21 Mayıs 2008

Mehmet Erte "Bakışın Kirlettiği Ayna"


BECKETT-VARİ

Bu hafta okuduğum öykü kitabında daha birinci öyküyü bitirmeden bu yazıya “uzun zamandır okuduğum en iyi…” sözleriyle başlayacağımı biliyordum. Kitaptaki tüm öyküleri kahkahalarla okuduktan sonra --gördüğünüz gibi-- ilk cümleyi değiştirmedim.
Her okur öznel bir zevke sahiptir. Edebi değerlendirmelerin dışında, okurun kişiliğini yansıtan zevkleri edebi beğeniyi etkiler. Çok farklı türlerde eserlerden zevk alsam da, benim için gerçeküstü mizahın yeri başkadır. Gerçeküstü mizahın (ya da absürd edebiyatın) babası Sisifos Söyleni’nin yazarı Albert Camus sayılır fakat türü gerçek anlamda doruğa ulaştıran Samuel Beckett’dir.
Mehmet Erte’nin Bakışın Kirlettiği Ayna adlı öykü kitabından, tam da Beckett’in eserlerindeki tat alınıyor. Beckett’de rastladığımız türden bir mizaha sahip Erte; öyküleri de gerçeküstü mizahın özellikleri sayılan, gariplikler, bağdaşmaz durumlar, karşıt görüntüler ve anlamsız mantık yürütmelerden oluşuyor.
Erte’nin öyküleri genelde çok sıradan bir durum anlatır havasıyla başlıyor. İlk başta her şey mantıksal bir düzen içinde bir gerçekliğe sahip görüntüsünde ama ilerleyen satırlarda gerçeklikten kopuşuyla birlikte yazar bir üst gerçeklik oluşturmaya başlıyor.
Absürd edebiyatın bir özelliği, insanın evreni anlamlandırma çabalarındaki saçmalığı vurgulamaktır. “Absürd” sözcüğünü ilk kullananlardan Soren Kierkegaard, daha sonra varoluşçu felsefenin ve “Absürd Tiyatro”nun gelişiminde büyük rol oynayan Jean-Paul Sartre ve Samuel Beckett, hepsi insanın fazla anlamlar yüklediği doğanın aslında ne denli kayıtsız olduğunu anlatmaya girişmişlerdir. Fakat nihilist değillerdir, çünkü onlar yaşamın anlamsız olduğunu söylemezler, sadece yüklenen anlamların saçmalığını vurgularlar.
Mehmet Erte “Sinek” öyküsünde Kierkegaard’a yaptığı göndermelerle kendini bu türe yakın gördüğünü gösteriyor. “Af” adlı öyküsü ise Beckett’in anlamsızlık gülmecelerine benziyor. “Af” belediyede çalışıp çalışmadıkları belli olmayan iki adamı anlatır. Öykü “(g)ecenin bir vakti, arkadaşım Serkan’la, kasabamızın yeniden düzenlenen Mecburiyet caddesinde sokak lambalarının sağlam dikilip dikilmediğini denetliyorduk” diye başlar. Sokak lambalarının sağlamlığını kontrol eden iki müfettişin öyküsü elbette çok komiktir fakat yazarın asıl alay ettiği şeyin bu görev değil, bu görevi yapış biçimidir. Konu buraya gelince, bu iki adamın herhangi bir işte çalışıyor olabileceğini anlarız. Sonuçta önemli olan, yapılan işin saçmalığı değildir, o işi yapacak adamların mantığıyla işlerini yapıyorlardır. Herhangi bir işi aynı ciddiyetle yapan insanların her birinde görülebilir bu saçmalık. Hatta belki ölüm karşısında herhangi bir işi bunca ciddiye alarak yapmanın kendisi de saçmalıktır.
Bu türün en hoş yanı, mizahın çok şaşırtıcı noktalarda ortaya çıkmasıdır. Mehmet Erte’nin öykülerinde de durum böyle. “Alnıma bir delik açmam gerekiyordu” tümcesiyle başlayan “Delik” adlı öykü, büyük bir merak uyandırarak başlıyor, öykü neden bir delik açması gerektiğini değil, bu deliğin nasıl açılacağı konusuna daldıkça trajik gibi başlayan öykü alay ve gülmeceyle dönüşüyor.
Kitabın bence en güzel öykülerinden “Bana Ne Ben”de yazar bir ara “hikayeye geçmeden önce nasıl yazdığım hakkında konuşacağım. Çünkü her şeyin nasıl olduğu konusunda bir fikri olan ya da derhal bir fikir edinmek isteyen sizler çok tuhafsınız” dedikten sonra “ilk kelimeden sonra değilse bile, ilk cümleden, o da olmadı ilk paragraftan sonra yazar bir hapishanenin içindedir” diye açıklıyor yazma şeklini. Form açısından okurla da oynamaya başlıyor, okuru da kendi gibi metnin içine hapsetmeyi başarıyor, sürekli bir önceki paragrafa sonra son paragrafa okuru yollayarak, hep başladığı noktadan – hem de yazarın nasıl yazdığı hakkında hiçbir fikir edinmeden – öteye gidemiyor.
Bakışın Kirlettiği Ayna, bazen büyük bir acıma duygusu uyandırarak paranoyak bir zihnin işleyişine tanık olmamızı sağlıyor, bazen de yaptığımız her şeyden şüphe duymamızı sağlayacak kadar gerçeklik düzeyimizi alt üst ediyor. Karanlık-sever ve ironi-sever okurlar için ideal bir kitap.

Bakışın Kirlettiği Ayna / Mehmet Erte / Yapı Kredi / 2008 / 126 sayfa.


(Bu yazı 20 Mayıs 2008 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

14 Mayıs 2008

Behçet Çelik "Gün Ortasında Arzu"


2008 Sait Faik Hikaye Armağanı

2008 Sait Faik ödülünü kazanan Behçet Çelik, “Gün Ortasında Arzu” adlı öykü kitabında, kentli yaşam içinde biraz kaybolmuş orta yaşlı insanları anlatıyor. Öykülerde bazı temaları yinelediği için, ortaya roman tadında okunan bir kitap çıkmış.
Behçet Çelik’in öykülerinde ilk dikkat çeken şeylerin başında, karakterlerin geçmiş tarafından belirlenmiş bir bugün içinde yaşıyor olmaları. Öykülerin hemen hepsi bugünde geçiyor, modern şehirlerde, sıradan işlerde çalışan insanların dünyasında fakat yine neredeyse tüm öykülerde, canlanan karakterler geçmiş bir zaman diliminin etkisiyle bugünü yaşıyorlar.
Çelik’in öykülerinde eski bir sevgili ya da liseden eski bir arkadaş bir anda kahramanın karşısına dikiliyor. Bir insanın hazırlıksız yakalanması gibi, geçmişle aniden karşılaşma, bir sevinç çığlığıyla başladığında bile eskinin hoş olmayan tatlarını da beraberinde getiriyor. Kahramanlar bugünde yaşasalar da, hep geçmişte kalmış parçaları hissediliyor. Sanki, hesapları açık bırakılmış bir geçmişle yüz yüze gelmeleri gerekiyor. Yazar çok başarılı bir şekilde, geçmişle hesaplaşmaların bir ucunun hep açık kalacağını hissettiriyor.
Okurun da kendi geçmişiyle yüzleşmesini sağlıyor bir bakıma. Aynı idealleri paylaşan insanlar yıllar sonra ne olur? Büyük bir aşk yaşamış çift yıllar sonra ne hissederler birbirlerini gördüklerinde? Birlikte yaşamayan insanlar (hatta bazen birlikte yaşayan insanlar da) yıllar içinde öylesine farklılaşırlar ki, geçmişte anısı kalan kişinin karşılarında oturan kişi olmadığını görmek büyük bir acı verir.
Yazar bu konuya ustaca eğiliyor. Özellikle “Islak Muşamba” adlı öyküde, eskiden tanıdığı biriyle bira içmeye giden kahraman, yıllar önce söylenenleri karşısındaki hatırlayınca hiç de sevinmez görünüyor, hatta gecenin tatsızlığı büyük ölçüde geçmişin hatırlanmasından kaynaklanıyor. Çevre tatsızlaşmaya, dekor da adileşmeye başlıyor. Islak muşambanın tene değmesi gibi tatsız bir duygu bırakıyor geride.
Geçmişe nostalji ile bakan biri değil bu öykülerin yazarı. Bugüne bir anda atılmış gibi. Çok sayıda öyküde de yıllar boyunca uzaklarda yaşamış, yeni eve dönmüş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Uzaklarda geçen yıllar hakkında hiç bilgi verilmiyor, önemli olan her zaman ev ve eve dönüş. Sanki evde kalanların geçmişi unutmuş olması isteniyor, sanki uzaklara gitmiş olmanın nedeni geçmişten kaçmak.
Behçet Çelik ayrıca öykülerinde sıklıkla kadın erkek ilişkilerini mercek altına alıyor. Bu ilişkilerin en belirleyici özelliği iletişim bozukluğu. Erkek genelde suskun. Kendini ifade etmeyi bilmeyen erkek tiplemelerine çok yer vermiş öykülerinde Çelik. Suskunlukların nedeni hiç açıklanmıyor ama hep yine başta sözünü ettiğimiz benzer bir kapanmamış hesaplar sorunu olduğunu hissettiriyor okura.
Öykülerde erkekler arasındaki dostluk ve iş ilişkileri de geçmişin ağırlığı altında eziliyor adeta. Asla dile getirilmemiş kırıklıklar, bugün bile aynı acıyla hissediliyor. Bir de tabii erkek ilişkilerini belirleyen bir rekabet söz konusu. Kitabı çok satan bir yazar mı oldu arkadaşı? Mutlu bir evlilik mi yaptı? Bu düşünceler de kıskançlık değilse bile, rekabet duygusunun yarattığı ezilmişlik ile birlikte geliyor.
Behçet Çelik, insan ilişkilerindeki gerginliği büyük bir başarıyla dile getiren yazarlardan. Genelde gerginliklerin nedenini açıklamıyor ama okurun gergin havayı solumasını istiyor
“Gün Ortasında Arzu” Behçet Çelik’in kitaplarıyla ilk karşılaşmamdı. Özellikle dikkatimi öykünün dışında bırakmayı seçtikleriyle çekti. Öykülerde asıl anlatılan zaman bugün değil, geçmiş; asıl anlatılan kişi kahraman değil, öteki; anlatılan mekan ise bulunan yer değil, özlem duyulan yer. Yazar da aynı öykülerinde anlattığı, suskunluklarıyla suçlanan erkek kahramanları gibi, bize şimdi, burada, nasıl gibi basit şeyler anlatmıyor, asıl anlatmayı seçtiği, anlatmadıkları. Ve bunda çok başarılı. Edebiyat severlerin bundan sonra çok sık duyacağı isimlerden biri Behçet Çelik.
Gün Ortasında Arzu / Behçet Çelik / Kanat Kitap / 2007 / 127 sayfa.
(Bu yazı 13 Mayıs 2008 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

09 Mayıs 2008

Erasmus "Deliliğe Övgü"


DELİLİK DİŞİ MİDİR?


Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eserinin tüm klasikler arasında çok özel bir yeri vardır. Rönesans edebiyatının en iyi örneklerinden biri sayılan Deliliğe Övgü bugün okunduğunda, yüzyıllar sonra hala okura inanılmaz keyif veren ender yapıtlardan biridir.

Erasmus’un Deliliği, birinci tekil şahısta, okurla konuşan bir karakterdir. Yazar dramatik bir sahneleme kurgular ve kadınsı özelliklerle donatılmış bir kahraman ağzından birçok önemli konular işler: akıl konusuna tek yönlü ve önyargılı bakmayan, bilginin sınırlarını ve değerini anlayan ve en önemlisi de insan hayatını belirleyen davranışların erdemlerini sorgulayan bir karakterdir Delilik. Hoppa ve çekici olduğunu söyler. Asla okurla polemiğe girmez, tek amacının eğlendirmek olduğunu sık sık yineler. Okurdan beklentisi ise, eğlenmenin ötesinde, hayali seyircileri gibi ondan yana olarak, onun fikirlerini anlamamızdır. Dilini sakınmayan, aklı bir karış havada olmasına rağmen çok da çekici ve arzu doludur sunduğu karakter.


Erasmus’un bir kadın kahraman seçmiş olması rastlantı değildir. Her şeyden önce yarattığı bu karakter sayesinde ortaçağın katı Kilise babalarını ve bağnazlığı sansürden korkmadan eleştirebilmiştir. Bir kadın olduğu için başkahramanın sözleri fazla ciddiye alınmayacak türdendir. O, yazarın da söylediği gibi, hafif ve deli dolu bir kadındır. Erdemleri ise ne dindarlık ne de ahlakçılıktır. Tam aksine ortaçağ boyunca lanetlenmiş günahlar (tembellik, kendini beğenmişlik, oburluk, şehvet) neredeyse onun baş erdemleridir.

Deliliğe Övgü basit görünen düşünceler ardında Rönesans’ın en önemli kavramlarını tartışmaya açar. Bunların arasında en önemlisi kuşkusuz cehalet ile bilgeliği karşı karşıya getirmesidir. Erasmus kendinden önceki yüzyıllar boyunca bilgelik sayılan erdemlerin yeniden sorgulanması gerektiğini düşünerek yazmaya başlamıştır. Sadece birkaç haftada yazdığı sanılan eserinde ortaçağ inançlarını ve skolastik felsefeyi yeniden değerlendirme gereği duyar. Gerçekten de yeni bir çağa, geleceğe ve aydınlanmaya ortaçağ inanç ve felsefesiyle girmek olanaksızdır.

İlk başta yapılması gereken, o bilgelerinin elinden cehaleti küçümseme ve yok sayma silahını almaktır. Zira, yoksul ve eğitimsiz halk, her söylediklerini doğru kabul ettiği kilise babaları tarafından yönetilmekteydi; oysa halk kendince erdemlere sahipti fakat bunlar soylular ve din adamları tarafından hiçbir zaman erdem sayılmadılar.

Erasmus küçümsemememin önemini vurgulamak ister eserinde. Küçümsememe bir bakıma ötekine duyulan şefkattir. Anlayıştır. Ötekine bakabilmeyi gerektirir. Yüzyıllar boyunca tüm erdemlerden yoksun olarak düşünülen kitlelere ilk kez dikkatle bakılır Rönesans döneminde. Yine ilk kez Rönesans ile birlikte, hayatı, cahil bir köylü gibi kabul etmenin o kadar da kötü bir şey olmadığı düşüncesi gelişir. Kabul etmenin içinde doğayla bir tür bütünleşme söz konusudur. Akılcı ve anlaşılır olmasa da, doğaya uygun davranmak kendi başına bir erdem olarak görülebilirdi.

İki önemli tema üzerine kuruyor Erasmus eserini: 1) Gerçek bilgelik, deliliktir. 2) Kendini bilge sanmak deliliktir. Birinci temaya baktığımızda, akla fazla prim vermiş insanlığa yeni bir pencere açılır gibidir. Rasyonel davranış aşırı yüceltildiği için insan kendi doğasından uzaklaşmıştır. Yeniden doğasının gerektirdiği “çocuksuluğu” bulması, tam da Rönesans felsefesinin temelindeki düşüncelerden beslenir. İkinci tema ise, ortaçağda okuma yazma bilenlerin sadece soylular ve din adamları olduğunu düşünürsek, onların nüfusun geri kalanı üzerinde baskı ve zorbalık yapma hakkı bulmalarıdır eleştirilen.

Yazılışından tam 500 yıl sonra, aşırı entelektüel felsefelerin yaşamı bazen kavramaktan yoksun olduğunu düşünmesinin güzel bir anlamı olduğunu düşünmeden edemiyor okur. Bir başka konuda daha düşünmemiz gerekiyor bu kitabı okurken, o da, isteri, delilik, çılgınlık gibi sözcüklerin hep dişil karakterde olması. Türkçede dişil-eril sözcük ayrımı olmadığı için Deliliğe Övgü’nün Türkçesinde bu ayrım hissedilmiyor ama Havva’nın Cennetten kovulmasından beri kötülük ile özdeşleştirilen kadına Erasmus’un daha sevimli yeni bir yüz verdiği kesin!


(Bu yazı 6 Mayıs 2008 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

04 Mayıs 2008

Murathan Mungan "Kadından Kentler"


Genelde öykü kitapları üzerine bir sayfalık bir makale yazmak hiç kolay değildir. Hem birçok öykünün ortak yönlerinden, hem de ayrı ayrı öykülerin her birinden söz etmek gerekir; ayrıca bir de yazının bütünlüğünün dağılmaması beklenir. Roman eleştirilerinde doğal olarak toparlayan, öyküler söz konusu olduğunda aynı işlevi görmez çünkü roman konusunda bütünlüğü konu ve kurgu doğal olarak verirler.


