24 Şubat 2006

Toni Morrison

AŞK


14 Şubat Aşıklar günü için dekore edilmiş bir kitapçı vitrininde kırmızı kalp şeklinde balonların arasında birkaç kitapla birlikte Toni Morrison’un yeni romanı “Aşk”ı görünce çok şaşırdım. Morrison bu dekora hiç uymuyordu, “Aşk” adlı romanını pembe dizi bir aşk öyküsü isteyen okurlar almamışlardır umarım, yoksa çok hayal kırıklığına uğrayacaklardır.
Toni Morrison “Cennet”ten beş yıl sonra yazdığı bu yeni romanında aşkı değil, aşkın paramparça oluşunu anlatıyor. Yine sevdiği temalara değinme şansı bulmuş: yoksulluk, şiddet ve kaybolan masumiyet, “Aşk”ın da ana temasını bunlar oluşturuyor. Yazar burada da, yaşamlara hükmeden karanlık geçmişi, zencilerin kölelikten kurtuluşunu ama acı çekmeye devam edişlerini, özellikle şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen erkekleri ve ezdikleri kadınları / çocukları anlatıyor.
Çocuk Gelin
Dokuz bölümden oluşan roman, Bill Cosey adlı bir adamın etrafında gelişen olayları anlatıyor. Cosey, 1891’de doğmuş, kölelikten kurtulduktan sonra beyazlara yakın davrandığı için işleri yolunda gitmiş ve sonunda büyük bir servet kazanmış, yakışıklı, güçlü bir erkektir. 1940’larda satın aldığı iyi iş yapan oteli, bir bakıma paralı siyah nüfusun eğlence merkezi haline gelmiştir. İlk eşi ve tek çocuğu olan oğlunun ölümleri ardından, gelini ve torunu ile kalır. Fakat amansız bir çapkın olan Cosey’nin etrafından kadınlar eksik olmaz.
Dul Cosey elli bir yaşına geldiğinde, küçük torununun en yakın arkadaşı, para ödeyerek satın aldığı, on bir yaşındaki Heed ile evlenir. Zaten pek olağan ve yolunda gitmeyen hayatlar çocuk gelinin otele gelmesiyle iyice sarpa sarar. Otelde çalışan kadınlar, Cosey’nin dul gelini, torunu ve şimdi de çocuk karısı ile etrafı kadınlarla çevrili bir yaşam sürer Cosey. “Bay Cosey kraldı ... geri kalanların hepsi -- Heed, Vida, May, garsonlar, temizlikçiler – kraldan bir tebessüm koparabilmek için kıyasıya çekişen saray halkı.”
Aşk - Nefret
Romanda anlatılan şimdiki zaman, 1990’ların sonudur. Cosey öleli yirmi beş yıl geçtiği halde, hâlâ buranın kadınları üzerindeki etkisi devam eder. Eskinin görkemli oteli iflas etmiş, hayatlar değişmiş, hepsi yoksullaşmıştır. Cosey’nin torunu ile çocuk yaşta evlendiği karısı altmış yaşlarına gelmişler ve artık baş başa kalmışlardır. Ömürleri boyunca birbirlerinden nefret etmeleri öğretilmiş bu iki kadın, konuşmadan, her geçen gün nefretlerini büyüterek aynı evde yaşamayı sürdürürler.
Bir gün bu kadınlardan biri gazeteye bir iş ilanı verdiğinde, yeni hapishaneden çıkmış, eteği fazlaca kısa, seksi Junior adlı genç bir kız çıkagelir. Evdeki suskunluk dengeleri Junior ile değişir, hala birbirleri ile konuşmayan bu iki yaşlı kadın, genç kızı aracı edinirler. İkisiyle de başını belaya sokmamak için Junior da nefretlerini körüklemeye devam eder.
Şimdi diyeceksiniz ki, nerede aşk? Yazarın romana neden “Aşk” adını verdiğini çözmek gerçekten zor. Junior ile evin genç bahçıvanı arasında ilişki gelişiyor ama bu ilişkide aşk ve tutkudan çok şiddet ve cinsellik var. Geriye, etrafı kadınlarla çevrili Cosey’in aslında kimi sevdiği sorusu kalıyor. Ama önce belki de bunca kadın arasında onu seven var mı diye sormak gerekiyor, çünkü ondan korktuklarını, onun gücünden etkilendiklerini biliyoruz ama sevdiklerini söylemek olanaksız. Cosey’in ise kimi sevdiği roman içinde ayrı bir önem kazanıyor çünkü sevdiği her kim ise mirasını ona bırakmayı düşünerek geride bir vasiyet bıraktığını öğreniyoruz. Bu kişinin kimliği, tipik bir Morrison romanında olacağı gibi, sisler gerisinde bırakılıyor.
Hayalet
Romandaki ara başlıklar da hep Cosey karakterine gönderme yapıyor. Birinci ve son bölümler otelin eski aşçısı L’nin ağzından anlatılıyor. L’nin başlarda artık uzakta yaşadığını sanıyoruz ama ilerleyen sayfalarda bize ölüler arasından seslendiğini öğreniyoruz. Romanın diğer bölümlerinde duyduğumuz ses en çok Junior’unkine yakın, çevreye ve insanlara onun açısından bakıyor metin.
Morrison, karakterlerin sırlarını bize damla damla veriyor; roman sanki güneyin nemli havasının ağırlaştırdığı kalın bir perdeyi çok ağır aralıyor. Her satırın gerisinde söylenmemiş vahşet ve acı olduğunu hissettiriyor, damakta acı-tatlı tat bırakan bir anlatı bu.
Genelde Morrison romanlarında babalar, dayılar, amcalar, patronlar sanki ezmek ve yok etmek (hatta bazen istemeden) üzere varlardır. Bu romanda da merkeze Cosey’i yerleştiriyor yazar ama ana karakterlerden çok yan hikayelerden olumsuz ve baskıcı erkek tiplemelerini alıyoruz. Romandaki altı kadın karakterin ortasında, romanın bir bakıma ahlaki merkezini oluşturan, Sandler Gibbons adlı karakter yer alıyor. Sandler, Cosey’i belki de en yakın tanıyanlardan biri. Aslında bu dostluğu yazar büyük bir ustalıkla anlatıyor. “Cosey artık yetmiş dördünde olmasına karşın, hala yakışıklıydı; Sandler ise henüz yirmi ikisinde (...) Cosey’in parası vardı, Sandler saatte bir dolar yetmiş sent kazanıyordu. Kendi kendine sordu: Dünyada bizden daha az ortak yönü bulunan iki erkek var mıdır?”
Bu satırlarda yetmiş dört yaşındaki bir erkeğin, genç bir adamı balık tutmaya götürmesinden kuşku duymamızı sağlıyor yazar; aslında romanda fetişizm, sübyancılık, tecavüz, fahişelik, sadizm gibi hemen her tür zorbalık yer aldığı için hiçbir ilişkiye masum bakmamayı da öğretiyor.
Toni Morrison bir çok eleştirmene göre günümüzün önemli yazarlarından biri, kendisini Faulkner ve Garcia Marquez karşılaştıranlar var. Morrison gerçekten de romanlarında olağanüstü büyülü bir hava yaratmakta büyük bir usta. Konu olarak hep küçük kasaba ya da köy ortamlarını seçiyor, insanın içindeki en kötüyü, en iyiyle karıştırarak vermesi de sırf onun kalemine özgü bir tarz. “Sevgili” romanında kızını esir tüccarlarının eline vermek yerine öldüren bir anneyi anlatıyordu. Burada da sevgisizlik içinde büyümüş kadınların nefretini anlatıyor ama hep büyük bir özlemle sevgiyi ve aşkı (bunlar yaşanamasa da) dile getiriyor. Bugünü anlattığında bile geçmiş günlerin karanlığı içinde anlatıyor sanki. 1990’lardaki Amerika’yı anlattığında bile modern hiçbir şey göremiyoruz, sanki bu insanlar televizyon seyretmiyorlar, öyle bir Amerika’yı anlatıyor ki, burada, “reality show” izlemek yerine insanlar komşularındaki karanlık dedikoduları merak etmeyi tercih ediyorlar. Yarattığı dünya her şeyiyle bu dünyadan ve zamandan kopuk kalmayı başarıyor.


Aşk / Toni Morrison / çev.: Püren Özgören / Can Yayınları / 2006 / 244 sayfa.

16 Şubat 2006

Jane Austen

AŞK ve GURUR



Geçmiş yıllarda, klasik bir roman sinemaya uyarlandığında mutlaka roman ile sinema arasındaki tutarlılıktan, konunun işlenişinden, roman karakterlerinin büyük ekranda nasıl göründüklerinden söz edilirdi, ya da en azından edebiyat sinemada nasıl duruyor konusu ele alınırdı. Geçtiğimiz günlerde sinemalarda oynayan “Aşk ve Gurur” (yön.: Joe Wright) ile ilgili çıkan eleştiri yazılarına bakınca artık edebiyat eseri ile bağlantı kurulmaya çalışılmadığını görmek bence çok şaşırtıcı. İngiliz basının ünlü sinema eleştirmenleri “Aşk ve Gurur” hakkında yazdıkları makalelerinde filmi romanla kıyaslamak yerine, daha önceki sinema ve televizyon uyarlamaları ile karşılaştırmayı tercih etmişler. Edebiyat sanki sinemanın malıymış gibi davranılmasına sinirlenen edebiyatçılar vardır mutlaka ama asıl üzücü olan romanların esprilerini sinemada yitirmeleri.
İroni
Jane Austen her şeyden çok, alaycı dili ile okurların sevgisini kazanan bir yazardır. Örneğin “Aşk ve Gurur” romanı şöyle garip bir cümleyle başlar: “Evrensel olarak bilinen bir gerçeğe göre, varlık sahibi her bekar erkek, uygun bir eşle evlenmek ister.”
Edebiyatta ironi, ilk okuyuşta sözcüklerden anlaşılan yüzeysel anlamların ötesinde okuru yorum yapmaya davet eder. Burada da Austen yorumlamamız için bize mantıksız bir giriş cümlesi verir, zaten öneri saçma bir genelleme ile başlar. Zengin bekar erkeklerin ne istediği değildir bu cümlenin altında yatan, aslında onların evlenmelerinin önemidir. Bu ilk cümle öykü-anlatıcı ağzından verildiği için, anlatıcının bakış açısının bir çöpçatanınkine yakın olduğunu sezer hemen okuyucu. Edebiyatın bu ince alaycılığı nadiren uyarlama eserlerde kendini gösterir. Austen’in romanlarındaki ironi çıkartıldığında, geriye Barbara Cartland romanlarından daha fazlası kalmaz, özellikle “Aşk ve Gurur,” evlenerek sosyal sınıf atlayan kadınların hikayesine anlatıyor görünür.
Oysa Jane Austen kahramanları zeki ve bilgilidirler. “Aşk ve Gurur”un başkahramanı Elizabeth Bennet, diğer Austen kahramanları gibi gelişmiş edebiyat zevkine sahiptir, çok okur ve hazır cevaplığı küstahlıktan çok zeka gösterisidir. Austen, aynı edebiyat bilgisini okurundan da talep eder.
1811 ile ölüm yılı olan 1817 arasında yayınlanan altı romanında Austen, ev içindeki gündelik yaşamı anlatır. Karakterler ve kişilik gelişimi üzerinde durur, özellikle kadın kahramanları, toplumsal beklenti karşısında boyun eğmek istemeyen kişilerdir. Kahramanlar ile toplum arasında gerilim olduğu gibi, kadınlara karşı adaletsiz düzene de dikkat çeker. Bunun gibi bir çok yönüyle Austen’in romanları, 18. yüzyıl anlatı geleneğinden çok modern romana daha yakın dururlar.
Sinemada Jane Austen
Sadece son on yıl içinde bile, onlarca Austen uyarlaması film izledik. 1995’de Ang Lee’nin yönettiği “Sense and Sensibility” (başrollerde Emma Thompson ve Hugh Grant) 1996’da Gwyneth Paltrow’un başrolünde oynadığı “Emma” ilk akla gelenler. Bu iki filme kıyaslayınca “Aşk ve Gurur” biraz farklı görünüyor. İlk başta kostümler bugünün zevkine uygun biçimlendirilmişti. Örneğin, Bingley’in kız kardeşinin (Kelly Reilly tarafından canlandırılan karakter) kırmızı tuvaleti, 1800’lerin modasından çok bugün ünlü modaevlerinden çıkmışa benziyordu. Ev elbiseleri ise sade ama çok güzeldi, adeta günümüz zevkine uygun düşünülmüştü. Aynı şey saç modelleri için de söylenebilir, Keira Knightley’nin son derece modern bir görünümü vardı. Bu çağdaş görünüm benim hoşuma gitti.
Yer seçimlerine de çok özen gösterilmişti, özellikle evlerin içi, aradaki sınıf farkını iyi dile getiriyordu. Uçurum başında etekleri uçuşan Knightley, biraz Bronté romanlarından fırlamış bir sahneye benzese de, etkileyiciydi. Sinemanın görsel avantajını yönetmen iyi değerlendirmiş gibiydi film boyunca.
Oyuncular
Bence yolunda gitmeyen şeylerin başında Brenda Blethyn’nin yarattığı Bayan Bennet rolü geliyordu. O kadar abartılıydı ki (özellikle kazlar arasında, kızının peşinden koştuğu sahne) komik değil neredeyse fars tiyatrosundan çıkmaydı. Romanda da Bayan Bennet sevimsiz bir kadın olarak algılanır ama bu denli antipatik değildir, hatta yazar yer yer onu haklı bulmamızı bile ister.
Keira Knightley eleştirmenlerden övgü dolu sözler aldığı gibi en iyi kadın oyuncu Oscar’ının adaylarından biri de oldu. Romandaki Lizzy belki biraz daha ağırbaşlı yorumlanmayı hak ediyordu ama Catherine de Burgh (Judi Dench) ile atıştığı son sahnede gerçekten iyiydi. Bu son sahneye kadar çok yetersiz bulduğum oyuncu burada tam Lizzy’den beklenecek heyecan ve açık sözlülükle rolünün hakkını verdi.
Matthew Macfadyen’in yarattığı Bay Darcy rolüne gelirsek, romanda Darcy tüm kibirli davranışlarının altında karizmatik ve çekici olmayı bilen biri olarak betimlenir, oysa Macfadyen’nin Darcy’si zihnimizde soru işareti bırakmayacak kadar küstahtı. Lizzy ile Darcy’nin düşmanlığı ve inatlaşması altında hep flört hissedilirken filmde bu eksikti. Sanırım Darcy rolünü BBC dizisinde zihnimize kazıyan Colin Firth’den sonra birini bu rolde beğenmemiz zor, ama özellikle kamera karşısında deneyimsiz görünen Macfadyen bunu başaramıyor.
Kağıt üzerinde sözcüklerin yaptığı etkiyi aynen ekranda beklemek belki de haksızlık oluyor fakat başka bir açıdan bakarsak, klasikler ekranda bu kadar seyirci bulurken, ne gariptir ki kitaplar aynı ilgiyi görmüyorlar. Jane Austen’i okura sevdiren özelliği zekice yazılmış ince nüanslar oysa film uyarlamalarında bu inceliklerin büyük bir kısmı olmuyor. Büyük olasılıkla klasiklerin bu incelikten arınmış olmaları geniş kitle tarafından anlaşılmalarını sağlıyor. Asıl güzel olan özelliğini yitirmiş olarak bunca insan karşısına çıkıyor olmaları bu yazıyı yazmama neden oldu, yani şimdi oturup Austen okumanın doğru zamanı.

