14 Mart 2008

Garcia Marquez "Kolera Günlerinde Aşk"


Bir Roman / Bir Film


“Başyapıt romanların film uyarlamaları başarılı olmaz” sözünden neredeyse vazgeçmek üzereydik. Son yıllarda, önce başarılı Jane Austen’ler, ardından Ian McEwan’ın “Kefaret” romanının uyarlaması, edebiyatın pek de güzel filme dönüşebileceğini gösterdi bize. Yazınsal güzelliğin filme taşınamayacağı söylense de, güzel bir roman nasıl kâğıt üzerinde büyüsünü yaratıyorsa, güzel bir film de, farklı yöntemlerle kendine has bir büyü yaratabilir. Az da olsa, bunu başarmış filmler var.
Bu hafta vizyona giren “Kolera Günlerinde Aşk” bunu bazı açılardan başarmış görünse de, Gabriel Garcia Marquez’in olağanüstü güzellikteki romanı büyüsünü etkrana yansıtmayı başaramamış. Bir sinema eleştirmeni, romandan bağımsız olarak filmi değerlendirdiğinde ne der bilemem, ben bu yazıda çok sevdiğim ve 20. yüzyılın en önemli yapıtlarından biri saydığım romanın nasıl uyarlandığı üzerinde duracağım.
***
Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” filminin ardından büyük bir hayal kırıklığına uğradığını yazmıştı. Filmden hemen sonra yazmaya başladığı “Ölümsüzlük”de özellikle sinemaya uyarlanamayacak bir roman yazma çabasına girdiğini söyleyecekti. Gerçekten de “Ölümsüzlük” kullandığı yazınsal teknik ve zaman kaymaları yüzünden (daha doğrusu, sayesinde) sinemaya uyarlanabilir görünmez, bildiğim kadarıyla, henüz bir yönetmen de bunu denemeye kalkmadı.
Kundera gibi romanlarını, edebi donanımlarıyla, koruma altına alan başka yazarlar var mıdır bilmiyorum, “Kolera Günlerinde Aşk” dev bir epik olması ve iki saate sığdırılması zor bir roman olması dışında, sinemaya uyarlanabilir görünür.
“Dört Nikâh, Bir Cenaze”nin yönetmeni Mike Newell, bu zorlu işe girişecek cesareti görmüş kendinde. Filmin senaryosu romanın konu çizgisine sadık kalmış, ayrıca roman kahramanlarını da başarılı oyuncular tarafından canlandırılmış. Tüm bunlara rağmen, ortaya Garcia Marquez’in büyüsünü hiç taşımayan, sıradan bir film çıkmış.
Gabriel García Márquez’in 1985 yılında tamamladığı romanı, yazarın başyapıtlarından biri sayılır. Latin Amerikan edebiyatında sihirli gerçekçilik akımının öncülerinden biri olarak, bu romanında ne “Yüzyıllık Yalnızlık” kadar ‘sihirli’ ne de “Başkan Babamızın Sonbaharı” denli ‘gerçekçi’ davranmıştır; “Kolera Günleri”ni bu iki roman arasında bir üslupla, gerçek sihrin aşkın kendisinde olduğunu görmemizi ister gibi yazmıştır. Çok az sayıda fantastik öğeye yer vererek, aşkın kendi fantastik ve akıl almaz gerçekliğini dile getirmeyi yeterli görmüştür.
“Kolera Günlerinde Aşk” Florentino Ariza ile Fermina Daza adlı iki gencin aşklarını anlatarak başlar. 1870 ile 1930’lar arasındaki yıllar içinde bu iki kahramanın yaşamları çevresinde gelişen olaylar anlatılır, ama “Romeo ve Juliet”in aksine, ilk kez elele tutuşmaları, öpüşmeleri ve sevişmeleri için aradan 53 yıl geçmesi gerekir. 429 sayfa boyunca anlatılan bir aşk öyküsünün ancak 409. sayfasında kahramanların öpüşmüş olması, anlatılan aşkın gücünden çok, anlatımın gücüne dayandığını anlamamız için yeterlidir.
Yetmiş yaşın üzerindeki bu iki insanın aşkını anlatırken romantizmden çok gerçekçi bir tarz kullanır yazar “gözden silinmiş iki gence ait olan kısa sürmüş bir geçmişin anısından başka hiçbir ortak şeyleri olmayan, ölümün pusuda beklediği iki yaşlı insan” diye tanımlar kahramanları.
Florentino ile Fermina’nın ilk kez el ele tutuşmaları şöyle anlatılır romanda “karanlıkta buz gibi parmaklarını uzattı, el yordamıyla karanlıkta onun elini aradı; kendi elini bekler buldu onu. İkisi de, uçup giden bir an içinde, bu ellerin hiçbirinin, birbirine dokunmadan önce düşledikleri eller değil, iki yaşlı, kemikli el olduğunun bilincine varacak denli ayıktılar.” Birkaç sayfa sonra ilk öpüşmeleri “gerçekten, onun da daha önce söylediği gibi, yaşlılığın ekşi kokusu vardı onda.” İlk sevişmeleri ise “çabuk ve hüzünlü olmuştu. ‘Her şeyi berbat ettik,’ diye düşündü Fermina Daza.”
