Klasikleri genelde genç yaşlarda, okul yıllarında okuruz. Ben de Lev Tolstoy’un “Anna Karenina” romanını, üniversitede öğrenci olduğum yıllarda, yirmili yaşlarımda okumuştum. Geçtiğimiz hafta yeniden okudum. Şimdi, kırk sekiz yaşında, bolca yaşam ve evlilik deneyimi geçirmiş bir okuyucuydum artık. Sevgili Anna Karenina ile ilk karşılaşmamdan beri sanki o çok değişmişti, oysa asıl değişen bendim.
Klasikleri, belli bir olgunluğa eriştikten sonra mutlaka yeniden okuma gerektiği fikri, bir kez daha kesinleşti zihnimde. Anna gibi bir kahramanın hayatı olgun bir zihinde çok daha anlamlı yankılanmalar bulur. Bu demek değil ki, gençler klasikleri anlamazlar. Anlarlar. Ama bir yetişkin olarak klasikleri yeniden ele almanın eşsiz bir keyfi var, söylemek istediğim bu.
“Anna Karenina” birçok edebiyat eleştirmenine göre, 19. yüzyılın en önemli yapıtlarından biridir. Ele aldığı temalar çok geniş çeşitlilik sergiler. Rusya’da köylülerin yaşamı, serflerin sosyal ve ekonomik durumu, kadınların yaşam koşulları, evlilik ve Batılılaşma ilk göze çarpanlar.
Yıllar önce okuduğumda Anna Karenina bana sadece gizli bir aşk öyküsü gibi gelmişti. Bu okumamda ise, yeni şekillenen bir dünyayı anlatıyordu. Dağılan imparatorluklar ardından şekillen uluslar ve ülkeler, sanayi devrimiyle değişen sosyal sınıflar, kadının sosyal konumundaki değişiklik en önemli temalardı.
Ayrıca “Anna Karenina”nın roman olarak yapısal özellikleri ilk okumada dikkatimi çekmemişti, Tolstoy’un çok bilinçli olarak simetrik bir yapı kurduğunu görmek romandan çok keyif almamı sağladı.
Tolstoy, iki başlı bir öykü anlatır “Anna Karenina”da. Birinci öykü, Anna’yı ve aristokrat sınıfın aile yapısını merkeze alır. Romanın içinde akan ikinci öykü ise Levin karakteri etrafında döner. Tolstoy iki öyküyü paralel geliştirir. Sanki romanın içinde iki nehir akıyordur. Hem birbirlerinden bağımsız, hem de birbirlerinden beslenen iki nehir. Okur da bu iki öykünün yarattığı tezattan, çok boyutlu ve gerçekçi bir tablo görür.
Anna varlıklı ve politik güce sahip bir aileden gelir, Batılılaşmış ve modern bir yaşam sürerler. Levin ise, bir prens olmasına rağmen, Rus köylüleri arasında kendini bulur. Onun için erdem, topraktan gelir insana. Batılılaşmadan yana değildir, aksine geleneklerden beslenen Rus kültürü ilgisini çeker. Anna tam bir kentliyi simgelerken, Levin tarıma bağlı kırsal kesimi simgeler.
Bu iki dünyayı Tolstoy asla ak ile kara şeklinde sunmaz bize. İyiler ve kötülerin dünyaları değildir bunlar. Yazarın yaptığı, farklı yaşam biçimlerini sunarak, daha geniş bir açıdan toplumu göstermektir.
Son olarak bu karşıt dünyaları sunduğu bir bölümden bahsetmek gerekir. Burada, Anna’nın kocası Karenin kendi evliliği üzerine girdiği çıkmazları bir “din adamı”na danışıyordur. Karenin’in içinde yaşadığı yozlaşmış sınıf, inançlar konusunda da tam bir yozlaşma içindedir. Ruhsal aydınlanma için seçtiği kişi şarlatan bir Fransız medyumdur. Karenin’in tam karşıtı olan Levin ise, ruhsal dayanağını erdemli bir Rus köylüsünden alır. Tolstoy bu farklılıkla toplumdaki özenti yozlaşmaya dikkatimizi çeker. Levin’in erdemleri karşısında bir medyumun yüzeyselliği daha görünür olur.
19. yüzyılın başyapıtlarından “Anna Karenina”yı tam da okumanın sırası. Sosyal sınıfların yeniden şekillendiği, kadının toplumsal konumunun her gün tartışıldığı ülkemizde, yeniden okunmayı bekliyor.
1 yorum:
evet.bu romanı okumadım henüz.kaç sayfa olduğunu da henüz kestiremedim.neden kitao 2 cilt bilmiyorum.ama okuyacağım.
Yorum Gönder