28 Mart 2008

Leyla Erbil'in Bir Öyküsü


Geçtiğimiz haftalarda edebiyat yapıtlarından uyarlanmış filmlerden söz ettik. Bu hafta da, ilginç bir sergi var gündemde. Sanatçı Figen Aydıntaşbaş, Leyla Erbil’in “Trianon Pastanesi” adlı öyküsünden esinlenerek bir sergi hazırlamış. Sinemada sık gördüğümüz, edebi bir yapıtın uyarlamasını, plastik sanatlarda çok ender görüyoruz fakat sonuçta ortaya, izleyiciyi düşünmeye iten, bir öyküyü daha derinden anlamayı sağlayan bir sergi çıkmış.
Leyla Erbil’in kısacık öyküsü çok basit başlar. İlk satırlarda, genç kızlığında sıkça gittiği bir pastaneyi nostaljik duygularla hatırlar gibidir. Buraya solcu arkadaşları ve Sait Faik’le birlikte gelir, zamanla buranın tiryakisi olur fakat pastanenin başka tiryakileri de vardır. Yıllar sonra pastaneyi hatırlamasına neden olan şey, ne burada yediği pastalar ne de birlikte geldiği dostlarıdır. Buraya kendi gibi her akşam üstü gelen, uzaktan izlediği çift ona bu öyküyü yazdırır.
Çiftin Rumca konuşmalarını anlayamaz ama “bu dil pastanede bulunduğumuz her sürece, hafif, tatlı bir fon şiiri oluştururdu Trianon’da” diye anlatır. “O tarihlerde kent, zaten bizim ve onların karışımıyla nakışlanan şiirli bir kentti.”
Bu “şiirli kent” şiirinin büyük bir kısmını tarihinden alır. Üst üste katlar oluşturan tarihi yapısı onu eşsiz kılar. Trianon pastanesi de bu katlardan oluşur. Pastanenin alt katında Bizans döneminden kalan bir sarnıç vardır. Sarnıcın kubbeli duvarları, hem manastırı hem de hamamı çağrıştırır. Bu duvarları çağlar önce ören duvar ustasının ruhu sanki hala oradadır.
Öyküde duygusal olarak hissettiğimiz mekanı, sanatçı Figen Aydıntaşbaş, fotoğraflarla somutlaştırarak sergisinde sunuyor. Öyküde anlatılan ferforje merdiven korkuluğu örneğin, tam da okurun hayal ettiği gibi, kızıla çalan ışığı süzüyor içinden. Fotoğrafların yanı sıra sanatçı çizimler de kullanmış. Bunlar öykünün canlılığını yansıtır nitelikte. Öyküde anlatılan kadının süet eldivenleri ve çantası, duvarlarda yer alan ikona gibi, ressamın da okurla birlikte hayal kurduğu hissini veriyor.
Hayalin biraz ötesine gidilince de, şiddet dolu 6-7 Eylül olayları, kırılan camlar, havaya atılan sandalyeler resimlerin konusu oluyor.
Bu öykü, sergi ve mekanı, bir üçgen anlatının açılarına benzettim ben. Aralarında büyük zaman dilimleri var ve bu yüzden üçgenin köşeleri farklı katlarda birbirlerine bağlanıyorlar. Pastanenin alt katındaki Bizans döneminden kalma sarnıcın duvarları, üçgenin bir ayağını oluşturuyor, öykü bu ayağa dayanıyor. İkinci ayak ise 50’li yıllar ve İstanbul’un çok renkli dokusu. Üçgenin son köşesini ise bugün olarak düşünüyorum, tek sesli koro halinde bağıran Fatih’in torunları duruyor bu köşede de.
Bertrand Russell, beni çok etkileyen bir denemesinde, gerici politikalar, bireylerin mümkün olduğunca gelişmemesini isterler, bu yüzden çok doğurmalarını, az eğitim görmelerini teşvik ederler, der. Böylece birbirlerine benzetilmiş insanlardan oluşan, kolay yönetilir bir toplum çıkar karşılarında. Ne denli cahil ve bağımlı olurlarsa, o denli söz dinler olurlar. Tek tip yaratmak bu yüzden diktatörlerin en yüce amaçlarının başında gelir. Tek bir din, tek bir dil, hatta tek bir giyim gibi liste uzar gider… sonunda heterojen dokusunu tamamen yitirmiş, kişilerin bireyselliklerini yitirdikleri bir topluluk kalır geride.
Leyla Erbil bu çarpıcı öyküsünde, farklılıkların fazlalık olmadığını dile getiriyor ve öykünün sonlarında şöyle soruyor: “insan, hiç tanımadığı bilmediği bir dille, kültürle konuşup duran kaçık bir karı kocayı (?), aradan bunca yıl geçtikten sonra hala neden özler?” Özler çünkü büyük bir hızla tek renkliliğe, tek sesliliğe doğru yol alan dünyada yaşıyordur.
Ben bu öyküyü sadece bu ülkenin geçmişine bakar halde görmüyorum, Erbil sanki çok daha geniş bir perspektiften, dünyanın bu önemli sorununa bakıyor. Aklıma geçenlerde gördüğüm bir görüntü takıldı bu sergiyle birlikte. Topkapı sarayının bahçesindeki Aya Irini’nin önünde duran antik sütun başlarını kendilerine kale yapmış, futbol oynayan çocuklar, hoyratça toplarını vuruyorlardı bu narin taşlara. Hiç kimse bu çocuklara bu taşların anlamını söylememişti. Bence sadece farklı kültüre yabancı olmakla da açıklanacak bir durum değil, kendi kültürüne, geçmişine, İslam sanatına da aynı derecede yabancı duran bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum. Bu öykü ve bu sergi, kan bağımızı tazeleyecek türden.
Daha önce bir öykünün görsel sanatlara bu şekilde malzeme olduğunu görmemiştim. Bence en iyi yöntem, öyküyü okumadan sergiye gitmek ve orada, o resimlerin arasında oturup, hiç acele etmeden öyküyü okumak gerek. Öykü bittikten sonra, resimlere başka anlamlar yükleyerek bakmaya başlayacaksınız.

İstanbul’da Zaman / Leyla Erbil / Büke yayınları / 2000.
Milli Reasürans Sanat Galerisi / Düz ve Derinlemesine / Figen Aydıntaşbaş / 5-29 Mart 2008.


(Bu makale, 25 Mart 2008 tarihli Taraf Gazetesinde, Ars Poetika köşesinde yayımlanmıştır.)

21 Mart 2008

Cormac McCarthy "İhtiyarlara Yer Yok"


İHTİYARLARIN YÜREĞİ DAYANMAZ


Şeker, un ve yumurta kullanmadan pasta yapamayacağınız gibi, iyi kalpli şerif olmadan da Western filmi yapamazsınız. Birkaç kötü adam, bir güvenilir şerif, biraz (koca bir çanta dolusu olduğunda daha da iyi) para ve Teksas çöllerinde birkaç kovalamaca sahnesiyle Western’iniz hazır.
Western kalıplarında gezinen dekoru ve yapısı olsa da, “İhtiyarlara Yer Yok” bu türü farklı bir boyuta çekiyor. Bir av sahnesiyle başlıyor film. Uzaktan vuramadığı ve sürünün kaçmasına neden olduğu için sürünün peşine düşen avcı, uyuşturucu çetelerinin geride çok sayıda ceset bırakan çatışma alanına girer. Moss adlı avcının bunca ceset karşısında verdiği tepki şaşırtıcıdır. Fazla şaşkınlık göstermez. Sanki çok tanıdığı bir sahnenin içindedir. Daha sonra Vietnam gazisi olduğunu öğrendiğimizde, bu tepkisi anlam kazanır.
Moss, yerdeki kan izlerini takip ederek, elinde bir çanta dolusu parayla kaçmaya çalışırken ölen başka bir adamın cesediyle karşılaşır. Parayı alır ve evine gider.
Film bu heyecanlı giriş sahnesinden sonra üç adamın kovalamacasına dönüşür. Uyuşturucu çetesi tarafından tutulan psikopat katil Chigurh (Javier Bardem), şerif Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) ve Moss (Josh Brolin) kanlı takibin karakterleridir. Her birinin avcı ve her birinin av olduğu bir oyundur başlayan. Oysa bu üç karakter film boyunca neredeyse hiç aynı sahneyi paylaşmazlar. Diyalogları hep diğerleri üzerinden olur, karşılıklı hiç konuşmazlar. Hiç yüz yüze gelmezler, hiç karşılaşmamışlardır ama birbirlerinin kokusunu metrelerce öteden tanıyacak kadar iyi bilirler.
Coen kardeşlerin yönettiği ve senaryosunu yazdığı bu film, ünlü Amerikalı yazar Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından bir uyarlama. Romanın adı da aynı, William Butler Yeats’in bir şiirinde geçen bir dize. “Burası ihtiyarlara uygun bir ülke değil. / Gençler birbirlerinin kollarında, kuşlar da ağaçlarda.” Fakat Yeats’in şiirinde sözü geçen ağaçlar ve kuşlar, ne romanda ne de filmde varlar.
İhtiyarlık konusunu ise romanda iyi anlıyoruz. Yaşlandığını düşünen şerif, artık onca kötülüğü düzeltemeyeceğinin farkına varıyor ve bu farkına varış onu güçsüz ve isteksiz yapıyor. Karşısında duran, büyük K ile yazılan Kötülük, onun tek başına temizleyeceği bir şey değil. Aslında sorun Şerif Ed Tom’un yaşlanması değil, dünyanın artık aynı dünya olmadığı. Sonunda dirençsiz kalan yaşlılar değil, iyiler.
İyi ile kötünün böylesi kesin çizgilerle ayrıldığı eserleri fazla sevmeyen biri olsam da, “İhtiyarlara Yer Yok” çok etkileyici bir roman. Corman McCarthy’nin özellikle silahlar hakkında bilgisinden okur çok etkileniyor. Romandaki en önemli kadın karakterin adını, ancak romanı yarıladığınızda öğreniyorsunuz, hâlbuki silahların her birinin adını, ne güce sahip olduğunu, ne tür kaplaması olduğunu, yarı ya da tam otomatik oluşunu, ince detaylarla anlatıyor.
Aslında silahların romanın başkahramanı olduğu bir roman yazmış McCarthy. Ed Tom karakteri hep belli bir nostaljiyle anıyor eski günleri. Şeriflerin bile silah taşıma zorunda olmadığı güzel eski günleri anlatıyor. Oysa romanda (filmde bu detay yoktu) kimliği olmadığı için dükkândan silah almaya gidemeyen Moss, bunu posta aracılığıyla sipariş vererek yapıyor.
Coen’lerin Oscarlı filmi sayesinde çok iyi bir yazarla tanışmış olduk. Romanda beni en çok etkileyen şeylerin başında aralarda yer alan Ed Tom’un içsesini duyduğumuz bölümler oldu. Bu bölümlerde roman kahramanı gündelik hayatın felsefesini yapıyor. Aileden gelen, babadan oğla kalan erdemi gösteriyor.
Roman bu yönüyle tam Coen kardeşlere uygun materyal barındırıyor. Coen’lerin filmlerinde ölüm üzerine espri yapılmasına sık rastlarız. “Fargo” gibi filmlerinde de kanlı sahneleri, seri cinayetleri çekebileceklerini göstermişlerdi. Bu romanı film olmadan okusaydım, mutlaka Quentin Tarantino ya da Coen kardeşler filme çekseler düşüncesi gelirdi.
McCarthy’nin, Beckett ve Ionescu benzeri bir ironi ile yazdığını söyleyebilirim. Filmde de bunu yönetmenler çok yerinde yansıtmışlar. Ayrıca sinemanın avantajını kullandıkları sahneler de olmuş, örneğin Ed Tom’un boş eve girip, hala terleyen soğuk süt şişesinden içmesi; Chigurh’un evden çıktıktan sonra çizmelerinin altına kan var mı diye bakması; ve Chigurh’un saç modeli (aslında romanda mavi gözlü) romanda verilenden fazlasını veriyor. Ama romanda da Ed Tom’u çok daha iyi tanıyoruz. Karısını, evliliğini, dostlarını ve onlara verdiği değeri iyice anlıyoruz. Ayrıca kitabın sonu ile filmin sonu aynı şekilde bitmiyor. Filmde para dolu çanta, belli bir zaman sonra sadece siyah bir çanta, sonunda da sadece bir imgeye dönüşüyor. Kimsenin para umurunda değilmiş hissine kapılıyoruz. Oysa kitap bu denli açık bırakmıyor öykünün sonunu. Bağlandığı noktalar sonu daha anlamlı kılıyor. Ayrıca eğer filmin sonunda para dolu çantaya ne olduğunu tam olarak anlamadıysanız, romanı mutlaka okumalısınız.

İhtiyarlara Yer Yok / Cormac McCarthy / çev.: Roza Hakmen / Kanat yayınları / 2008 / 220 sayfa.


(Bu makale 18 Mart 2008'de Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

14 Mart 2008

"Kolera Günlerinde Aşk" Yeniden


Kolera in English!


Haftalardır, Ian McEwan’ın “Kefaret” adlı romanı, İngiltere’de çok satanlar listesinde en üst sırasına yerleşti kaldı. Hâlbuki roman 2002 yılında yayınlandığında çok satanlar listesine girdiği halde, birinci sıraya yükselememişti. Aradan geçen yıllar içinde değişen tek şey, yönetmen Joe Wright tarafından büyük bütçeli bir filme uyarlanmış olmasıydı. Kyra Knightley gibi günümüzün yıldız oyuncularını kullanan uyarlama, birçok dalda Oscar ödülüne aday olunca, romanın satışları tam anlamıyla zirveyi buldu.
Elbette sinemaya edebiyattan çok daha fazla insan ilgi duyuyor. “Kefaret”te olduğu gibi, bazen sinema sayesinde edebiyatla tanışıyorlar. Gördükleri ve beğendikleri bir filmin kitabını da merak ediyorlar.
Bakalım, geçtiğimiz hafta sonu gösterime giren “Kolera Günlerinde Aşk” filmi, romanın yeni baskılara girmesine neden olacak mı? Birkaç yıl önce “İnci Küpeli Kız” (Colin Firth, Scarlett Johansson) filminin ardından Lahey’deki müze, tarihinin en büyük ziyaretçi akınına uğramıştı. Sanat ve edebiyata ilgi artıran bu filmler arasında çok ender sevdiğim yapıtlar çıkar fakat yine de, hele de kitabı okumuşsam, filmi çok merak ederim.
Aynı merakla “Kolera Günlerinde Aşk” filmini görmeye gittim. Filmde başrol oyuncuları Giovanna Mezzogiorno (Ferzan Özpetek’in “Karşı Pencere” filminde tanıyıp çok sevmiştik) ve “İhtiyarlara Yer Yok” ile bu senenin en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ını kazanan Javier Bardem, filmi görmek için yeterli nedendi. Fakat ayrıca, 20. yüzyılın en etkileyici aşk öyküsü olarak bilinen Gabriel Garcia Marquez’in romanının nasıl işlendiği de elbette çok ilgimi çekiyordu.
Her şeyden önce söylemek gerekir, film romana mümkün olduğunca sadık kalmış. Konu çizgisi hiç saptırılmadan, aynı kahramanlar üzerinden anlatılmış öykü. Anlatılan aşk öyküsü, yaklaşık 1870’lerin sonunda başlar, gerçekten de 1879 Arjantin’de ölümcül kolera salgının baş gösterdiği yıldır. Telgraf servisinden çalışan genç Florentino Ariza ile annesinin ölümünden sonra babasıyla kente yeni yerleşen Fermina Daza, genç yaşta birbirlerine âşık olurlar. Aylar, seneler süren gizli aşk mektupları ortaya çıkınca, Fermina Daza’nın babası gençleri ayırmayı dener fakat aralarına giren mesafe gençlerin haberleşmesine engel olamaz, bu sefer de telgraf yoluyla aşklarını kâğıda dökmeye devam ederler.
Uzun ayrılık sonrası tekrar karşılaştıklarında Fermina Daza – aniden ve belli bir neden göstermeden – fark eder ki, artık sevmiyor genç adamı. Kısa zaman sonra da şehrin en gözde bekârı, varlıklı ve yakışıklı doktor ile evlenir.
Romanın bu noktasından sonra Fermina Daza ile hala ona âşık olan Florentino Ariza’nın yolları ender olarak kesişir. Roman paralel hayatlarını birinden diğerine göndermeler yaparak anlatır. Biri evli, çocuklu hatta torun sahibi, kentin yüksek sosyetesine dâhil bir hayat sürerken, diğeri nakliye işinden büyük paralar kazanmış, ve bu paranın büyük kısmını genelevlerde harcamayı seçmiş biridir. Ta ki, aradan yarım yüzyıl geçip de, Fermina Daza’nın kocası ölene dek durum değişmez. Yetmişli yaşlarında olan Florentino Ariza, nihayet aşkına sadık kaldığını söyleme fırsatı bulur.
Roman ile film arasındaki en önemli farklardan biri, kuşkusuz romanda yakından tanıma fırsatı bulduğumuz bazı karakterlerin filme iyi yansımaması. Örneğin, romandan benim unutamadığım karakterlerden biri, America Vicuna, filmde son derece silik kalmış. Oysa bu genç kız (aslında henüz çocuk) ile yetmiş yaşındaki Florentino Ariza arasındaki aşk, yazarın daha sonra yazacağı “Benim Hüzünlü Orospularım” romanına adeta bir hazırlık. Ayrıca filmde America’nın intihar haberi gibi önemli bir unsur atlanmış, oysa küçük America bir zamanlar âşık olduğu genç Fermina Daza’yı anımsattığı için romanda önemli rol oynar.
Böylesine destansı bir romanı filme çekmenin en büyük zorluğu, detaylarda yatan incelikleri ekrana yansıtmak olmalı. Roman, tarihsel arka plandan, politik olaylardan, yan karakterlerden beslenirken, filmde bunlar neredeyse hiç anlatılmıyor. Örneğin filmde bir anda silahlar patlamaya, binalar yıkılmaya başlıyor. İç savaş çıktığını anlıyoruz ama sadece birkaç dakika süren bu sahnelerden bir anlam çıkarmak mümkün değil. Ne savaşıdır, roman kahramanlarının yaşamları bundan nasıl etkilenir, bunları anlayamıyoruz. Bunun yerine seyirci sadece sinemanın teknik olanaklarının yıkım sahnelerinde nasıl kullanıldığını görmek kalıyor. Kaldı ki, bu sahneler romanın gelişimi açısından çok önemsizler.
Roman ile film arasındaki farklılığı iyice gösteren sahnelerden biri de, iki sevgilinin, elli üç yıl sonra ilk kez aynı yatağa girdikleri an geliyor. Bu sahnede, yedi yüzün üzerinde kadınla birlikte olduğunu bildiğimiz erkek, hiç başını çevirmeden bekâretini koruduğunu söylüyor. Burada sinema salonunda bulunan herkes kahkahalar atarak güldü. Oysa Garcia Marquez romanda bu sahneyi öylesine farklı anlatır ki, “Erdenliğimi senin için korudum” derken, erkeğin sesinin titremediğini, gerçekten de bir ömür boyu süren yalnızlığını, aşksız geçen yıllarını dile getirdiğini bilir ve hüzünleniriz. Sinema ekranında bir şaklabana dönüşen kahraman, roman sayfalarında gerçek bir kahramandır.
Ben filmi görün derim. Ama bir koşulum var, eğer kitabı okuyacaksanız (ya da vakti zamanında okuduysanız) görün. Aksi takdirde görülmeye değer olduğunu sanmıyorum. Oyunculuğun ve çekimlerin iyi olması, bir filmi iyi yapmaya yetmiyor. Hatta ardında eşsiz güzellikte bir roman yatmasının bile yetmediği görülüyor.


(Bu yazı 4 Mart 2008'de Taraf Gazetesinde yayımlandı.)

Lev Tolstoy "Anna Karenina"

Klasikleri genelde genç yaşlarda, okul yıllarında okuruz. Ben de Lev Tolstoy’un “Anna Karenina” romanını, üniversitede öğrenci olduğum yıllarda, yirmili yaşlarımda okumuştum. Geçtiğimiz hafta yeniden okudum. Şimdi, kırk sekiz yaşında, bolca yaşam ve evlilik deneyimi geçirmiş bir okuyucuydum artık. Sevgili Anna Karenina ile ilk karşılaşmamdan beri sanki o çok değişmişti, oysa asıl değişen bendim.

Klasikleri, belli bir olgunluğa eriştikten sonra mutlaka yeniden okuma gerektiği fikri, bir kez daha kesinleşti zihnimde. Anna gibi bir kahramanın hayatı olgun bir zihinde çok daha anlamlı yankılanmalar bulur. Bu demek değil ki, gençler klasikleri anlamazlar. Anlarlar. Ama bir yetişkin olarak klasikleri yeniden ele almanın eşsiz bir keyfi var, söylemek istediğim bu.

“Anna Karenina” birçok edebiyat eleştirmenine göre, 19. yüzyılın en önemli yapıtlarından biridir. Ele aldığı temalar çok geniş çeşitlilik sergiler. Rusya’da köylülerin yaşamı, serflerin sosyal ve ekonomik durumu, kadınların yaşam koşulları, evlilik ve Batılılaşma ilk göze çarpanlar.