Âşıkların seviştikten sonra doruk noktasında olan duygularını anlatırken Marquez garip bir biçimde araya yine gerçeklik sıkıştırıyor. Her ikisinin de diğerine kendini tam benliğiyle verdiği, katıksız ve yapmacıksız bir aşk anlatıyor. “Birbirleriyle ne denli kaynaştıklarının ne Fermina farkına vardı ne de Florentino: Fermina onun lavmanlarına yardım ediyor, yatarken bir bardağa koyduğu takma dişlerini fırçalamak için ondan erken kalkıyordu; yitik gözlük sorununu da çözdü, çünkü okumak ve sökük dikmek için Florentino Ariza’nınkini kullanıyordu. (...) Buna karşılık Fermina’nın ondan beklediği tek şey, omzundaki ağrı için ona vantuz çekmesiydi.”
Bir aşkın anlatımı içinde takma dişler, lavman ve vantuz romanın dışında düşününce garip geliyor ama romanı okurken okur bu satırlarda iki kahramanın en derinlerde birbirlerini kabul edişleri ve bütünleşmenin değerini görüyorlar. Başka bir romanda tiksindirici gelebilecek bu satırlar, iki bedenin en yakın, en özel olanı paylaştığının kanıtı gibi görünüyor. Bunu García Márquez “tutkunun tuzaklarının ötesinde, umudun acımasız alaylarının, düş bozumlarının yanılsamalarının ötesinde, sessizlik içinde yaşıyorlardı: aşkın ötesinde” diye dile getiriyor.
“Kolera Günleri”nde García Márquez, özellikle zıt düşünceleri bir araya getiriyor. Başlıkta yer alan “Kolera” ve “Aşk” sözcüklerindeki karşıtlık gibi roman boyunca aşk-yaşlılık ile aşk-ölüm temalarını birlikte kullanıyor. Aslında kolera günlerinde geçmiyor aşk, iki sevgili yaşlılıklarında rahatsız edilmemek üzere bulundukları nehir şilebine sarı bayrak asarak rahatsız edilmekten koruyorlar kendilerini. Roman boyunca kolera salgınları hep yakınlarından geçiyor, ayrıca Fermina Daza sevgilisi Florentino’dan ayrıldıktan sonra evlendiği doktoru da kolera salgını sayesinde tanıyor. Yaşamlarına değen noktalardan geçiyor kolera ama roman kahramanlarına hiç ulaşmıyor. Bu romanda kolera, romanın sonunda aldığı şekille ilginçleşiyor. İki âşık, kendilerini bilinçli olarak karantinaya alıp, dünyadan ve gerçeklikten kopuk bir zaman dilimine geçiyorlar.
“Kolera Günleri” felsefi ve şiirsel katmanlardan oluştuğu için bir başyapıt sayılıyor. Mike Newell’in yönettiği film ise şiirsellikten sıyrıldığı için, geriye sadece konu kalıyor: elli küsur yıl ve altı yüz küsur kadın sonra buluşan âşıklar!
Roman kahramanı Florentino Ariza’nın altı yüzün üzerinde kadınla birlikte olmasının filmde çok kereler altı çizilmiş oysa romanda çok daha farklı bir Don Juan karakteri çizer yazar. Filmde, Florentino Ariza, ilk kez yetmiş dört yaşındayken sevişeceği Fermina Daza’ya sevişmeden önce hala bakire olduğunu söylediğinde tüm salon kahkahalarla güldü. Romanda hiç komik bir sahne değildir bu, aksine okurun yüreğine işleyen bir acıklı ifadedir, çünkü çok iyi biliriz ki, birlikte olduğu kadınlar onun içindeki boşluğu doldurmaya yetmemiştir. Filmde ancak bir karikatür olarak göründüğü bu sahne, romanın en can alıcı satırları arasındadır. “Florentino Ariza, sesinde en küçük bir titreme bile olmaksızın hemen yanıtladı onu: ‘Erdenliğimi senin için korudum,’ dedi.” Fermina Daza’nın buna inanmasının fazla bir önemi yoktur, “onun bu sözleri söyleyişindeki yüreklilik hoşuna gitti” diye yazar Garcia Marquez. Sadece bu sahne bile roman ile film arasındaki uçurumun ne denli derin olduğunu anlamaya yetiyor.
Sinema eleştirmenleri çok rahatlıkla “bu filmi asla görmeyin” derler; hâlbuki edebiyat eleştirmenlerinden asla bu kitabı okumayın diyen çıkmaz. Ben yine de bu filmi görün derim ve bunu sadece alışkanlıkla söylemediğimi de hemen ekleyeyim. Görün ve ardında da Garcia Marquez’in romanını okuyun. Film sizi olağanüstü bir yapıta hazırlayacaktır.

Kolera Günlerinde Aşk / Gabriel Garcia Marquez / çev.: Şadan Karadeniz / Can Yayınları / 1989 / 429 sayfa.


(Bu yazı 7 Mart 2008'de Dünya Gazetesi Kitap Ekinde yayımlandı.)

Hiç yorum yok: