın konusunu anlatmak çok zor. Roman farklı çağlarda geçen, kutsal kitaplarda bahsedilen öykülerden oluşuyor. Gürsel hoş şekilde öyküleri birbirlerine bağlayarak bugüne kadar getiriyor. Örneğin, romanın başlarında hazreti Muhammed’in doğumundan önce babasının ve dedesinin hayatlarını anlatıyor. Peygamberin dedesinin anlatıldığı bölümlerin içinde, anlatıcı kendi çocukluğuna, dedesine göndermeler yapıyor.

Öyküler arasındaki benzetmeler çok zekice yapılmış. Benzer temaları çağlar ötesinde yinelendikçe, romandaki kişiler ve olaylar belirginleşiyor. Romanda yazarın sık kullandığı temalardan biri, kurban. İlk başlarda İbrahim peygamberin oğlunun boğazını kesmek üzere dağa çıkışını anlatıyor. Ardından küçük bir çocukken dedesinin evinde, kömürlüğün yanına bağlanan, kurban bayramında kesilmeyi bekleyen koçtan bahsediyor. Kesilen kurban, aslında çocukların yaşamlarının bedeli. Çocuk bir şekilde kendi yerine kurban edilen hayvana karşı bir suçluluk duyuyor belki, ama kendisinin hayatta kalması için bunun zorunlu olduğu söyleniyor ona. Çocuk zihninde kurban, kendi yaşamının ne denli değersiz, kolay kaybedilebilir hatta kendini sevdiğini zannettiği büyükleri tarafından harcanabilir olduğunu gösteriyor.

Kurban bir kez daha Muhammed’in babasının küçük bir çocukken nasıl kurban edilmekten kurtulduğu hikayesiyle anlatılıyor. Temanın farklı çocukların hayatlarındaki anlamıyla tekrarlanması, çağlar boyunca inancın içine işleyen şiddeti sorguluyor. Tabii bir de peygamberin babasının kurban edilmekten son anda kurtulması, yaşamın rastlantısallığını da gösteriyor.

Yazarın kullandığı bir başka tema da, yol. Kays gibi, şehvet için yolculuk yapanlar var ama bir de, hayatı yollarda arayış içinde geçen dervişlerin hikayeleri var ki, bunlar romanın en güzel hikayeleri. Cennete giden yola girmek için yıllarca iz süren dervişin hikayesi Yunus Emre’nin satırlarıyla son buluyor:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana Seni gerek Seni”

Romanın yazılış amacını da bize yol simgeleri anlatıyor: “Anadolu’yu karış karış dolaşıp tekkelerle, dervişlerle, onların menkıbeleriyle yatıp kalkmaya başladığında, bir yol arayışına girecektin. Doğru yolu bulmak değildi amacın, belli bir yola girmek de değildi. Yoldan çıkmak, kendini hayat yolunun ortasında karanlık bir ormanda bulmak istemiyordun o kadar.”

İnsanların dinden beklentisi diye başladık yazıya çünkü roman bana en çok bu konuyu düşündürdü. Nedim Gürsel’in de bu sorunun peşinden giderken romanın temelini oluşturduğunu düşünmeden edemedim. Romanın bir bölümünde, dedesinin elinden tutmuş camiye giderken, yatırın yanında pazar kurulan boş arsaya gelip bağlama çalan ozandan öğrendiklerini anlatır. Tasavvufla pek ilgilenmeyen dede, camideki vaazdan daha memnun kalır fakat çocuk “…nerde ozanın anlattıkları, nerde imamın vaazı! … imamın anlattıklarında olağanüstü hiçbir şey yoktu” der.

Spritüel olandan, tasavvuftan ve olağanüstüden uzaklaştıkça geriye ne kalır diye düşündüm romanı bitirince ve dinin özündeki ruhsal arayışın bundan beslendiğini, aksi takdirde geriye sadece yasa ve şiddet kaldığını gördüm.

Bu romanı keyifli masallar okur gibi okudum ama ardında yatan yoğun araştırmadan da söz etmek gerekir. Nedim Gürsel sadece teologların araştırmalarını incelemekle kalmamış, eski destanları, evde dedelerden, ninelerden dinlediğimiz efsaneleri de romana dahil etmiş. Bazılarının şehvet dolu, bazılarının da erdem dolu hikayelerini nefis bir dille aktarmış.

Allah’ın Kızları / Nedim Gürsel / Doğan Kitap / Mart 2008 / 287 sayfa.


(Bu makale Dünya Gazetesinin Kitap ekinde 4 Nisan 2008 günü yayımlanmıştır.)

Gülten Akın ve Erdal Öz


KUŞLARDA BULUŞMA



Gülten Akın’ın şiirleri, hayatımın farklı dönemlerinde benim için çok büyük önem taşımıştır. Yozgat kökenli bir aileden (benim gibi) geldiği için de, özellikle kendime yakın hissetmişimdir.

Geçtiğimiz hafta, tam da internette bulduğum Gülten Akın şiirlerini okurken, güzel haber geldi: birinci Erdal Öz edebiyat ödülünü ona verdiklerini öğrendim. Yine onun şiirlerini okuma dönemindeydim, zamanlama benim açımdan kusursuzdu.

Gülten Akın’ın şiirlerinde sanırım okuru en çok etkileyen şeylerin başında, şairin duygularını, düşüncelerini, inanılmaz bir yalınlıkla sunması. Ayrıca okuyan herkesin derinden sarsılmasına neden olan şiirler bunlar, okuyan herkes diyorum çünkü onun şiirlerinde bilgili olmanın kibri yoktur. Elit bir sınıf yoktur, tüm insanların duygudaşlığı vardır.

Çok sevdiğim şair, yazar ve sanatçılarda belki bir ortak özellik, toplumdan uzak entelektüeller olmamaları. Bir sanat yapıtında insan sevgisi hissetmek, kuşkusuz izleyen / okuyan kişiyi daha derinden etkileme gücüne sahip oluyor. Gülten Akın da şiirlerini insan sevgisiyle yoğuranlardan. O sanatını, salt kendini ifade etme yolu olarak görmeyen bir şair, şiirini okuyanlarda bir katharsis’e neden olduğunun bilinciyle yazıyor. Amacı bilincimizi yükseltmek gibi basit bir arayış değil, çok daha temel, insan olma/insan yapma gibi bir amaç taşıyor sanki yazdıkları.
Sanat, bir güce sahip. Bu güç bazı sanatçıların elinde, insanı yücelten bir hal alıyor. Ben Akın’ın şiirlerini de arınmanın parçası olarak görüyorum. O nasıl yazarken arınıyorsa, bizim de okurken arınmamızı sağlıyor.


Burada sadece Gülten Akın’ın yoğun duygu yüklü şiirlerinden söz etmek de haksızlık olur. Onun şiirinde dünyaya ve dünyanın kötülüklerine direnen, başkaldıran bir ses de duyarız.


“bazı ülkelerde savaş başlar savaş biter
savaş yine başlar biter
anneler çocuklar askerler ölür
(baba zaten askerdir)
fotoğraflar biraz daha büyütülür
duvarı kaplar ölmüşler
bebek ağlar”
(…)
“vardı bir şeyler elbette
o zaman da vardı
ama Afgan şehirleri
masal olmamıştı daha
Iraklı çocuklar, anneleri…
Irak kül, Irak yıkıntı
Ortadoğu yara dünya”
(…)
“Ziverbey köşküne bitişik duran
bir evdi İstanbul”
***
2005 yılında “Yazarın 24 Saati” başlığı altında, o yıllarda çalıştığım gazetenin kitap ekine bir sayfa hazırlamaya başlamıştım. Her hafta bir yazar ya da şair, bir gününü anlatıyordu. Erdal Öz bir gününü anlattığı yazısına: “Biliyorum, yazarlığı kendine uğraş edinmiş kişi, yazıyla sürekli buluşan, sevişen kişidir. Öyle olmalıdır diye düşünüyorum” sözleriyle başlıyordu; yazının sonunda ise “…ama içimde biriken öyküleri ilk fırsatta bir yeni kitaba çevirecek kadar da doluyum” diyordu.

Yazıya “Kuşlarda Buluşma” başlığını vermemin nedeni, Erdal Öz ödül töreni için verilen davette, her gelene Öz’ün “Sığırcıklar” adlı öykü kitabını hediye etmeleri oldu. Bir yandan Gülten Akın’ın “Kuş Uçsa Gölge Kalır” şiir kitabı, öte yandan Erdal Öz’ün kuşlarının kanat sesleri, tepelerde bir yerlerde, belki bir ağacın dallarında, şair ile yazarı zihnimin bir köşesinde buluşturdu.

Kuş Uçsa Gölge Kalır / Gülten Akın / YKY / 2007 / 43 sayfa.
Sığırcıklar / Erdal Öz / Can yayınları / 2008 / 61 sayfa.