Yıllar önce okuduğumda Anna Karenina bana sadece gizli bir aşk öyküsü gibi gelmişti. Bu okumamda ise, yeni şekillenen bir dünyayı anlatıyordu. Dağılan imparatorluklar ardından şekillen uluslar ve ülkeler, sanayi devrimiyle değişen sosyal sınıflar, kadının sosyal konumundaki değişiklik en önemli temalardı.

Ayrıca “Anna Karenina”nın roman olarak yapısal özellikleri ilk okumada dikkatimi çekmemişti, Tolstoy’un çok bilinçli olarak simetrik bir yapı kurduğunu görmek romandan çok keyif almamı sağladı.

Tolstoy, iki başlı bir öykü anlatır “Anna Karenina”da. Birinci öykü, Anna’yı ve aristokrat sınıfın aile yapısını merkeze alır. Romanın içinde akan ikinci öykü ise Levin karakteri etrafında döner. Tolstoy iki öyküyü paralel geliştirir. Sanki romanın içinde iki nehir akıyordur. Hem birbirlerinden bağımsız, hem de birbirlerinden beslenen iki nehir. Okur da bu iki öykünün yarattığı tezattan, çok boyutlu ve gerçekçi bir tablo görür.

Anna varlıklı ve politik güce sahip bir aileden gelir, Batılılaşmış ve modern bir yaşam sürerler. Levin ise, bir prens olmasına rağmen, Rus köylüleri arasında kendini bulur. Onun için erdem, topraktan gelir insana. Batılılaşmadan yana değildir, aksine geleneklerden beslenen Rus kültürü ilgisini çeker. Anna tam bir kentliyi simgelerken, Levin tarıma bağlı kırsal kesimi simgeler.

Bu iki dünyayı Tolstoy asla ak ile kara şeklinde sunmaz bize. İyiler ve kötülerin dünyaları değildir bunlar. Yazarın yaptığı, farklı yaşam biçimlerini sunarak, daha geniş bir açıdan toplumu göstermektir.

Son olarak bu karşıt dünyaları sunduğu bir bölümden bahsetmek gerekir. Burada, Anna’nın kocası Karenin kendi evliliği üzerine girdiği çıkmazları bir “din adamı”na danışıyordur. Karenin’in içinde yaşadığı yozlaşmış sınıf, inançlar konusunda da tam bir yozlaşma içindedir. Ruhsal aydınlanma için seçtiği kişi şarlatan bir Fransız medyumdur. Karenin’in tam karşıtı olan Levin ise, ruhsal dayanağını erdemli bir Rus köylüsünden alır. Tolstoy bu farklılıkla toplumdaki özenti yozlaşmaya dikkatimizi çeker. Levin’in erdemleri karşısında bir medyumun yüzeyselliği daha görünür olur.

19. yüzyılın başyapıtlarından “Anna Karenina”yı tam da okumanın sırası. Sosyal sınıfların yeniden şekillendiği, kadının toplumsal konumunun her gün tartışıldığı ülkemizde, yeniden okunmayı bekliyor.

Garcia Marquez "Kolera Günlerinde Aşk"


Bir Roman / Bir Film


“Başyapıt romanların film uyarlamaları başarılı olmaz” sözünden neredeyse vazgeçmek üzereydik. Son yıllarda, önce başarılı Jane Austen’ler, ardından Ian McEwan’ın “Kefaret” romanının uyarlaması, edebiyatın pek de güzel filme dönüşebileceğini gösterdi bize. Yazınsal güzelliğin filme taşınamayacağı söylense de, güzel bir roman nasıl kâğıt üzerinde büyüsünü yaratıyorsa, güzel bir film de, farklı yöntemlerle kendine has bir büyü yaratabilir. Az da olsa, bunu başarmış filmler var.
Bu hafta vizyona giren “Kolera Günlerinde Aşk” bunu bazı açılardan başarmış görünse de, Gabriel Garcia Marquez’in olağanüstü güzellikteki romanı büyüsünü etkrana yansıtmayı başaramamış. Bir sinema eleştirmeni, romandan bağımsız olarak filmi değerlendirdiğinde ne der bilemem, ben bu yazıda çok sevdiğim ve 20. yüzyılın en önemli yapıtlarından biri saydığım romanın nasıl uyarlandığı üzerinde duracağım.
***
Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” filminin ardından büyük bir hayal kırıklığına uğradığını yazmıştı. Filmden hemen sonra yazmaya başladığı “Ölümsüzlük”de özellikle sinemaya uyarlanamayacak bir roman yazma çabasına girdiğini söyleyecekti. Gerçekten de “Ölümsüzlük” kullandığı yazınsal teknik ve zaman kaymaları yüzünden (daha doğrusu, sayesinde) sinemaya uyarlanabilir görünmez, bildiğim kadarıyla, henüz bir yönetmen de bunu denemeye kalkmadı.
Kundera gibi romanlarını, edebi donanımlarıyla, koruma altına alan başka yazarlar var mıdır bilmiyorum, “Kolera Günlerinde Aşk” dev bir epik olması ve iki saate sığdırılması zor bir roman olması dışında, sinemaya uyarlanabilir görünür.
“Dört Nikâh, Bir Cenaze”nin yönetmeni Mike Newell, bu zorlu işe girişecek cesareti görmüş kendinde. Filmin senaryosu romanın konu çizgisine sadık kalmış, ayrıca roman kahramanlarını da başarılı oyuncular tarafından canlandırılmış. Tüm bunlara rağmen, ortaya Garcia Marquez’in büyüsünü hiç taşımayan, sıradan bir film çıkmış.
Gabriel García Márquez’in 1985 yılında tamamladığı romanı, yazarın başyapıtlarından biri sayılır. Latin Amerikan edebiyatında sihirli gerçekçilik akımının öncülerinden biri olarak, bu romanında ne “Yüzyıllık Yalnızlık” kadar ‘sihirli’ ne de “Başkan Babamızın Sonbaharı” denli ‘gerçekçi’ davranmıştır; “Kolera Günleri”ni bu iki roman arasında bir üslupla, gerçek sihrin aşkın kendisinde olduğunu görmemizi ister gibi yazmıştır. Çok az sayıda fantastik öğeye yer vererek, aşkın kendi fantastik ve akıl almaz gerçekliğini dile getirmeyi yeterli görmüştür.
“Kolera Günlerinde Aşk” Florentino Ariza ile Fermina Daza adlı iki gencin aşklarını anlatarak başlar. 1870 ile 1930’lar arasındaki yıllar içinde bu iki kahramanın yaşamları çevresinde gelişen olaylar anlatılır, ama “Romeo ve Juliet”in aksine, ilk kez elele tutuşmaları, öpüşmeleri ve sevişmeleri için aradan 53 yıl geçmesi gerekir. 429 sayfa boyunca anlatılan bir aşk öyküsünün ancak 409. sayfasında kahramanların öpüşmüş olması, anlatılan aşkın gücünden çok, anlatımın gücüne dayandığını anlamamız için yeterlidir.
Yetmiş yaşın üzerindeki bu iki insanın aşkını anlatırken romantizmden çok gerçekçi bir tarz kullanır yazar “gözden silinmiş iki gence ait olan kısa sürmüş bir geçmişin anısından başka hiçbir ortak şeyleri olmayan, ölümün pusuda beklediği iki yaşlı insan” diye tanımlar kahramanları.
Florentino ile Fermina’nın ilk kez el ele tutuşmaları şöyle anlatılır romanda “karanlıkta buz gibi parmaklarını uzattı, el yordamıyla karanlıkta onun elini aradı; kendi elini bekler buldu onu. İkisi de, uçup giden bir an içinde, bu ellerin hiçbirinin, birbirine dokunmadan önce düşledikleri eller değil, iki yaşlı, kemikli el olduğunun bilincine varacak denli ayıktılar.” Birkaç sayfa sonra ilk öpüşmeleri “gerçekten, onun da daha önce söylediği gibi, yaşlılığın ekşi kokusu vardı onda.” İlk sevişmeleri ise “çabuk ve hüzünlü olmuştu. ‘Her şeyi berbat ettik,’ diye düşündü Fermina Daza.”
Âşıkların seviştikten sonra doruk noktasında olan duygularını anlatırken Marquez garip bir biçimde araya yine gerçeklik sıkıştırıyor. Her ikisinin de diğerine kendini tam benliğiyle verdiği, katıksız ve yapmacıksız bir aşk anlatıyor. “Birbirleriyle ne denli kaynaştıklarının ne Fermina farkına vardı ne de Florentino: Fermina onun lavmanlarına yardım ediyor, yatarken bir bardağa koyduğu takma dişlerini fırçalamak için ondan erken kalkıyordu; yitik gözlük sorununu da çözdü, çünkü okumak ve sökük dikmek için Florentino Ariza’nınkini kullanıyordu. (...) Buna karşılık Fermina’nın ondan beklediği tek şey, omzundaki ağrı için ona vantuz çekmesiydi.”
Bir aşkın anlatımı içinde takma dişler, lavman ve vantuz romanın dışında düşününce garip geliyor ama romanı okurken okur bu satırlarda iki kahramanın en derinlerde birbirlerini kabul edişleri ve bütünleşmenin değerini görüyorlar. Başka bir romanda tiksindirici gelebilecek bu satırlar, iki bedenin en yakın, en özel olanı paylaştığının kanıtı gibi görünüyor. Bunu García Márquez “tutkunun tuzaklarının ötesinde, umudun acımasız alaylarının, düş bozumlarının yanılsamalarının ötesinde, sessizlik içinde yaşıyorlardı: aşkın ötesinde” diye dile getiriyor.
“Kolera Günleri”nde García Márquez, özellikle zıt düşünceleri bir araya getiriyor. Başlıkta yer alan “Kolera” ve “Aşk” sözcüklerindeki karşıtlık gibi roman boyunca aşk-yaşlılık ile aşk-ölüm temalarını birlikte kullanıyor. Aslında kolera günlerinde geçmiyor aşk, iki sevgili yaşlılıklarında rahatsız edilmemek üzere bulundukları nehir şilebine sarı bayrak asarak rahatsız edilmekten koruyorlar kendilerini. Roman boyunca kolera salgınları hep yakınlarından geçiyor, ayrıca Fermina Daza sevgilisi Florentino’dan ayrıldıktan sonra evlendiği doktoru da kolera salgını sayesinde tanıyor. Yaşamlarına değen noktalardan geçiyor kolera ama roman kahramanlarına hiç ulaşmıyor. Bu romanda kolera, romanın sonunda aldığı şekille ilginçleşiyor. İki âşık, kendilerini bilinçli olarak karantinaya alıp, dünyadan ve gerçeklikten kopuk bir zaman dilimine geçiyorlar.
“Kolera Günleri” felsefi ve şiirsel katmanlardan oluştuğu için bir başyapıt sayılıyor. Mike Newell’in yönettiği film ise şiirsellikten sıyrıldığı için, geriye sadece konu kalıyor: elli küsur yıl ve altı yüz küsur kadın sonra buluşan âşıklar!
Roman kahramanı Florentino Ariza’nın altı yüzün üzerinde kadınla birlikte olmasının filmde çok kereler altı çizilmiş oysa romanda çok daha farklı bir Don Juan karakteri çizer yazar. Filmde, Florentino Ariza, ilk kez yetmiş dört yaşındayken sevişeceği Fermina Daza’ya sevişmeden önce hala bakire olduğunu söylediğinde tüm salon kahkahalarla güldü. Romanda hiç komik bir sahne değildir bu, aksine okurun yüreğine işleyen bir acıklı ifadedir, çünkü çok iyi biliriz ki, birlikte olduğu kadınlar onun içindeki boşluğu doldurmaya yetmemiştir. Filmde ancak bir karikatür olarak göründüğü bu sahne, romanın en can alıcı satırları arasındadır. “Florentino Ariza, sesinde en küçük bir titreme bile olmaksızın hemen yanıtladı onu: ‘Erdenliğimi senin için korudum,’ dedi.” Fermina Daza’nın buna inanmasının fazla bir önemi yoktur, “onun bu sözleri söyleyişindeki yüreklilik hoşuna gitti” diye yazar Garcia Marquez. Sadece bu sahne bile roman ile film arasındaki uçurumun ne denli derin olduğunu anlamaya yetiyor.
Sinema eleştirmenleri çok rahatlıkla “bu filmi asla görmeyin” derler; hâlbuki edebiyat eleştirmenlerinden asla bu kitabı okumayın diyen çıkmaz. Ben yine de bu filmi görün derim ve bunu sadece alışkanlıkla söylemediğimi de hemen ekleyeyim. Görün ve ardında da Garcia Marquez’in romanını okuyun. Film sizi olağanüstü bir yapıta hazırlayacaktır.

Kolera Günlerinde Aşk / Gabriel Garcia Marquez / çev.: Şadan Karadeniz / Can Yayınları / 1989 / 429 sayfa.


(Bu yazı 7 Mart 2008'de Dünya Gazetesi Kitap Ekinde yayımlandı.)