16 Ağustos 2009

Ahlaksız Edebiyat


Bundan yıllar önce Fethiye’de yazlık evimize bir hırsız girip annemin saatini çalmıştı. Hemen ertesi gün hırsızın kimliği hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde ortaya çıktı, motorcu genç çocuklardan biriydi. Bütün gün hiç ayakkabı giymeden dolaştığı için geride bıraktığı izler onu hemen ele vermişti. Aslında yakından tanıyor sayılırdık, bunu neden yaptığını çözmek zordu, kızgınlık duymadan edemedik doğal olarak. Kısa zaman sonra polis yakalayıp getirdi hırsızımızı. Neden çaldığı sorulduğunda başını önüne eğip yanıt vermiyordu. Komiserin dediğine göre itiraf etmesi birkaç dakikalık işti.

İlerleyen birkaç dakika içinde, orada bulunan herkesi şaşırtan bir olay oldu: Annem hırsızdan şikâyetçi olmadığını, çocuğu serbest bırakmalarını söyledi. Polislerle birlikte hepimiz şaşırmıştık. Nedenini soran polise, küçükken Jean Valjean’ın hikâyesinden çok etkilendiğini, bir gün büyüdüğünde benzer bir durumla karşılaşırsa romandaki kahramanca davranışı yapmayı düşündüğünü açıkladı.

Victor Hugo’nun “Sefiller” romanının kahramanı Jean Valjean o gün oradakilere yabancı bir isimdi ama sanırım davranışın ardında yatan nedeni herkes anladı. Çalınan saat hiçbir zaman bulunamadı fakat annem yıllar sonra nikâh şahidi olacak kadar yakından tanıyordu artık hırsızını.

Roman Ne Öğretir?
İnsanlar okudukları romanlardan iyi ahlaklı olmayı öğrenirler mi? Edebiyat birçok şey öğretmek için iyi bir araç olarak düşünülür. Bilim, felsefe ve tarih konularını işleyen romanlar özellikle bir şey öğretmekte başarılı sayılırlar. Ders kitabında çocuğun ilgisini çekmeyen tarih, bir kurgu içinde verildiğinde pekâlâ zevkle öğrenilen bir konu haline gelebilir.
Çocuklara masal anlatanlar bilirler, biraz durakladığınızda çocuk hemen sorar “Ee, sonra ne olmuş?” diye. Anlatı zincirinin okuyucu üzerinde hipnotize eden bir etkisi vardır. Yazarlar okurun bu zaafını bazen sonuna dek kullanırlar, adeta uyuşturulmuş gibi bir sonraki sayfayı çevirmemizi sağlarlar.

Masallar, öyküler ve romanlar bir anlatı zinciri üzerine kurulduklarında okur mantıklı bir sona ulaşana dek öykünün içinde kalır. Öykünün içinde sürüklenmenin tek açıklaması basit insani merak değildir, daha derinde öykülerin tamamlanmasını isteyen, bütünlük arayan çocuk zihinlerimizin gereksinimidir anlatı zincirleri. Zincir oluştuktan sonra öykünün tümü daha kolay anlaşılır olduğu gibi daha sonra detayların hatırlanmasını da yine bu zincir sağlar. Olaylar birbirlerine bağlayarak ilerlediğinde, okur kurgunun akışına kapılmıştır. Sonuçta klasik roman okur tarafından bir bütün olarak algılanan bir sanat yapıtıdır.

Anlatı zinciri ve bütünlük duygusu bir romanı eğitici bir araç haline getirebilir. Örneğin Jül Sezar ya da Kleopatra hakkında bugün bildiğimiz çoğu gerçek (ne zaman ve nerede yaşadıkları, nasıl öldükleri) tarih kitaplarından çok tiyatro, roman ve sinemanın bize onlar hakkında öğrettikleri tarafından şekillenmiştir. Bu tarihçileri ne denli kızdırsa da, geniş kitleler için gerçekler kurgunun gölgesinde kalmaya mahkûmdur.

Romanın eğitici olabileceğini kabul etmek hiç zor olmasa da, bir romanın eğitici olduğu için ahlak dersleri barındırabileceğini söylemek hayli zordur. Birçok yazarın okurlarını “geliştirmek” gibi bir niyetleri olduğunu söylediklerini duymuşuzdur, burada sadece onların estetik zevklerini daha iyiye götürmekten söz etmez yazarlar, sanki bir de daha iyi insan olmaları için bir çaba hissedilir.
Günümüzün önemli edebiyat tarihçilerinden Susan Suleiman Authoritarian Fictions (“Yetkin Kurgu”) adlı kitabında kurgunun içine yerleştirilmiş didaktik nabzın nasıl attığını anlatır. Küçük yaşlarda dinlenilen fabl ve masallar örneğinden başlayarak okura aşılanan doğrularla yanlışların onu nasıl taraf tutma zorunda bıraktığını örneklerle gösterir. Gerçekten de çocuklara anlatılan hikâyelerin sonunda her zaman bir ahlak dersi yer alır. Bu ahlak dersleri kuşkusuz o hikâyeyi duyan her çocukta olumlu iz bırakmaz ama belli doğruların sürekli olarak masallarda tekrarlanması mutlaka bazı fikirlerin yerleşmesini sağlar.

Suleiman’ın ahlak otoritesi olarak gördüğü romanlara, Catherine Elgin “Understanding: Art and Science” adlı makalesinde farklı bir gözle bakmayı öneriyor. Romanlar kuşkusuz ruh hallerini eğretileme olarak anlamamızı sağlarlar fakat roman içinde anladığımız bir şeyi nasıl roman dışına taşırız ya da diyelim ki taşıdık, epistemik anlamda aynı türde bir bilgi olduğundan nasıl emin oluruz? Elgin’in sorunu epistemolojinin sorunu olarak ele alması çok anlamlı, bir romanın iç dünyasındaki metaforları çözmek ve bundan ruhsal ve zihinsel bir tatmin duymak, dünya hakkında gerçek bir bilgi edinmek ile aynı tür olarak sınıflandırılamaz.

Ayrıca diyelim Shakespeare’in bir oyununu içerdiği ahlak dersleri açısından ele alalım: dostlara sırt dönmenin doğru olmadığını, sevdiklerinize güvenmenin bazen bizi üzüntüye sürükleyeceğini burada gördük diyelim, bundan çıkartacağımız ders aşırı genelleme olmazlar mı? Bunlar zaten bildiğimiz ve pek de öğrenmemiz gerekmeyen bilgilerdir. Sanatsal özünü bir kenara bıraktığımızda birçok başyapıt anlamsız genellemelere indirgenebilir.

Romanların içindeki didaktik ahlakı kabul ettiğimizde bile doğru eserin, doğru yol göstereceği gibi bir çıkarım yapmak çok saçma olur. “Roman oku ve iyi bir insan ol” tutmayacak bir formül olduğu gibi, anlamsızdır da. Ayrıca çok kitap okuyan insanlar hakkında yerleşmiş önyargılar (kültürlü, dolayısıyla iyi insan) olsa da, roman okumayanlardan daha iyi insan olduklarını söylemek tamamen yanlış bir mantığa dayanır.

Bunları söyledikten sonra yazının başında anlattığım olaya tekrar dönersek, “Sefiller”i okumak kuşkusuz bir insanı iyi yapmaz ama belli bir durumla karşılaştığında doğru olanı yapması için insana cesaret verebilir. Kişinin romandan (hatta sanattan) ahlaklı olmayı öğrendiğini söylemek abartılı gelse de, bazı davranışların olumlu yönde sanattan etkilendiğini ret etmek çok zor.
Doğru Davranma
Peki, nedir “Doğru Davranış” dediğimiz şey? Her toplumda kalıplaşmış gelenekler vardır, bunların doğruluklarının düşünülmeden ve tartışılmadan kabul edildiğini görürüz. Toplumsal yaşamı, katılaşan ahlakı, değişmez görünen gelenekleri değiştiren düşünür ve bilim adamlarının hemen yanında sanatçılar vardır. Bu sınırların esnetilmesine ben “ihlal etme” deyimini kullanmak istiyorum.

Şimdi küçük bir çocuk düşünün, ona bir odaya girmesi yasaklanmış, kuşkusuz o odaya girmek için karşı durulmaz bir istek duyacaktır. Yasaklanan ya da sınır konulan şeylerin insanda merak uyandırması kaçınılmazdır. İhlal etmeyi ben üçe ayırıyorum:

1.Kişisel ihlal: kişinin korktuğu ve utandığı şeyleri yıkması bir çeşit ihlal olarak görülebilir. (Yasal ihlal konusunu tamamen konu dışında bırakıyorum burada, ihlalden söz ederken sadece ve sadece tabulaşmış geleneksel ahlak yasakları bağlamında ele alıyorum.) Birey açısından bakıldığında ihlal tabu ile bağlantılıdır. Bir kişinin kendisine yasaklanmış şeylerle yüzleşmesi kolay değildir. Dayatılan yasakların ötesinde kendini tanıma ve kendi doğal sınırlarını keşfetme insana kuşkusuz bütünlük duygusu verir. Kişisel ihlale örnek olarak toplumun kabul etmediği cinsel tercihler gösterilebilir. Aslında çoğu toplumda kadının dekolte girmesi bile bir çeşit ihlal olarak görülebilir.
2. Toplumsal ihlal: her türlü haksızlığa karşı başkaldırı burada ihlal olarak düşünülebilir. Buna örnek olarak köleliğe ya da ırkçılığa karşı direnen gruplar gösterilebilir. Buradaki ihlal, gücünü yasaların üzerindeki adalet duygusundan alır.
3. Keşfetmenin ihlali: bilim adamları böylesi bir ihlal etme duygusu ile yola çıkarlar. Evren hakkında bilinenlerle yetinmeyip bilginin sınırlarını zorlamak bilimdin doğasındadır. Bugün farmakoloji dalında araştırma yapan bir bilim adamı Aids hakkında bildiğimizden daha fazla bir şey öğrenemeyeceğimizi ve dolayısıyla hiçbir zaman bir tedavi yöntemi geliştiremeyeceğimizi düşünüyor olamaz. Bu yaptığı işin doğasına aykırıdır. Benzer biçimde sanatçı da sürekli gelişim içinde bir dünyada yaşar. Keşfetme, daha doğrusu değiştirme isteği ile üretir.
Her sanatçının dünyayı değiştirmek gibi bir kaygısı yoktur ama mutlaka yazdıklarıyla bir şeyler değiştireceğini umar. En başta değiştirmeyi umduğu kişi okuyucusudur. Farklı bir ruh hali yaratmak isteği olmayan bir yazar düşünmek zor.

Sanatı sürekli normları kıran, ihlal eden olarak görmek fikri bana her zaman hoş gelmiştir. İnsanlık düşünce tarihini etkilemiş tüm sanatçıların bir bakıma önlerine konulanlarla yetinmediği görülür. Yeni formlar, yeni ifade biçimleri hep önceki sınırların ötesine geçmesini sağlar sanatçının.

Yazarın ihlali konusu üzerinde John Keats’in bir sözü ile karşılaştığımda düşünmeye başladım. Ünlü şair yazarlar konusunda dostuna yazdığı bir mektupta (1817) “olumsuz yetenek” (negative capability) diye bir şeyden söz ediyor. Bunu şöyle tanımlıyor: “yazarın belirsizlikleri, gizemleri ve şüpheleri kabul etmesi. “ Keats’a göre akıl ve gerçekler peşinde gitme yanılgısına düşmüyor bu durumda yazar aksine belirsizlikleri olgu olarak kabul ediyor. Bu durumda yazar entelektüel ve felsefi didaktik ağın içine düşmekten kurtuluyor ve olumsuz yeteneği onu böylece nesnel yapıyor.

Keats’in bu sözleri edebiyat ve ahlak konusu ışığında başka anlamlar kazanmaya başladı. Yazar dünyaya nesnel ve hoşgörülü bakabilmeyi bir eksikliği sayesinde yapabiliyor, dünyanın gizemlerini çözme yeteneğine sahip olmadığı için bir kabullenme içine giriyor. Bu da onu yargısız hale getiriyor.

Keats’in sözleri yazarın bakış açısı hakkında söylenmiş en güzel düşüncelerin başında gelir. Yazarın olumsuz niteliği nasıl onu daha iyi yazar yapabiliyorsa, aynı şeyi okur için de söylemek mümkün. Okur, romandaki belirsizlikler, gizemler hakkında şüphe duyduğunda ve anlatılanlardan bir ders çıkarmaya çalıştığında esere haksızlık ediyordur. Sonuçta iyi edebiyat doğruları öğretmekten çok yanlışları anlamayı öğretir. İyi roman didaktik tonda eğitim vermez ama okumak mutlaka bir gelişme yaratır. Bu bazen doğru davranış olabileceği gibi bazen de yazarla birlikte sınırların ötesine geçmeyi sağlar.