“Aşk ve Gurur” ya da “Gurur ve Önyargı” adlarıyla piyasada Nihal Yeğinobalı, Ali Ateşoğlu çevirilerinden bulunabilir.

09 Şubat 2006

İlhami Algör

kalfa ile kıralıça


Büyük İskender tarihi bir kişilik mi yoksa bir mitoloji kahramanı mı? Hollywood yapımı “İskender” filminin yönetmeni Oliver Stone bu soruyu sormadan edemediğini anlatırken, belki de Büyük İskender üzerinde 2,300 yıllık bir lanet bulunduğunu, bu ünlü savaşçı kralın Yunan, Roma ya da Elizabeth çağı dramlarına konu olmamasını yadırgadığını söylemiş.

Plutarkhos’un dediğine göre, 70’in üzerinde şehir kurup bunlara kendi adını veren Büyük İskender gerçekten de Herakles, Dionysos ve Akhileus gibi mitolojik kahramanlarla bir tutulmuş. Tanrısal güçleri olduğuna kendisi bile inanmış ama bu konuda Makedonyalılar tarafından alaya alındığını görünce tanrısallıktan vazgeçmiş.

Büyük İskender
Oliver Stone’un “İskender” filminde beni en şaşırtan şey, Doğu despotuna dönüştüğü halde, elde ettiği topraklarda yaşayan insanlara ve onların kültürlerine karşı saygısını yitirmemesiydi. Pers imparatorluğunu yıktıktan sonra, kendi de Persli hükümdarlar gibi giyinmeye başlamış ve Doğunun geleneklerini benimser görünmüştü. İskender belki de, farklı kültürlerin ve ırkların bir arada yaşamasının önemini kavrayan ilk kraldı, bugün bile bunu görebilen yönetici sayısını düşünürsek, İ.Ö. 4. yüzyıl için bu idealin olağanüstülüğü iyice ortaya çıkıyor. İskender, Asya ve Afrika halklarını sadece köle ve hizmetkar olarak benimseyen düşünce yapısına karşı çıkıyordu, hayatının son yıllarında en çok bu ırkçı düşünceyle savaşması gerekti.

Bu hafta okuduğum İlhami Algör’ün “Kalfa ile Kıralıça” adlı romanı özellikle Büyük İskender’in bu yönüyle ilgilenmiş ve şimdi Ortadoğu’yu istila eden Batılılarla karşılaştırmış. Romanı fantastik bir temel üzerine kurduğu halde İskender’in kişiliğine sadık bir karakter yaratmış.

Romanın konusu sade bir yapıya sahip. A. Hermesi adlı kalfa, bir gün parkta “kıralıça” diye hitap ettiği bir kadınla karşılaşır -- düş gücünü temsil eden tanrı Hermes’in adını çağrıştırdığı gibi, yazar kendi ön adına da gönderme yapmış bu karakter ile -- kıralıça ile kalfa arasında şöyle bir konuşma geçer:

“ - ... Bendeniz, boş gezenin baş kalfası, A. Hermesi kulunuz kıralıçam.
- Memnun oldum kalfa efendi. Şuradaki size benzeyen Bey kimdir?
- İkizim kıralıçam.
- Neden yanımıza gelmiyor?
- Ruhen bizimle kıralıçam.
- Kucağındaki şey nedir?
- Bir hikaya kıralıçam. Filiboğlu İskender Bey’in Hind ormanında yaşadığı maceralar ve his dünyası üzerine.
- Güzel mi?
- ‘Üfür üfür ipe diz’ tekniği ile yazılmış serbest bir eser kıralıçam.
- Reca etsem kalfa. O güzel sesinizle.”

Ve başlıyor A. Hermesi kalfa kucağındaki hikayeyi okumaya.

Hikaye, İskender’in babasının ölümü ardından orduların başına geçişini ve Anadolu ve Makedonya’nın büyük bir kısmına hükmeden Pers imparatorluğunu yenerek, askerlerini Hindistan’a kadar götürmesini anlatıyor. Tüm roman İskender etrafında gelişen olaylar ve düşüncelerden oluşsa da İskender’i bu romanın kahramanı değil. İskender’in öyküsü sonunda başka bir öyküye, daha doğrusu başka bir fikre zemin hazırlamak için anlatılıyor. Aslında yazar İskender’in biyografisini iyi araştırmış, kral hakkında bugün bilinen doğrulardan yola çıkmış ve ne bir yüceltme ne de bir aşağılamaya yer vermemiş. Buna rağmen araya zıt düşünceler koymayı başarmış.

Doğu – Batı Evliliği
Roman, karakterler üzerinden ilerleyen bir kurguya sahip değil, peşpeşe olayların akışı bütünlüğü sağlıyor. Okura İskender dışında bir karakter tanıtmıyor, olaylar hep bir kişi çevresinde gelişiyor. İskender’in yakın çevresinin, örneğin karısı, hocası, babası, başkatibi vb. adı geçiyor ama onlar hakkında bilgi verilmediği gibi, onların İskender hakkında ne düşündükleri de anlatılmıyor. Sanırım roman boyunca tek düşüncelerini öğrendiğimiz kişi, bir kurbağa.
Kurbağa deyince aklımıza hemen masallarda prensesin öptüğü hayvan geliyor, roman da kurbağayı bu masalsı yönüyle canlandırıyor fakat bu kurbağa İskandinav masallarından çıkmıyor karşımıza, Hindistan’da çıkıyor.

Romanın bir noktasında İskender felsefesini anlatırken “onlara, yaşamaları ve çoğalmaları için topraklar, kadınlar, köleler verdim. Aralarında evlilikler, kan bağları kurdum. Yeni bir geleceği döllemeleri için yataklar sundum. Geldiğim yer ile vardığım yeri biraraya getirdim.” Yazının başında da belirttiğim gibi, İskender’in gerçekten de tarihsel önemi insanlığı bir tek ırk, dünyayı da sınırları olmayan bir coğrafya olarak görmesiydi. Bunlar Büyük İskender’in bugün de takdir edilen özellikleri ama tabii aynı adamın bir diğer yüzü var, çabuk öfkelenen, acımasız, inatçı, güven duymadığı ya da tehdit oluşturan insanları hiçbir sorgulama gereği duymadan öldürtmesi.

Kuşkusuz ancak bir despot dünyayı ele geçirmeye çalışır ve bunu başarır. İskender’i ilginç kılan şey bence bu acımasız portreye rağmen askerlerinin güvenini uzun yıllar kaybetmemiş olması ve onları dünyanın bir ucuna sürükleyecek güce sahip olması.

Filozof Kurbağa
İlhami Algör de romanında denge kurmuş, bir yanda saygı duyulacak idealleri olan bir asker anlatırken diğer yanda bu kralın despot yönünü de görmezden gelmemiş. Bu yönünü bize gösteren ise biraz önce sözünü ettiğim filozof kurbağa. Örneğin “onlara kadınlar, köleler verdim..” sözlerini eden İskender’e “kimin malını kime verdin deyyus?” diye soruyor bu kurbağa (yazar ona kurbaa diyor.) Fakat kimse onu adam yerine koymadığı için sesi de duyulmuyor. Roman boyunca birkaç kez daha çıkıyor ortaya kurbağa ve her seferinde olayların akışına eleştiri ve derinlik getiriyor.

“Kalfa ile Kıralıça” “ilginç” sözcüğünün hafif kalacağı kadar ilginç bir roman. Başlarda çok ağır ilerleyen metin, yazarın diline, yanlış sözcük yazılımlarına ve nükteli diyaloglara alışınca hoşlaşıyor, hatta komik bile geliyor. Esprili bir roman olduğunu ben ancak romanın ortalarına geldiğimde fark ettim, bundan sonrası daha hızlı ilerledi. Zekice yazılmış bir metin, ayrıca sonunda fikir bütünlüğüne de kavuşuyor ama pırıltıları kalabalığın içine karıştığı için ne yazık ki fark edilmiyorlar.

Kalfa ile Kıralıça / İlhami Algör / Merkez Kitaplığı / 2005 / 119 sayfa.

05 Şubat 2006

Paul Klee


YAZIN SANATI #833
2 Şubat 2006 -- Asuman Kafaoğlu-Büke



Yılın ilk günü, Viyana Filarmoni orkestrasının yeni yıl konserini canlı yayında dinlerken, bir yandan da yeni yayımlanan Paul Klee’nin “Günlükler (1898-1918)”ini okumaya başlamıştım, araya haftalar girdi ve ben ancak günlükleri bitirebildim. Paul Klee okurken müzik dinlemenin anlamını kavramadan başlamıştım günlüklere ama daha ilk sayfalarda, müzik-sözcükler-resim üçlüsünün, ünlü ressamın hayatında -- neredeyse eşit düzeyde – öneme sahip olduğunu gördüm.
Paul Klee genç yaşlarda günlük tutmaya başlamış ve ilerleyen yıllarda çocukluğu ile ilgili hatırladığı anıları günlüğün başına eklemiş. Defterler dolusu günlükler, sanatçının gelişimi, 20. yüzyıl sanatının dönüm noktaları ve daha birçok şeyi anlamak için çok yararlı ama her şeyden önce, bir insan olarak Klee’yi dolaysız ve yalansız şekilde tanımamızı sağlıyor. Yalansız çünkü, sanatçı ender rastlanan bir açık yüreklilikle yazmış günlüklerini. En hain yönünü gösteren çocukluk anılarını ya da küçük düştüğü olayları dile getirmekten çekinmemiş.
Salt form açısından baktığımızda, bu günlüklerin farklı bir mantıkla tutulduğunu görüyoruz. Genelde günlükler tarih başlıkları altında ilerlerler, falanca gün, falanca yıl gibi, Paul Klee günlerini sayılarla düzene koymuş, aralarda yıl ve ay belirttiği de oluyor ama temelde sayılar belirleyici, aynı Wittgenstein’in felsefe yapıtlarında olduğu gibi. Doğrusu ilk başta bu biçimi yadırgadım, alıştığımda ise hoşuma gitmeye başladı. Her düşünce kendi içinde bir “gün” oluşturup, kendi bütünlüğüne gönderme yapıyordu. Ayrıca, resimlerini düşünerek günlüğün yapısına bakınca, Paul Klee için günlerin bütünlüğünden çok, farklı anların -- noktalar gibi -- kendi ötelerinde bir bütünlük oluşturdukları düşüncesine vardım.
Gestalt Kuramı
20 yüzyılın bir çok önemli kuramı ruhbilimciler tarafından ortaya atılmıştır, ne de olsa insanın birey olarak kendisiyle ilgilendiği çağdır. Gestalt kuramı da ilk başta psikologlar tarafından ortaya atıldı, sonraki yıllarda özellikle eğitim ve sanat dallarının etkilendiği düşüncelerden biri oldu.
Gestalt kuramına göre, herhangi bir şeyin bütünsel özellikleri, bütünü oluşturan parçaların ayrışımından daha fazladır. Başka bir deyişle, bütün dediğimiz şey, parçaların toplamından öte bir şeydir. İnsan zihni de deneyimlerini bütün olarak algılayarak yaşar. Buna en iyi örnek sinemadır. İnsan gözü aslında duran resimlerin birbiri ardına gösterilmesinden kaynaklanan bir hareket görür ama bu sadece bir yanılsamadır. Hatta insan zihninin bir özelliğidir bu, doğal biçimde tek tek algıladığı şeyleri birbirine bağlar, sinir sistemindeki örgütlenme bunu gerektirir.
Paul Klee’nin günlüğünü okurken Gestalt kuramı üzerine çok düşünmüş olduğu ortaya çıkıyor. Noktalar halinde yaptığı bir resim ile gözün aslında nasıl tabloyu bir bütün olarak gördüğü üzerine de çok şeyler yazmış günlüğüne. “Bireysellik elementer bir şey değildir, tersine bir organizmadır. Bunun içinde farklı türlerden elementer şeyler olup sorunsuzca bir arada bulunurlar. Eğer onu bölmeye kalkarsanız, yalnızca parçalar ölür. Örneğin benim ben’im bütüncül ve dramatik bir topluluk.” (s. 168) (Çevirmen belki “elementer” yerine başka bir sözcük kullansaydı daha iyi olurdu, öze dair ya da temel olarak anlıyorum bu sözcüğü.)
Gestalt kuramı, daha önceki bilim adamlarının dışladığı anlam, değer ve biçim kavramlarına da sıcak bakıyor. Tanımlamaya giden tüm yolları açan, insancıl bir tavrı benimsiyor. Günlüklerden Paul Klee’nin hümanist yönü de ortaya çıkıyor. Anlamak, anlatmak (hocalığa hayatı boyunca çok değer veriyor) onun resminin önemli bir parçası.
Müzik ve Resim
Nazan İpşiroğlu “Resimde Müziğin Etkisi” (Remzi Kitabevi, 1994) adlı kitabında Paul Klee’nin eserleri üzerindeki müziğin etkisini inceliyor. Klee hayatı boyunca müzikle resim arasında somut ilişkiyi kurma çabasında olan bir sanatçı. Anne ve babası gibi karısı da müzisyen, kendisi de yıllarca bir dörtlüde keman ve viyola çalıyor. Günlüklerin bana en güzel gelen yanı, müzikle dolu olan satırlar. O günlerin önemli neredeyse tüm sanatçılarından bahsediyor Klee. Gittiği konserlerde ya da orkestrada çaldığında orkestra şefini ya da solisti, büyüleyici betimlemelerle anlatıyor. Özellikle, gelmiş geçmiş en büyük müzisyenlerden biri sayılan çellist Casals’ı dinlerken hissettiklerini anlattığı satırlarda, okuru da müziğin büyüsüne kaptırıyor adeta.
Paul Klee için müzik sadece esin kaynağı değil, müzik eşzamanlılık konusuyla da onun yaratıcılığını etkiliyor. Orkestrada ya da yaylı sazlar dörtlüsünde çaldığı zamanlarda kuşkusuz bu düşünceleri geliştirme fırsatı buldu. Müzikte eşzamanlılık anlaşılır bir şeydir ama resimde aynı şeyi yapmaya çalışmak resmi başka boyutlara götürmesini, geliştirmesini sağladı.
Eşzamanlılık
Her şeyden önce orkestra tarafından çalınan müzik eseri, canlı ve kolektif bir gösteri sunar bize, bunu yaparken müzisyenler hem önlerindeki notaları takip eder hem de birbirlerinin ürettikleri sesleri dinleyip tepki verirler. Orkestra tarafından üretilen müzik, bireysel müzisyenlerin topluca davranışından ve etkileşiminden ortaya çıkar. Burada orkestra üyeleri tamamen bağımsız melodiler çalıyor olabilirler ama insan kulağı bir bütün olarak melodiyi (ya da melodileri) duyar.
Şimdi eşzamanlılığı resme taşımayı denersek, kolektif üretimin resim için sorun yarattığını görürüz. İlk başta sorun, resmin müzik gibi bir gösteri sanatı olmamasından kaynaklanıyor. Bitmiş bir resim için, yapılış sürecinin çok fazla bir değeri yoktur; müzik ile resim arasında bir paralellik kurmaya çalışırsak, ressamın besteciye benzediğini söyleyebiliriz. Biri notalarla diğeri renk ve formlarla eserlerini yaratırlar. Daha sonra bestelenmiş müzik orkestra ya da solist tarafından yorumlanır, oysa resimde bir aracı olmadan hemen bir sonraki aşamaya geçilir. Paul Klee bunu şöyle açıklıyor “Sanat eseri bir hareketten doğar, eserin kendisi sabit bir harekettir ve ancak hareket ile algılanır.”
Burada orkestra üyelerinin yerine Paul Klee’nin resimdeki plastik öğeleri koyduğunu görüyoruz. Gösteriyi yapan resmin içindeki öğeler, böylece resmin iç dünyasını renklerle ve şekillerle anlatıyorlar. Aynı müzisyenler gibi, onlar da ayrışmış etki yaratmıyorlar, resmin bütününü algılamamıza yarıyorlar.
Günlükler sadece sanat ve müzik hakkında teorik bilgilerden oluşmuyor, günün dedikodularını da alaycı bir dille anlatıyor. Eğlendirici olduğu gibi bence çok da öğretici. Paul Klee zor anlaşılan resimler yapmış bir sanatçı, günümüz sanatını anlamak için önce onu iyi anlamak gerekiyor.

Günlükler 1898-1918 / Paul Klee / çev.: Selahattin Dilidüzgün / Yapı Kredi / 2006 / 363 sayfa.