Geçtiğimiz haftalarda edebiyat yapıtlarından uyarlanmış filmlerden söz ettik. Bu hafta da, ilginç bir sergi var gündemde. Sanatçı Figen Aydıntaşbaş, Leyla Erbil’in “Trianon Pastanesi” adlı öyküsünden esinlenerek bir sergi hazırlamış. Sinemada sık gördüğümüz, edebi bir yapıtın uyarlamasını, plastik sanatlarda çok ender görüyoruz fakat sonuçta ortaya, izleyiciyi düşünmeye iten, bir öyküyü daha derinden anlamayı sağlayan bir sergi çıkmış.
Leyla Erbil’in kısacık öyküsü çok basit başlar. İlk satırlarda, genç kızlığında sıkça gittiği bir pastaneyi nostaljik duygularla hatırlar gibidir. Buraya solcu arkadaşları ve Sait Faik’le birlikte gelir, zamanla buranın tiryakisi olur fakat pastanenin başka tiryakileri de vardır. Yıllar sonra pastaneyi hatırlamasına neden olan şey, ne burada yediği pastalar ne de birlikte geldiği dostlarıdır. Buraya kendi gibi her akşam üstü gelen, uzaktan izlediği çift ona bu öyküyü yazdırır.
Çiftin Rumca konuşmalarını anlayamaz ama “bu dil pastanede bulunduğumuz her sürece, hafif, tatlı bir fon şiiri oluştururdu Trianon’da” diye anlatır. “O tarihlerde kent, zaten bizim ve onların karışımıyla nakışlanan şiirli bir kentti.”
Bu “şiirli kent” şiirinin büyük bir kısmını tarihinden alır. Üst üste katlar oluşturan tarihi yapısı onu eşsiz kılar. Trianon pastanesi de bu katlardan oluşur. Pastanenin alt katında Bizans döneminden kalan bir sarnıç vardır. Sarnıcın kubbeli duvarları, hem manastırı hem de hamamı çağrıştırır. Bu duvarları çağlar önce ören duvar ustasının ruhu sanki hala oradadır.
Öyküde duygusal olarak hissettiğimiz mekanı, sanatçı Figen Aydıntaşbaş, fotoğraflarla somutlaştırarak sergisinde sunuyor. Öyküde anlatılan ferforje merdiven korkuluğu örneğin, tam da okurun hayal ettiği gibi, kızıla çalan ışığı süzüyor içinden. Fotoğrafların yanı sıra sanatçı çizimler de kullanmış. Bunlar öykünün canlılığını yansıtır nitelikte. Öyküde anlatılan kadının süet eldivenleri ve çantası, duvarlarda yer alan ikona gibi, ressamın da okurla birlikte hayal kurduğu hissini veriyor.
Hayalin biraz ötesine gidilince de, şiddet dolu 6-7 Eylül olayları, kırılan camlar, havaya atılan sandalyeler resimlerin konusu oluyor.
Bu öykü, sergi ve mekanı, bir üçgen anlatının açılarına benzettim ben. Aralarında büyük zaman dilimleri var ve bu yüzden üçgenin köşeleri farklı katlarda birbirlerine bağlanıyorlar. Pastanenin alt katındaki Bizans döneminden kalma sarnıcın duvarları, üçgenin bir ayağını oluşturuyor, öykü bu ayağa dayanıyor. İkinci ayak ise 50’li yıllar ve İstanbul’un çok renkli dokusu. Üçgenin son köşesini ise bugün olarak düşünüyorum, tek sesli koro halinde bağıran Fatih’in torunları duruyor bu köşede de.
Bertrand Russell, beni çok etkileyen bir denemesinde, gerici politikalar, bireylerin mümkün olduğunca gelişmemesini isterler, bu yüzden çok doğurmalarını, az eğitim görmelerini teşvik ederler, der. Böylece birbirlerine benzetilmiş insanlardan oluşan, kolay yönetilir bir toplum çıkar karşılarında. Ne denli cahil ve bağımlı olurlarsa, o denli söz dinler olurlar. Tek tip yaratmak bu yüzden diktatörlerin en yüce amaçlarının başında gelir. Tek bir din, tek bir dil, hatta tek bir giyim gibi liste uzar gider… sonunda heterojen dokusunu tamamen yitirmiş, kişilerin bireyselliklerini yitirdikleri bir topluluk kalır geride.
Leyla Erbil bu çarpıcı öyküsünde, farklılıkların fazlalık olmadığını dile getiriyor ve öykünün sonlarında şöyle soruyor: “insan, hiç tanımadığı bilmediği bir dille, kültürle konuşup duran kaçık bir karı kocayı (?), aradan bunca yıl geçtikten sonra hala neden özler?” Özler çünkü büyük bir hızla tek renkliliğe, tek sesliliğe doğru yol alan dünyada yaşıyordur.
Ben bu öyküyü sadece bu ülkenin geçmişine bakar halde görmüyorum, Erbil sanki çok daha geniş bir perspektiften, dünyanın bu önemli sorununa bakıyor. Aklıma geçenlerde gördüğüm bir görüntü takıldı bu sergiyle birlikte. Topkapı sarayının bahçesindeki Aya Irini’nin önünde duran antik sütun başlarını kendilerine kale yapmış, futbol oynayan çocuklar, hoyratça toplarını vuruyorlardı bu narin taşlara. Hiç kimse bu çocuklara bu taşların anlamını söylememişti. Bence sadece farklı kültüre yabancı olmakla da açıklanacak bir durum değil, kendi kültürüne, geçmişine, İslam sanatına da aynı derecede yabancı duran bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum. Bu öykü ve bu sergi, kan bağımızı tazeleyecek türden.
Daha önce bir öykünün görsel sanatlara bu şekilde malzeme olduğunu görmemiştim. Bence en iyi yöntem, öyküyü okumadan sergiye gitmek ve orada, o resimlerin arasında oturup, hiç acele etmeden öyküyü okumak gerek. Öykü bittikten sonra, resimlere başka anlamlar yükleyerek bakmaya başlayacaksınız.
İstanbul’da Zaman / Leyla Erbil / Büke yayınları / 2000.
Milli Reasürans Sanat Galerisi / Düz ve Derinlemesine / Figen Aydıntaşbaş / 5-29 Mart 2008.
Leyla Erbil’in kısacık öyküsü çok basit başlar. İlk satırlarda, genç kızlığında sıkça gittiği bir pastaneyi nostaljik duygularla hatırlar gibidir. Buraya solcu arkadaşları ve Sait Faik’le birlikte gelir, zamanla buranın tiryakisi olur fakat pastanenin başka tiryakileri de vardır. Yıllar sonra pastaneyi hatırlamasına neden olan şey, ne burada yediği pastalar ne de birlikte geldiği dostlarıdır. Buraya kendi gibi her akşam üstü gelen, uzaktan izlediği çift ona bu öyküyü yazdırır.
Çiftin Rumca konuşmalarını anlayamaz ama “bu dil pastanede bulunduğumuz her sürece, hafif, tatlı bir fon şiiri oluştururdu Trianon’da” diye anlatır. “O tarihlerde kent, zaten bizim ve onların karışımıyla nakışlanan şiirli bir kentti.”
Bu “şiirli kent” şiirinin büyük bir kısmını tarihinden alır. Üst üste katlar oluşturan tarihi yapısı onu eşsiz kılar. Trianon pastanesi de bu katlardan oluşur. Pastanenin alt katında Bizans döneminden kalan bir sarnıç vardır. Sarnıcın kubbeli duvarları, hem manastırı hem de hamamı çağrıştırır. Bu duvarları çağlar önce ören duvar ustasının ruhu sanki hala oradadır.