Bu nedenlerden dolayı çok ender olarak öykü kitapları edebiyat dergilerinde yer alırlar. Genelde herkesin göz bebeği romanlardır. Şiir ve öykü ise -- bir bakıma --göz ardı edilen üvey evlatlarıdır edebiyat dergilerinin. Elbette bu genellemelerin dışında kalan çok sayıda öykü kitabı da yayımlanıyor her yıl, bunlardan biri de Murathan Mungan’ın geçtiğimiz günlerde çıkan “Kadından Kentler” adlı öykü kitabı.

Kitap her şeyden önce çok sevilen bir yazara ait olduğu için tüm edebiyat dergilerinden ilgi gördü. Ayrıca kitabın tanıtım gecesinde, Türkan Şoray, Sezen Aksu, Müjde Ar gibi çok ünlü kadın sanatçıların öykülerden sayfalar okumaları da basının çok ilgisini çekti. Genelde çok satacağı tahmin edilen romanlarda ancak yayınevlerinin yapmayı göze alacakları masrafları, baktık ki bu kitap için yaptılar. Çok da iyi oldu, çünkü çok geniş coğrafyada, çok ilgiyle okunacak bir öykü kitabı “Kadından Kentler.”

16 öyküden oluşan kitap, Anadolu’nun farklı köşelerinden, çok farklı sosyal sınıflara ait kadınların portrelerinden oluşuyor. İzmir’de evlenmek üzere olan işçi bir genç kızdan, Mersin’de pavyonlarda çalışmış orta yaşlı bir kadına kadar, çok geniş bir yelpazede, çok farklı tonlarda, renklerde kadınlarla tanışıyoruz.

Öyküleri okurken her birinin eşsiz bir öyküsü olduğunu hissederek duygulanıyoruz halbuki daha sonra düşününce ne denli sıradan, herkes gibi kadınlar oldukları ortaya çıkıyor. Her gün, her yerde karşılaşacağımız türden kadınlar bunlar. Bazısı güzel, bazısı çalışkan, bazısı mutlu, bazısı hüzünlü kadınlar. Her birinin öyküsü de kadını anlattığı kadar bir kenti, bir kentin yaşam dinamiklerini de anlatıyor.

Öykülerde ilk dikkatimi çeken şey, Mungan’ın, evlerin içlerinin ne denli kadınsı bir detayla anlattığı oldu. Anlattığı iç mekanların hepsi, kadınlar tarafından döşenmiş, kadınsı objelerle dolu evler. Böylelikle, evdeki mobilyalar, çizilen kadın portresini anlamaya yarayan unsurlar oluyor her zaman. Örneğin Esme’nin evi “Arne Jokobsen stili sandalyelerden, içeriden aydınlatılmış vitrinde duran Philip Stark çatal-bıçak takımından, Alev Ebüzziya kaselerinden, duvarlarda Erol Akyavaş, Ömer Uluç imzalı resimlerinden ne varsa …” diye anlatılırken; avukatlık stajı yapan genç Zozan’ın evi “kutu gibi bir evdi (…) iki duvarın bitiştiği köşeye yaslanmış, iki yanı yastıklar, kırlentlerle beslenmiş eski usul patiska etekli divan, duvardaki ceylanlı halı, orta masasının üstündeki dağ çiçeği nakışlı örtü…” diye anlatılıyor.

Murathan Mungan özellikle çizdiği kadın portrelerini çevreleri, aileleri, yaşadıkları evler ve şehirlerle birlikte görmemizi istemiş. Her şeyden kopuk kadınlar değil anlatılanlar, aksine onların nasıl ve nedenleri, tüm Anadolu kentlerinde yaşayan kadınları anlatıyor. Kadın portreleri ama bir yandan da tüm Anadolu kentlerinin portreleri yer alıyor kitapta. Taşrada, küçük kentlerde günümüzde yaşayan her çeşit kadın var bu öykülerde.

Öykülerde dikkatimizi çeken bir başka şey ise, kadınların diğer kadınlarla ilişkilerinin temel alınmış olması. Bir kadının komşusu, yeğeni, akrabası, iş arkadaşı, gelini, kardeşi gibi bir başka kadınla kurduğu ilişkiler bazında anlatılıyor. Genelde öykülerin merkezinde bir kadın var gibi görünse de aslında hep birden çok sayıda kadın oluyor. Öykünün kahramanı kadını çevresindeki


Bazen hangi yöne gideceğini baştan kestiremediğimiz öyküler oluyor. Yaşlı ve aksi bir kadınla komşusundaki genç, sevimli, becerikli ve iyilik sever kadının ilişkisi, bu dengeden yoksun kaldığında bambaşka bir karaktere bürünüyor. Öykünün başında duyarsız görünen bir kadın, farklı bir ilişki içinde duyarlı olan rolüne girebiliyor.

Peki ya erkekler diye soracak olursanız, hemen söylemek gerekir, bu kitapta pek yoklar. Bir kadının anlayışlı kocası, bir diğerinin korkak sevgilisi olarak kadın portrelerine yardımcı oluyorlar ama neredeyse hiç birinin adını bile öğrenmiyoruz. Murathan Mungan “Erkekler İçin Divan”daki maskülen havanın izinin hissedilmediği, kadınlar dünyasına sokuyor okurunu. Burada adı olmayan kadın değil belki de erkek. Arkada duruyor ve kadınların yaşamlarına (gerçekte olduğundan çok daha az) hükmediyorlar. Burada özellikle yazarın kadınların dünyasını anlatmak istediğini görüyoruz; kadınca ilişkiler ve kadınca dekorlar içinde, erkekten bağımsız kurdukları yaşamlar içinde anlatmayı seçiyor.

“Kadından Kentler” bir öykü kitabı olmasına rağmen, yazar son öyküyle bütün öyküleri birbirlerine bağlıyor ve neredeyse bir roman tadı bırakıyor geride. Öykülerde yer verdiği kadınsı objeler, kitabın tamamı okunduktan sonra ayrı bir anlam kazanmaya başlıyor.

Özellikle kadınların kendi elleriyle yaptıkları danteller ve el işleri kitabın yapısı açısından çok önemli. Neredeyse her öykünün dekorunda yer alan emek verilerek yapılmış bu ince işler, bir zaman sonra öyküleri birbirlerine bağlayan unsurlardan biri olmaya başlıyor. Çeyizlerin önemli olduğu Anadolu kentlerinde, el işleri neredeyse kadınların varlıklarının bir parçası olarak görülür. Öykülerden birinde “…yaptığımız tek iyilikse, çeşitli nedenler yaratarak çeyizine katkıda bulunmaktı. Ki, bu onun için hayatta en önemli şeydi. Hele teyzem, ömrü boyunca ördüğü bütün iğneoyalarını, hesapişlerini, suzenileri, sarmaları, mürveriğnelerini, civankaşlarını çeşitli vesileleri sebep ederek Seher’in çeyizine katıp durmuştu.”

Şimdi bu iğneoyalarını göz önüne getirirsek, kitabı da benzer bir yapıyla görebiliriz. Son öyküde tüm karakterlerin toplandığı ve bir anlığına da olsa aynı mekanı paylaştığı Esenler Otobüs garını bu iğneoyasının tam merkezinde düşünürsek, buradan kalkan ve buraya gelen otobüslerin içlerindeki kadınların aldıkları yollarla ortaya bir dantel çıktığını görebiliriz. Trabzon’a, Mersin’e, İzmir’e, Diyarbakır’a giden ve oralardan gelen kadınların izlerinin oluşturduğu danteller.

Murathan Mungan büyük bir keyifle okunan, koca bir dantel çıkarmış ortaya. Anlatılan kadınların hepsi gerçek, hepsi canlı tablolar olarak duruyorlar karşımızda, ayrıca her birinin yaşadığı şehir (ya da birkaç şehir birden) o kadının oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Mungan bu kitabıyla, “erkek millet” denilen Anadolu halkının en kadınsı yönünü sunuyor bize. Bütün Anadolu şehirlerinin sokaklarında seyrek görülen kadınların hikayelerini anlatıyor.

Kadından Kentler / Murathan Mungan / Metis yayınları / 2008 / 290 sayfa.


(Bu yazı Dünya Gazetesinin Kitap ekinde 2 Mayıs tarihinde yayınlanmıştır.)