13 Ağustos 2009

Nihal Yeğinobalı


Türkiye’de bazı yazarlar için, başka dilde yazsalardı, Fransız ya da İngiliz olsalardı, büyük bir olasılıkla kitaplarını tüm dünya okuyor olacaktı diye düşünürüm. Geçtiğimiz sene Fransızların çok sevdiği – aslında tüm dünyanın da bir dönem çok severek okuduğu – Françoise Sagan’ın hayatının filme alındığını duyunca, onun çapındaki yazarlarımızın hiçbirinin böyle bir ilgi görmediğini düşünmeden edemedim.
Françoise Sagan sadece yazdığı romanlarla değil, yaşam öyküsü ve özellikle de romanlarını yazış öyküsü ile edebiyatın gündeminde uzun yıllar kalmış biridir. “Bonjour Tristesse” (Günaydın Hüzün) adlı romanını henüz 17 yaşında yazmış olması ve elinde kitabıyla çekinerek yayınevlerine gitmesinin hikâyesi çok yazılmıştır. Nihal Yeğinobalı’nın “Genç Kızlar” romanının yayınlanış öyküsünün bundan aşağı kalır yanı yoktur. Bu konu da aslında çok yazıldı ve anlatıldı, handiyse yazarın romanlarının öyküsünün önüne bile geçti. Oysa Yeğinobalı hem ele aldığı konular hem de üstün kurgu teknikleriyle daha çok ilgi çekmesi beklenecek bir yazardı.
60’lı, 70’li yıllarda büyüyüp de Genç Kızlar’ı okumamış yoktur denilebilir. Hatta Ewing’in (bu isimle yayınlanmıştı roman) başka kitapları var mı diye Amerika’da ya da İngiltere’de kitapçılara sormuş çok sayıda okur da olmuştur. Buna rağmen, 70’lerin politik ortamı belki de böylesi bir aşk hikâyesini sevmeyi kendine yediremiyordu. Hatırlıyorum, o yıllarda Jane Austen’ın romanları da küçük burjuva aşk hikâyeleri olarak görülüyordu; oysa şimdi konusu ne olursa olsun, kurgu ve onu oluşturan öğelerin zeki iskeleti görmezden gelinmiyor.
Kurgu deyince akla kuşkusuz Yeğinobalı’nın “Sitem” romanı geliyor hemen. “Sitem” inanılmaz karmaşık kurgusunu pürüzsüz işleyişiyle bana Austen romanlarını düşündürmüştür. Tam anlamıyla yazarın ustalık eseri olarak görülebilir. Bir kasabada birçok hayatı, gizemleriyle, sırlarıyla, anılarıyla anlatan, yıllar içinde sırların ortaya dökülüşlerini heyecanla okura yudumlatan bir romandır “Sitem.” Yeğinobalı’nın bu romanı aynı zamanda edebiyatımızda ender karşılaştığımız Gotik roman türünün iyi örneklerinden biridir. 1790’larda İngiltere’de çok moda olan, Jane Austen’in “Northanger Manastırı” romanında değindiği tür, masum insanların hayatlarında karanlık güçlerin girmesiyle nasıl yöne değiştirdiklerini anlatır. Sitem de, taşranın gizli bahçelerinde aşığı tarafından öldürülen bir kadını gören çocukların hayatlarının izini sürer. Tanık oldukları aslında bambaşka bir gerçektir; bunu daha sonra öğrenirler. Sonradan o gece yaşananlarla ilgili öğrenecekleri yeni gerçekler de olacaktır. Hayatlarını etkileyen, gelişim süreçlerinde önemli rol oynayan olaylar dizisidir Yeğinobalı’nın anlattığı.
Benzer karmaşık yapı “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” romanında karşımıza çıkar. Evli bir kadının geçmiş bir ihanetinin ortaya çıkışıyla sarsılan düzenini yine çok titiz bir kurguyla sunar Yeğinobalı. “Sitem” cinselliğin keşfi, erotizmin karanlığına iki genç kızın duyduğu derin ilgisi ise, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” çok daha gelişmiş, deneyim kazanmış bir cinselliktir. Yeğinobalı’nın romanlarından erotizm eksik olmaz. Yasaklanmış alana merakla girmeyi bekleyen (ya da paldır küldür giren) kadınlar çoktur ilk dönem romanlarında.
“Belki Defne,” “Mazi Kalbimde” gibi daha olgun kadınların aşka yaklaşımını anlatır. Defne adlı başkahraman, gazetede gördüğü bir ölüm ilanıyla, otuz yıl öncesini hatırlar ve roman sabah görülen ilan ile camideki öğle namazı arasında eski anılara dönüşü anlatır. Romanın konusu basittir aslında, Yeğinobalı romana özellikle az sayıda karakter koyarak konunun dağılmasına engel olur. Boşanmak üzere kocasını terk eden Defne, bir gün vapurda hoş bir kadınla karşılaşır, aradan birkaç saat geçmeden aynı kadınla bir butikte tekrar karşılaşırlar. Eşarplara, parfümlere birlikte bakıp, birbirlerine fikir verirler; adının Beril olduğunu öğrendiği bu kadınla kahve içmeye giderler.
Yeğinobalı romanlarında kadın dostluğunu çok sık işler. “Belki Defne” romanında da aşk ilişkisi merkezde görünse de aslında konuyu belirleyen Defne ile Beril’in ilişkisidir. Bu romanda yazar bir kadın üzerinden erkeklere ilgi duymanın ruhsal halini çok iyi anlatır. Bir kadın, çok beğendiği ve hayranlık duyduğu bir kadının bir erkeğe ilgisini yakaladığında, mutlaka kadın üzerinden ilgisi erkeğe uzanacaktır. Defne için de aynı şey olur, biri Beril’in kocası diğeri kardeşi iki erkeğe de ilgi duyar. Ama ilgisinin nedeni Beril’de gördüğü gösteriş ve zarafettir; çünkü ulaşmak istediği biraz da budur. Erkekler ve aşk kadar, içine girilen varlıklı ve kültürlü yeni çevre de önemlidir. Sadece yeni girilen çevreye benzemek de yetmez elbette, bir de onların hoşlanacağı biri olmak gerekir. Hepsinin eksantrik olduğu bir ortamda ilgi çekmek için, sıradışı davranışlar sergilemek gerekir. Nihal Yeğinobalı özellikle özgür ve kimseye karşı sorumluluğu olmayan bir kadın portresi çizerek Defne’nin önüne tüm seçenekleri koyuyor.
Aynı erkeği seven iki kadın, Yeğinobalı’nın flört etmeyi sevdiği konulardan biridir. Kumalık, yatak sırlarını paylaşmanın çekiciliği (ya da ahlaksızlığı) romanlarına farklı bir boy getirir.
Nihal Yeğinobalı son romanı “Gazel” (2007) için mekân olarak İstanbul boğazının Anadolu yakasını seçmiş. Bekâretin, genç kızın namusu sayıldığı, varlıklı bir genç adamla yapılacak evliliğin bir kurtuluş olarak görüldüğü, aile içi sırların derinlerde saklandığı yılları anlatır. Aslına bakarsanız, elli yılda Türk kadını için durumun pek değişmediğini görmek insanı düşündürdüğü gibi, üzüyor da.
Roman kahramanı Serap, bekâretinin ona antik çağ kâhinleri gibi bilicilik kattığını düşünen bir genç kızdır. Aşırı duyarlı ve akıllı bir genç kız olduğundan, etrafını zekice gözlemleyip, adı gibi seraplı hayallere dalarak, gerçekte kimsenin pek fark etmediği gerçekleri görür. Doğasındaki saflığı da yine bekâretiyle bağlantılı olarak düşünür. Kendini ilk başlarda delta kâhini bakireler gibi bir kurban olarak görse de, zekâsı sayesinde kurban olmamayı, kendi hayatını tercihleri doğrultusunda kurmayı başarır.
“Gazel” konusu itibarıyla “Belki Defne”den çok, “Genç Kızlar”a yakın duran bir roman. Kitabın arka yüzündeki tanıtıcı yazıda romandan “melodram” olarak söz ediliyor fakat Yeğinobalı’nın romanlarını melodram sınıfına koymak haksızlık olur çünkü konuları açısından bakıldığında melodramlarla ortak özelliği olsa da, romanların kurgusal yapıları melodram klişelerinin çok dışındadır. Yan karakterler ana olaya, bir inşaatın tuğlalarla örülmesi gibi beden kazandırırlar. Ayrıca aşk sahneleri melodramlarda olmayacak kadar erotik ve ruhsaldır.
Yaz kitabı tavsiye etmemi isteyen çok dostumdan mesaj geldi bu yaz. Okumamış olanlara Yeğinobalı’nın eski ve yeni romanları bence yaz günleri için çok uygun. Romanların merkezine sırlar, dedikodular, mahalle efsaneleri koyan Yeğinobalı, aşktan çok aşka duyulan özlemi anlatır. Yaz aylarında kitap piyasasının hız kesmiş olması ve çok az sayıda yeni eser yayımlanmasını değerlendirmek için yeni baskıları yapılan eski eserleri öneririm. Hem yakın tarihe bir kısa yolculuk yapma fırsatı verdikleri için, hem de onlarca yıldır hayat koşullarının, kadının yerinin, ahlak kıskaçlarının pek de değişmediğini görmek için…


(Bu yazı Dünya gazetesi Kitap ekinin Ağustos sayısında yayınlandı.)

04 Ağustos 2009

Yaşar Kemal




“Sanatın birinci işi başkaldırıdır.”
Yaşar Kemal

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesinde Yaşar Kemal’e fahri doktorluk unvanı verileceğini duyunca bir tek şeye şaşırdım: daha önce verilmemiş olmasına. Strasbourg Üniversitesi gibi Avrupa’nın saygın eğitim kurumlarından yıllar önce aynı unvan verilmişti ama Türkiye’deki üniversitelerin daha erken davranmamış olmasıydı beni şaşırtan.


Yaşar Kemal’in romanı ve yaşamı hakkında söylenmemiş ne kaldı diye düşünerek gittim Boğaziçi Üniversitesinin Albert Long Hall’deki etkinliğine fakat Türk romanının en büyük ustası konuşmaya başlayınca, yepyeni düşünceler ürettiğini, çağımızın en önemli asilerinden biri olduğunu, bunu da her seferinde kendine özgü bir dille anlattığını görmek, taptaze duygular içinde bıraktı beni. Yaşar Kemal’in benim gözümde eskimemesinin ve yaşlanmamasının birkaç


İlk başta, asiliğini sayabilirim. Kural tanımazlığını. Hayatı boyunca adaletsizliğe başkaldırmış olmasını. 60’lı, 70’li yıllarda toplumsal düzenin adaletsizliğine, toprak ağalarının kontrolsüz gücüne karşı bir haykırıştı. Bugün de çok gelişmiş bir adalet duygusundan yola çıkarak, tüketici toplumun bireyleri doyumsuz bırakışına, sömürülere, sefalete, açlığa ve yoksulluğa başkaldırıyor Yaşar Kemal. Ancak onun romanı gördüğü bu olumsuzluklara asla teslim etmiyor kendini: “İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır. Ben kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor.” İşte Yaşar Kemal’in romanlarında hep taze kalan ikinci öğe de tam budur. Her zaman insan doğasına ve insanın özünün iyiliğine inanır. Romanlarındaki coşkuyu yaratan da tam bu inançtır: okura doğrudan güzelliği hissettirir.
Yaşar Kemal’i bence diğer tüm yazarlardan ayıran bir başka özelliği de okur ile kendisini ayrı varlıklar olarak görmemesidir. Anlattığı öykünün yüceliğinden neredeyse okur kadar o da etkilenir. Bazen başladığı tümcede heyecanın giderek arttığını hissederiz, bunun birinci nedeni kuşkusuz Yaşar Kemal’in sözlü anlatım geleneğine yakınlığıdır, ikinci neden ise anlatımın duygusal temposunu sözcüklerin doğal büyüsüne bırakmasıdır. Çılgınca renklere bürünmüş toprak ve deniz, ılgınlar, yarpuzlar, hatmiler, püren kokuları, baş döndürücü bir etki yaratır, ama bu baş döndürücü etki sadece okurda değil, yazının kendi içinde de varlığını sürdürür. Anlatım bir anlamda, kendi başını döndürür, kendisini baştan çıkarır.


Yaşar Kemal’in fahri doktorluk töreninde yaptığı konuşma sırasında çok önemli bir başka konu eminim dinleyen herkesin zihninde yeni pencereler açtı. Okur ile kendini bir bütün olarak düşünmesinin bir başka uzantısı da, her okurla romanın yeniden yaratıldığını düşünmesi “her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytinağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözünün önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.” Bu alımlama kuramı yirminci yüzyılda romanı yeni bir gözle görmemize neden olmuştur. Roman açık bir yapıttır. Her alımlayanla birlikte yeniden oluşur. Yaşar Kemal’in verdiği örnekteki gibi, bir zeytinağacı her okurun zihninde yeniden can bulur. Her kahraman, gerçek yaşamda tanıdıklarıyla ortak karakteristikler taşır; her doğa betimlemesi zihne başka kokular, renkler getirir. Sözcükler asla yalnız başlarına gelmezler zihnimize; beraberinde tüm duyularımızı harekete geçirirler. Kemal’in “sözün gücüne her zaman inandım” demesi bu yüzden farklı anlamlar taşır. Bir sözcükle yaratacağı dünyaların, mitlerin, düşlerin gücünü bilir Yaşar Kemal. Bunların zihinlerimizde yeni dünyalar yarattığını, yeni mitlere yer açtığını da bilir.

Yaşar Kemal’le ilgili yazarken mutlaka söylenen ya da söylenmesi gereken bir olgu daha vardır ki o da yazarın hem siyasi görüşlerini hem de toplumcu yanını ortaya koyar. Kemal hayatının her aşamasında, halktan kopmuş bir sanata inanmadığını dile getirmiştir. Her zaman kendini “angaje” hissetmiştir. Bunu söyler söylemez hemen eklemek gerekir ki onun edebiyatı hiçbir zaman didaktik olmamıştır. Siyasi görüşlerin gölgesinde değildir kurgusu. Bağlı olduğu insanlık onuru çok önemlidir onun için. bunu şöyle açıkladı konuşmasında Yaşar Kemal: “bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

Boğaziçi Üniversitesindeki törende çok sayıda genç de vardı salonda. Konuşmayı çok duygulanmış bir şekilde dinleyen bir genci izlerken aklımdan kaç neslin bu dev destancıdan etkilendiği düşüncesi geçti. Farklı yaşlarda, farklı kültürlerde, farklı dillerin okurları, hepsi kendi iç dünyasına almıştı onun efsanelerini. Her birinin içinde bu destanların büyüdüğünü düşünmek çok güzel bir duygu bıraktı bende.


(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)

Kafka ve Yabancılaşma


Franz Kafka’yı 20.yüzyıl yabancılaşmasının poster yüzü olarak düşünürüm. Yazardan geriye kalan birkaç resimden birinde, çökük avurtları ve hüzünlü bakan gözleriyle adeta yüzyıl boyunca yaşanacak trajedileri önceden sezmiş izlenimi verir.


Kafka’nın hayatı “dışlanma”nın prototipi olarak gösterilebilir. Avusturya Macaristan imparatorluğunda bir Çek olarak doğmuş olması; Çekler arasında Almanca konuşan ve yazan biri olması; Almancayı anadili yapmışlar arasında bir Yahudi olması; Yahudiler arasında ise bir inançsız olması… Ait olduğu hiçbir gruba, hiçbir kültüre tam olarak ait olmadığını çok güzel kanıtlar. O içinde olduğu her ortamın yabancısıdır. Her ortamın dışlanmışıdır. Pragmatik ve aşırı kontrolcü bir babanın oğlu olması ya da hayatını kazanmak için bürokratik işlerde çalışmak zorunda kalması da Kafka’nın sanatçı ruhuna ters düşen, kuşkusuz yabancılaşmasını arttıran unsurlardı.


KAFKA ve KADINLAR
Son yıllarda Kafka’nın kadınlarla ilişkisi üzerine çok sayıda makale ve birkaç kitap yayınlandı. Kadınlarla gerçekten de zorlu ilişkisi olmuştu hayatı boyunca. İki kez nişanlanmış olmasına ve birçok kadınla ilişkiye girmiş olmasına rağmen, sevdiği güvendiği, hem âşık olup hem de dostça hissettiği kadın sayısı fazla değildi. Ayrıca yazdıklarında, özellikle de mektuplarında hiç çekinmeden erotik bir dil kullanan ve kadınlarla yazışarak kolayca flört eden biri olmasına rağmen, yüzyüze geldiğinde aynı yakınlığı kuramıyordu. Her zaman kuşku dolu biri oldu. Kadınlarla ilişkisinde de belki en büyük sorun buydu; asla tam olarak güven duyamıyordu. Hep evlenmek istemesine rağmen bir türlü bunu becerememiş olması da dikkat çeker. Son zamanlarda Kafka ve kadınları üzerine yazılan makalelerde sıklıkla kadınları iki gruba ayırdığı, fahişe, garson ya da tezgâhtar kızlarla kolay ilişkiye girdiği ancak kendi çevresinden saygıdeğer ailelerin kızlarından ölümüne çekindiği yazılır. İlk nişanlısı Felice ya da gazeteci sevgilisi Milena ile yoğun ilişkileri olmasına rağmen cinselliği dökülmemiş olması bu davranışına örnek olarak gösterilir.

Bugün Kafka’nın yaşamına baktığımızda, büyük bir kısmını klinik depresyon halinde geçirdiği aşikâr görünür. Toplumsal olaylara katılmakta aşırı endişe duymasının yanı sıra, sağlık sorunları da bir hayli etkiler çevresiyle ilişkilerini. Her şeyden önce uykusuzluk, migren çeker ve midesi aşırı hassastır.

Kafka’nın dilinde ilk dikkat çeken şey belirsizlik içeren sıfatlar kullanmasıdır. Çift anlamlı sözcükleri sevdiği gibi, okur üzerinde yanlış izlenim bırakacak sözcükler kullanmayı da sever. Hangi şehirde, hangi yılda ya da mevsimde olayların geçtiğini söylemez, buna rağmen detaylı mekân anlatımıyla okuru olayların içinde hissettirir. Bir kültüre ya da bir döneme bağlı olmadan, en soyut halinde insanı ele aldığı için 20. yüzyıl yazarlarını ve okurlarını bunca sarsıcı boyutlarda etkilemiştir. Herkesin ilişki kurabileceği, her okurun anlayacağı türden iç sıkışmalarını dile getirmiştir.

DAVA
1914 yılında yazdığı, başyapıtlarından biri sayılan “Dava”da Kafka enigmalarla ördüğü bir suçluluk öyküsü anlatır. Okurun suç karşısındaki kavramsal anlayışıyla oynar bir bakıma. Adalet yüce ve güçlüdür oysa roman kahramanı Josef K. güçsüz bir bireydir. Dünyanın sarsılmaz mantığı fazla güçlüdür, kendi başına bırakılmış birey ancak bu güç karşısında kabul etmek durumunda bırakılmıştır. Aynı zamanda Kafka öznel suçluluk ile nesnel suçluluk kavramlarını da gündeme getirir. Her insan ahlaksal açıdan suçlu sayılabilir, özellikle din karşısında günahkâr olabilir, günahlar ya da ahlaksal bozukluklar karşısına suç olarak çıksa, yasalar önünde de dirençsiz kalır insan. Kafka suç ve günah olgularını yan yana işler “Dava”da, günahkar doğan insan burada suçludur aynı zamanda.


30uncu yaş gününde Josef K. sabah iki adam tarafından tutuklanır. “Dava” doğumgünü sabahıyla başlar. Tam bir yıl sonra, 31. yaşgününde de suçlu bulunup ölüm cezası gerçekleşmesiyle de sona erer. Dava, bir yılı anlatır. Suçlu bulunduğu andan itibaren yargılanış ve cezanın hükmü süreci işlenir. K.’nın dokunulmaz adalet sistemi karşısında kendini yok ediş öyküsüdür aynı zamanda. Kafka’nın tüm iyi romanlarında olduğu gibi Dava’da da anlam bulanıktır. Büyük olasılıkla gelecek yıllar içinde Avrupa’da güçlenecek faşist totaliter rejimleri önceden hissetmiş, adaletin kaybedildiği bir boşlukta kahramanını asılı bırakmıştır.

“Dava” okura garip bir zorunluluk hissi verir. Makine bir kez çalıştırılmış, artık önüne çıkanı öğütecektir. Romanın başlarında Josef K için bir çıkış kalmadığını anlarız, bu duygu bizi isyana sürükler. Kafka yine bu romanında çok sık yaptığı şekilde saptırılmış bir gerçeklik duygusu yaratır. Örneğin ilk bölümde yandaki odada sorguya çekilme sahnesi bir düş gibidir. Sanki kahraman her an uyanacak ve bu kâbustan kurtulacaktır. Kafka hep okurun gerçeklikten şüphe duymasını sağlar. Josef K gerçeklikten koptukça okur olarak biz de kopmaya başlarız. Gün normal seyrinde devam etse de karanlık bir gölge hep hissedilir.

K. kibirli ve fırsatçı biridir. İşyerinde astlarını küçümseyen bir tavrı vardır. Bir yandan da haksızlığa uğradığında isyan etmeyecek denli düzenin adamıdır. Düzenin bir bildiği var diye düşünür sonunda. Karmaşa içinde bir ruh halindeyken de adeta kendini suçlu hissetmeye başlar, çünkü kendinden daha güçlü bir varlık tarafından böyle hissettirilmiştir. Adalet, düzen ve kanunları hiç sorgulamadan kabul etmiş olması, kendisi haksızlığa uğradığında sorgulanmak için geçtir artık. Düzen zaten K. gibiler yüzünden başarılı olmuştur.

Ülkemizde son haftalarda yaşananlar, Kafka’nın “Dava”sını çağrıştırdığından olsa gerek, bu günlerde bu ünlü klasiği okumanın tam vakti. Bir sabah uyandığında suçsuz insanların kapılarına dayanmış yargıyı görünce, adaletin işleyişinden şüphe duymadan edemedi bu ülkenin çoğu vatandaşı. Bir tek insanın bile suçsuz yere yargılanması, tüm adalet sistemini sorgulamamız gerektiğini gösterir. Kafka kısa bir süre sonra görülecek Mussolini, Hitler ve Franco gibi diktatörlerin adaleti nasıl ellerinde bir alet olarak istedikleri biçimde kullanacaklarının kehanetini yapar Dava’da. Geçtiğimiz hafta ben yeniden okuma gereği duydum Kafka’yı, her yıl yeni baskıları piyasa çıkan bir kitap olarak, her zaman okurun sağduyusunu güçlendiren bir eser olarak, hep okuması zorunlu bir roman olmuştur. Her nesil için, her kültür için.


(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinde Mayıs 2009'da yayınlanmıştır.)