Öyküde duygusal olarak hissettiğimiz mekanı, sanatçı Figen Aydıntaşbaş, fotoğraflarla somutlaştırarak sergisinde sunuyor. Öyküde anlatılan ferforje merdiven korkuluğu örneğin, tam da okurun hayal ettiği gibi, kızıla çalan ışığı süzüyor içinden. Fotoğrafların yanı sıra sanatçı çizimler de kullanmış. Bunlar öykünün canlılığını yansıtır nitelikte. Öyküde anlatılan kadının süet eldivenleri ve çantası, duvarlarda yer alan ikona gibi, ressamın da okurla birlikte hayal kurduğu hissini veriyor.
Hayalin biraz ötesine gidilince de, şiddet dolu 6-7 Eylül olayları, kırılan camlar, havaya atılan sandalyeler resimlerin konusu oluyor.
Bu öykü, sergi ve mekanı, bir üçgen anlatının açılarına benzettim ben. Aralarında büyük zaman dilimleri var ve bu yüzden üçgenin köşeleri farklı katlarda birbirlerine bağlanıyorlar. Pastanenin alt katındaki Bizans döneminden kalma sarnıcın duvarları, üçgenin bir ayağını oluşturuyor, öykü bu ayağa dayanıyor. İkinci ayak ise 50’li yıllar ve İstanbul’un çok renkli dokusu. Üçgenin son köşesini ise bugün olarak düşünüyorum, tek sesli koro halinde bağıran Fatih’in torunları duruyor bu köşede de.
Bertrand Russell, beni çok etkileyen bir denemesinde, gerici politikalar, bireylerin mümkün olduğunca gelişmemesini isterler, bu yüzden çok doğurmalarını, az eğitim görmelerini teşvik ederler, der. Böylece birbirlerine benzetilmiş insanlardan oluşan, kolay yönetilir bir toplum çıkar karşılarında. Ne denli cahil ve bağımlı olurlarsa, o denli söz dinler olurlar. Tek tip yaratmak bu yüzden diktatörlerin en yüce amaçlarının başında gelir. Tek bir din, tek bir dil, hatta tek bir giyim gibi liste uzar gider… sonunda heterojen dokusunu tamamen yitirmiş, kişilerin bireyselliklerini yitirdikleri bir topluluk kalır geride.
Leyla Erbil bu çarpıcı öyküsünde, farklılıkların fazlalık olmadığını dile getiriyor ve öykünün sonlarında şöyle soruyor: “insan, hiç tanımadığı bilmediği bir dille, kültürle konuşup duran kaçık bir karı kocayı (?), aradan bunca yıl geçtikten sonra hala neden özler?” Özler çünkü büyük bir hızla tek renkliliğe, tek sesliliğe doğru yol alan dünyada yaşıyordur.
Ben bu öyküyü sadece bu ülkenin geçmişine bakar halde görmüyorum, Erbil sanki çok daha geniş bir perspektiften, dünyanın bu önemli sorununa bakıyor. Aklıma geçenlerde gördüğüm bir görüntü takıldı bu sergiyle birlikte. Topkapı sarayının bahçesindeki Aya Irini’nin önünde duran antik sütun başlarını kendilerine kale yapmış, futbol oynayan çocuklar, hoyratça toplarını vuruyorlardı bu narin taşlara. Hiç kimse bu çocuklara bu taşların anlamını söylememişti. Bence sadece farklı kültüre yabancı olmakla da açıklanacak bir durum değil, kendi kültürüne, geçmişine, İslam sanatına da aynı derecede yabancı duran bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum. Bu öykü ve bu sergi, kan bağımızı tazeleyecek türden.
Daha önce bir öykünün görsel sanatlara bu şekilde malzeme olduğunu görmemiştim. Bence en iyi yöntem, öyküyü okumadan sergiye gitmek ve orada, o resimlerin arasında oturup, hiç acele etmeden öyküyü okumak gerek. Öykü bittikten sonra, resimlere başka anlamlar yükleyerek bakmaya başlayacaksınız.
İstanbul’da Zaman / Leyla Erbil / Büke yayınları / 2000.
Milli Reasürans Sanat Galerisi / Düz ve Derinlemesine / Figen Aydıntaşbaş / 5-29 Mart 2008.
(Bu makale, 25 Mart 2008 tarihli Taraf Gazetesinde, Ars Poetika köşesinde yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder