14 Mart 2008

"Kolera Günlerinde Aşk" Yeniden


Kolera in English!


Haftalardır, Ian McEwan’ın “Kefaret” adlı romanı, İngiltere’de çok satanlar listesinde en üst sırasına yerleşti kaldı. Hâlbuki roman 2002 yılında yayınlandığında çok satanlar listesine girdiği halde, birinci sıraya yükselememişti. Aradan geçen yıllar içinde değişen tek şey, yönetmen Joe Wright tarafından büyük bütçeli bir filme uyarlanmış olmasıydı. Kyra Knightley gibi günümüzün yıldız oyuncularını kullanan uyarlama, birçok dalda Oscar ödülüne aday olunca, romanın satışları tam anlamıyla zirveyi buldu.
Elbette sinemaya edebiyattan çok daha fazla insan ilgi duyuyor. “Kefaret”te olduğu gibi, bazen sinema sayesinde edebiyatla tanışıyorlar. Gördükleri ve beğendikleri bir filmin kitabını da merak ediyorlar.
Bakalım, geçtiğimiz hafta sonu gösterime giren “Kolera Günlerinde Aşk” filmi, romanın yeni baskılara girmesine neden olacak mı? Birkaç yıl önce “İnci Küpeli Kız” (Colin Firth, Scarlett Johansson) filminin ardından Lahey’deki müze, tarihinin en büyük ziyaretçi akınına uğramıştı. Sanat ve edebiyata ilgi artıran bu filmler arasında çok ender sevdiğim yapıtlar çıkar fakat yine de, hele de kitabı okumuşsam, filmi çok merak ederim.
Aynı merakla “Kolera Günlerinde Aşk” filmini görmeye gittim. Filmde başrol oyuncuları Giovanna Mezzogiorno (Ferzan Özpetek’in “Karşı Pencere” filminde tanıyıp çok sevmiştik) ve “İhtiyarlara Yer Yok” ile bu senenin en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ını kazanan Javier Bardem, filmi görmek için yeterli nedendi. Fakat ayrıca, 20. yüzyılın en etkileyici aşk öyküsü olarak bilinen Gabriel Garcia Marquez’in romanının nasıl işlendiği de elbette çok ilgimi çekiyordu.
Her şeyden önce söylemek gerekir, film romana mümkün olduğunca sadık kalmış. Konu çizgisi hiç saptırılmadan, aynı kahramanlar üzerinden anlatılmış öykü. Anlatılan aşk öyküsü, yaklaşık 1870’lerin sonunda başlar, gerçekten de 1879 Arjantin’de ölümcül kolera salgının baş gösterdiği yıldır. Telgraf servisinden çalışan genç Florentino Ariza ile annesinin ölümünden sonra babasıyla kente yeni yerleşen Fermina Daza, genç yaşta birbirlerine âşık olurlar. Aylar, seneler süren gizli aşk mektupları ortaya çıkınca, Fermina Daza’nın babası gençleri ayırmayı dener fakat aralarına giren mesafe gençlerin haberleşmesine engel olamaz, bu sefer de telgraf yoluyla aşklarını kâğıda dökmeye devam ederler.
Uzun ayrılık sonrası tekrar karşılaştıklarında Fermina Daza – aniden ve belli bir neden göstermeden – fark eder ki, artık sevmiyor genç adamı. Kısa zaman sonra da şehrin en gözde bekârı, varlıklı ve yakışıklı doktor ile evlenir.
Romanın bu noktasından sonra Fermina Daza ile hala ona âşık olan Florentino Ariza’nın yolları ender olarak kesişir. Roman paralel hayatlarını birinden diğerine göndermeler yaparak anlatır. Biri evli, çocuklu hatta torun sahibi, kentin yüksek sosyetesine dâhil bir hayat sürerken, diğeri nakliye işinden büyük paralar kazanmış, ve bu paranın büyük kısmını genelevlerde harcamayı seçmiş biridir. Ta ki, aradan yarım yüzyıl geçip de, Fermina Daza’nın kocası ölene dek durum değişmez. Yetmişli yaşlarında olan Florentino Ariza, nihayet aşkına sadık kaldığını söyleme fırsatı bulur.
Roman ile film arasındaki en önemli farklardan biri, kuşkusuz romanda yakından tanıma fırsatı bulduğumuz bazı karakterlerin filme iyi yansımaması. Örneğin, romandan benim unutamadığım karakterlerden biri, America Vicuna, filmde son derece silik kalmış. Oysa bu genç kız (aslında henüz çocuk) ile yetmiş yaşındaki Florentino Ariza arasındaki aşk, yazarın daha sonra yazacağı “Benim Hüzünlü Orospularım” romanına adeta bir hazırlık. Ayrıca filmde America’nın intihar haberi gibi önemli bir unsur atlanmış, oysa küçük America bir zamanlar âşık olduğu genç Fermina Daza’yı anımsattığı için romanda önemli rol oynar.
Böylesine destansı bir romanı filme çekmenin en büyük zorluğu, detaylarda yatan incelikleri ekrana yansıtmak olmalı. Roman, tarihsel arka plandan, politik olaylardan, yan karakterlerden beslenirken, filmde bunlar neredeyse hiç anlatılmıyor. Örneğin filmde bir anda silahlar patlamaya, binalar yıkılmaya başlıyor. İç savaş çıktığını anlıyoruz ama sadece birkaç dakika süren bu sahnelerden bir anlam çıkarmak mümkün değil. Ne savaşıdır, roman kahramanlarının yaşamları bundan nasıl etkilenir, bunları anlayamıyoruz. Bunun yerine seyirci sadece sinemanın teknik olanaklarının yıkım sahnelerinde nasıl kullanıldığını görmek kalıyor. Kaldı ki, bu sahneler romanın gelişimi açısından çok önemsizler.
Roman ile film arasındaki farklılığı iyice gösteren sahnelerden biri de, iki sevgilinin, elli üç yıl sonra ilk kez aynı yatağa girdikleri an geliyor. Bu sahnede, yedi yüzün üzerinde kadınla birlikte olduğunu bildiğimiz erkek, hiç başını çevirmeden bekâretini koruduğunu söylüyor. Burada sinema salonunda bulunan herkes kahkahalar atarak güldü. Oysa Garcia Marquez romanda bu sahneyi öylesine farklı anlatır ki, “Erdenliğimi senin için korudum” derken, erkeğin sesinin titremediğini, gerçekten de bir ömür boyu süren yalnızlığını, aşksız geçen yıllarını dile getirdiğini bilir ve hüzünleniriz. Sinema ekranında bir şaklabana dönüşen kahraman, roman sayfalarında gerçek bir kahramandır.
Ben filmi görün derim. Ama bir koşulum var, eğer kitabı okuyacaksanız (ya da vakti zamanında okuduysanız) görün. Aksi takdirde görülmeye değer olduğunu sanmıyorum. Oyunculuğun ve çekimlerin iyi olması, bir filmi iyi yapmaya yetmiyor. Hatta ardında eşsiz güzellikte bir roman yatmasının bile yetmediği görülüyor.


(Bu yazı 4 Mart 2008'de Taraf Gazetesinde yayımlandı.)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

iki gün once gittim filme. filmin adıyla hatta sloganıyla yakından uzaktan alakası olmadığını düşünüyorum.oyunculuk güzel evet ama filmden çıkınca akılda kalan tek şey seks sahneleri oluyor. mide bulandırıcı... aşık bir adamın yarım asır beklediği bir sevgili var ama bekleyişte bir yanlışlık var. ayrıca filmin sonunda kavuşuyorlar ama hiç bir esprisi kalmıyor bu kavuşmanın çünkü adamı zaten film boyunca pek çok kadının yatagında görüyorsunuz... nerde kaldı yarım asır beklenen sevgili ve muhteşem kavuşma? belki kitabını okumak gerek ama film cok gereksiz kesinlikle.