16 Ekim 2011

YAZIN SANATI


Edebiyat tarihinin ilk eleştirmeni, ünlü şair Horatius’un “Ars Poetica” başlığından esinlenerek, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Ekindeki yazılara “Yazın Sanatı” adını vermiştim. Yapmak istediğim, her hafta, hemen her okurun tanıdığı klasik yapıtları ele alıp okurla genel bir edebiyat sohbetine girmekti. 2001 yılının ilk yazısı “Roman Nasıl Başlar?” başlığını taşıyordu, 52 hafta sonunda yer alan son yazının başlığı ise, “Roman Sonları”ydı. Başı ve sonu olan bir yazı dizisi gibi görünse de, seçtiğim konular tamamen rastgele sıralanmıştı. Amacım edebiyat öğrencisinin bildiği konuları genel okura taşımaktı.

Bu yazıları tekrar okurken, geçen on senede edebiyat ortamımızda çok fazla şeyin değiştiğini fark ettim. Kurgu zevkimin de değişmiş olduğunu gördüm. Değişen başka bir şey ise, tanımadığımı söylediğim bazı yazarlar yakın dostlarım arasına katılmış, bazı değerli yazarları da kaybetmiştik. Yine de, yazılardaki bu türden bilgileri güncellemeden, yazıldıkları günkü halleriyle bırakmayı tercih ettim.

15 sene kadar önce kitap tanıtımları yazmaya başladığımda, beni ilk destekleyen kişi sevgili Erdal Öz olmuştu. Yazıları kitap haline getirmem gerektiğini ilk söyleyen de o oldu. Bahanesi olmayan tembelliğim yüzünden bu arzu, kuzenim Kumru Başer’in yardımı ve heveslendirmesi sayesinde ancak gerçekleşti. Her yazıyı okuyup fikir verdi ve düzeltmelerde yardım etti. Teşekkür etmek istediğim bir diğer kişi, edebiyat sevgisini ve bilgisini değerli bulduğum, Cumhuriyet Kitap ekinin yayın yönetmeni Turhan Günay; desteği benim için her zaman çok önemliydi. Aslında sıradışı bir teşekkür de yazarlara göndermek isterim: Homeros’tan Dante’ye, Dostoyevski’den Garcia Márquez’e, hayatım boyunca beni terk etmeyen tek hobim, tek tutkum onlar oldu. Bir de tabii Aydın’a...

İstanbul, Eylül 2011

03 Ağustos 2011

Yaşar Kemal "Röportajlar"


SÖZ USTASINDAN SÖYLEŞİLER

Yaşar Kemal’in romanlarının amacı, okuru insanın özüyle yüzyüze getirmektir. Bir dönem boyunca yaptığı gazete röportajları da aynı amacı taşıyor, Anadolu’daki yaşamın özünü gösteriyor okura. Yapı Kredi Yayınları, Yaşar Kemal’in 1951’de başladığı röportaj dizilerini bir kitap halinde basınca, bunları altmış yıl önce yayınlandıkları gazetede okuyamayanlara fırsat sunmuş oldu. Gündelik hayattan öykü çıkartan röportajlar, her manzarada, her portrede, her anda, çıplak gözle görünmeyen insan öğesini görünür kılıyor.

Kitapta, Yaşar Kemal’in, bazıları haftalar süren, oniki dizi röportajı yer alıyor. Söyleştiği insanlar ünlüler değil, sadece biri yakın dostu Sait Faik, diğeri ünlü seramik sanatçısı Füreya Koray (o yıllarda henüz Kılıç soyadını kullanıyor) bunlar dışında kaçakçı, balıkçı, depremzede, işsiz, yoksul ve göçmenleri anlatıyor. Diyarbakır, Urfa, Muğla ve Anadolu’nun her yerinde, insanlarla birlikte yaşayarak, onların acılarını paylaşarak, yaşadıkları yerlerde yatıp, sofralarında yiyerek ve en önemlisi onları dinleyerek oluşturuyor bu röportajları Kemal.

Röportajlarda okurun fark ettiği ilk şey, sade, zorlamasız, ulaşılabilir dili. Bunu fark eder etmez, aslında derin bir tarih ve toplum bilgisiyle yazıldıklarını da görmeye başlıyor. Bilgi, araştırılmış ya da incelenmiş hissi vermeden yansıyor metinlere. Onun yazılarında asla taklit edilemeyecek unsur, yaşamdan besleniyor olması. Aslında bu tümceyi yazar yazmaz, Yaşar Kemal’in yazınının özünde yatan şeyin sadece ve sadece insan sevgisi olduğunu da hemen eklemem gerekir. Kitapta yer alan portreler içinde yalancılar, kurnazlar yok değil, ama onları anlatırken bile Anadolu insanına has kurnazlığı sevimli ya da anlaşılır kılabiliyor.

Örneğin orman yangınlarının anlatıldığı röportajda bir İbrahim Emmi karakteri var, karşısındaki aptal yerine koyarcasına uzun uzun orman yangınlarının zararlarını anlatıyor. Öylesine klişe ve kalıp kullanarak anlatıyor ki, bunların ezberlenmiş sözler olduğu kolayca anlaşılıyor. Daha sonra İbrahim Emmi’nin aslında senede birkaç kez orman yangınına neden olmaktan mahkemeye çıktığı ve büyük olasılıkla, ezberlenmiş lafların çoğunu mahkemede duyduğu, hakim tarafından azarlandığında öğrendiği ortaya çıkıyor. “Kendimde olmadan gülümsüyorum. O da bıyık altından gülüyor. Şunu da unutmadan kaydedeyim ki, Orman Baş Müdürlüğü her kayaya, her ağaca, ormana, yollara orman sevgisi aşılayan vecizeler yazdırmış. Çıplak yamaçlara çimentoyla ta uzaklardan görünen ‘Ormanı Koru!’lar kondurmuş. Kim anlar, kim dinler diyeceksiniz. Olsun. Mutlak faydası vardır. Tebrik ederim.”

Tanıklık

Bu kitabı okurken, bir olayı hangi yollarla anlatmak mümkündür diye düşünmeye başlıyoruz, çünkü bu kitapta artık hiçbir yazarın / gazetecinin anlatmaya gerek duymadığı şekilde anlatılıyor bize olaylar. Aradaki fark nedir diye düşünmeye başladım. Bugün çoğu makale yazarı, konusunu televizyonda gördüklerinden kaynaklanarak evinin salonunda yazıyor. Oysa bu metinler, olaya uzaktan bakmıyor, hatta olayları bir başkasının yaşamışlığı olarak bile anlatmıyor, bizzat yaşanmış ve paylaşılmış bir olay olarak aktarıyor bize. Bir yazarın tanıklık ettiği olayları anlatması herşeyi değiştiriyor; bu durumda okur da uzaktan bakmıyor artık olaya, depremzedenin, işsizin hayatını paylaşıyor. Yaşar Kemal’in röportajlarını bu denli eşsiz kılan başlıca özellik bence budur. Hayatın tanıklığıyla yazılmışlardır. Ne bir gazetecinin haberi gibi mesafeli duruşa sahiptir ne de yargılayan bir usluba. Yaşandıkları şekilde, gerçek boyutlarıyla yansırlar kağıda.

Toplumcu Gerçekçilik

Bunları okurken bambaşka bir boyutta yeniden düşünmeye başladığımı fark ettim. Sadece tanıklık konusunda değil, toplumcu gerçekçi bağlamda da ayrı bir önemi var bu metinlerin. Rus edebiyatının dev yazarları, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski nasıl kendi halklarını anladıkça dillerini geliştirmiş, gerçekçi bir anlatıya kavuşmuşlarsa, Yaşar Kemal de sadece kendi romanlarını değil, edebiyatımızı besleyen bir dil oluşturmuş bu röportajlarıyla. Toplumcu gerçekçilik, sosyal adaletsizlik ve ekonomik zorluklar ışığında sanatçıyı toplumsal bir varlık olarak görür. Sanatçı nasıl toplumsal bir bütünün parçasıysa, yazdıkları da toplumsal yaratıdır, ayrıca kendi çağı ve kültürü için önemli bir sorumluluğa sahiptir. Sömürüyü ve eşitsizliği dile getirerek yeni bir estetik dil oluşturur.

Toplumcu gerçekçilik özellikle 19. yüzyıl resim sanatında çok önemli bir rol oynar çünkü dönem olarak Batının en büyük sosyal değişimlere girdiği yüzyıldır. Resimlerde artık soyluların güzel sarayları betimlenmezler, Jean-François Millet’nin, Gustave Courbet’nin tablolarında toprak işçileri de benzer bir görkemle anlatılırlar. Bu nedenle özellikle bu kitapta Ara Güler’in fotoğraflarına yer vermek çok yerinde olmuş. Röportajların yapıldığı yıllarda Güler’in çektiği eşsiz güzellikteki fotoğraflar, anlatıdaki gerçekçi unsuru zenginleştirmiş. Yerde uyuklayan yaşlı bir köylü, yanında köpeği kaldırım üstüne oturmuş elinde şarap şişesi bir adam, kahvede tavla oynayanlar, pazar yerinde kavrulmuş suratıyla bir kadın, sanki Anadolu destanlarından fırlamış gibiler.

Kitapta beni en çok etkileyen şeylerin başında Anadolu insanının köklü inançları geldi. Bir genç kızı kendine aşık etmenin yolu olarak doğruca bir büyücüye giden ve muska yazdıran adamın hikayesi kadar bir periye aşık adamın hikayesi de okuru derinden sarsıyor. “Yanıma geldi oturdu. Aramızda bir sevda başladı. Yüreğime bir ateş düştü. Yandım kıza. Ben o peri bacasının yanına gittim. Peri bacasını kendime ev yaptım... Kızla evlendik. Çocuklarımız oldu. Biri kız biri erkek. Ben başka kadınla evlenmedim. Müsaade etmiyordu. ‘Sen insanoğlu, ben peri kızı’ diyordu. Şevişenlere dağ dayanmaz. Dediği doğruydu. Ben bir insanoğlunu sevseydim bu kadar sevemezdim. Bir gün çift sürüyordum. Yorulmuştum. Bizim avrat dedi ki: Ben süreyim çifti azıcık da. Sür, dedim. Sabanı eline verdim, ben çekildim tarlanın bir köşesine. Tarla yol üstüydü. Birkaç tanıdık köylü geçiyordu yoldan. Bana selam verdiler, sonra da öküzlere baktılar. Ağızları bir karış açık kaldı. Şaşırdılar. Biri: Bak, dedi bana. ‘Öküzler insansız çift sürüyorlar. Bu nasıl iş? Saban arkasında insan yokken nasıl’ öyle dimdik duruyor da, düşmüyor? Anladım işi ama, iş işten geçmişti. Adam varmış sabanın kulpuna yapışmıştı. Koştum vardım. Bizim avrat ortalarda yok. Bir daha görünmedi.”

Yaşar Kemal, yüzlerce yıllık edebiyat tarihinin destansı sözlü anlatısıyla çağdaş edebiyat arasındaki en güçlü köprülerden biridir. Bu metinler yazıldıktan altmış yıl sonra, yüzlerce yıl sonra okunacakları gibi anıtsal değerleriyle okunmayı sürdürecekler. Anadoluyu ve insanını bize Yaşar Kemal kadar güzel anlatan başka bir yazar olmadı. Bir kültürün estetiğini onun kadar yaşatan olmadığı gibi...



Yaşar Kemal / Röportajlar / YKY / 2011

05 Temmuz 2011

Catullus "Bütün Şiirleri"




ANTİK ÇAĞDAN EROTİK DİZELER

Ülkemizde, dünya klasikleri arasında en az bilinen dönem büyük olasılıkla Roma İmparatorluğu yıllarıdır. Antik çağın bu döneminin adı bile birçoklarının aklını karıştırmaya yeter: “Latin Edebiyatı” dendiğinde Latin Amerika Edebiyatı ile karıştırılır, oysa Latince yazılan metinlerden söz edildiği için bazen bu deyim kullanılır; bazen de “Roman Edebiyatı” ya da “Roma Edebiyatı” deyimleri kullanılır, birincisi İngilizce’den yanlış bir çeviridir ve “roman” çok anlamlılığıyla iyice akıl karıştırıcı olur. Bunlar arasında en sık Roma Edebiyatı başlığı kullanılır ve İ.Ö. 1. yüzyıldan Ortaçağ edebiyatına dek çok uzun bir zaman dilimini kapsar. Bugün Roma edebiyatı dediğimizde genelde Altın Çağı’nı kast ederiz, bu da Cicero (İÖ 106-43) ile başlayan, Ovidius (İÖ 43 - İS 17) ile sona eren iki yüzyıldan kısa bir süredir.


Roma Altın Çağı geleneksel olarak Cumhuriyet ve Augustus dönemleri olarak ikiye ayrılır. Cumhuriyet döneminin en önemli şairleri Cicero, Lukretius ve Catullus, bir sonraki Augustus döneminin görkemli şairleri Vergilius ve Ovidius’un gölgesinde kalmışlardır. Günümüzde de eserleri ender olarak çevrilir. Catullus’un bütün şiirleri 1997’de ilk kez yayımlanmıştı, yeni bir baskısı geçtiğimiz günlerde yeniden yapıldı. Catulli Veronensis Liber (“Veronalı Catullus’un Kitabı”) altbaşlığıyla çıkan kitap Catullus’un günümüze kalan bütün şiirlerini derliyor.

Veronalı Catullus (yaklaşık İÖ 84 - 54) otuz yıllık kısacık yaşamında, ne Cicero gibi politik saygınlığa sahip olmuş ne de Lukretius gibi felsefe dalında isim yapmıştır. Onun şiirleri her zaman tepki dolu, genç sesiyle tanındılar. Buna rağmen onyedi yaşında geldiği Roma’da zorluk çekmeden edebiyat çevrelerine kabul edildi. Alaycı ve sivri dilli kaleminden çekenler arasında Jül Sezar da vardı. İmparator, Catullus’un hicivlerinin siyasi otoritesini sarstığını kabul etmiş ve birkaç kez sansürlenmesini istemişti; yine de şair kendisinden özür dilediğinde hemen aynı gece hiç duraksamadan onu yemeğe davet etti.

Sezar’ın ve diğer Romalı soyluların davranışından anlaşılacağı gibi genç Catullus olasılıkla eğlenceli biriydi. Dedikodudan zevk alan Romalı soylular, onu etraflarında tutmaktan hoşlanıyorlardı. Davetlerin konuk listesine bir kez girmişti, renkli kişiliği ve zeki esprileriyle bazılarını kızdırıp, bazılarını eğlendiriyordu. Yazdıklarında çocuksu bir gelgit hep vardı; aynı kişileri bazen göklere çıkarıyor bazen de onlara küfür dolu yergiler sıralıyordu.


Emre Caner "Mihri Müşfik hanımın İzinde"




İLK KADIN TÜRK RESSAMI

Öncü kadınların hayat hikayeleri hep ilgi çekici olur. İlk Türk kadın ressamı Mihri hanım da yaşadığı çağın kadınlardan farklı bir cesarete sahip, dilediğince yaşamaktan çekinmeyen bir kadındı. Mihri Hanım’ın adını yıllar önce Selim İleri’nin bir oyunu (Mihri Müşfik: Ölü Bir Kelebek) sayesinde duymuştum. Hayat hikayesini de bu hafta yayımlanan Emre Caner’in Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde adlı kitaptan biraz öğrenme fırsatı buldum.

Emre Caner’in daha önce Osman Hamdi’nin hayat hikayesini anlattığı Kaplumbağa Terbiyecisi kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Sadece ünlü ressamın hayatını anlatmakla yetinmeyen, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki kültür ve sanat politikalarını da anlamamızı sağlayan bir biyografiydi. Ressam, arkeolog ve müze kurucusu Osman Hamdi’ye ek olarak kültürel mirasın talan edilmesiyle mücadele eden birinin portresini çıkarmıştı Caner.

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde’den benzer bir sanat ortamını anlatmasını bekliyordum çünkü Mihri hanım, hem bir ressam hem de özgür bir kadın olarak hassas bir çağda yaşamıştı. 1886 yılında bir paşanın kızı olarak dünyaya gelmiş, Sultan Abdülhamit’in emrindeki saray ressamı Fausto Zonaro’nun öğrencisi olmuş, Roma ve Paris’te sanat eğitimi görmüş, yetenekli bir ressam olduğunu kanıtlamış bir kadındı. Aşk hayatının detayları bilinmese de, ünlü şairler, yazarlar, ressamlar ve diplomatlarla tanışıyor, sanat çevresinin merkezinde yer almayı biliyordu. Daha onyedi yaşındayken sahte bir pasaportla İtalya’ya kaçması ne denli gözü pek olduğunu göstermeye yetiyordu. Bununla birlikte kadınların eğitimli olmalarının önemini anlamış biri olmalı ki, İstanbul’a döndüğünde resim hocalığı yaparak ve İnas Sanayi-i Nefise’nin kurulmasında rol oynayarak çok sayıda ressam yetişmesine neden oldu. Öğrencileri arasında Fahrelnisa Zeid, Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit ve benim özellikle çok sevdiğim Aliye Berger gibi ünlü ressamlar vardı. Bir başka öğrencisi en önemli kadın ressamlarımızdan biri olarak ün kazanan, çok genç yaşta ölen yeğeni Hale Asaf’tı. Mihri hanım çok sayıda genç kadına esin kaynağı olmuş, bir nesil kadının hayatını değiştirmesine yardım etmiştir.

Ünlü Portrelerin Ressamı

Mihri hanımın az bilinen resimlerine bakmak için güzel bir neden oldu Emre Caner’in kitabı. Bazı tablolarının neden daha ünlü olmadığını anlamak kolay değil, örneğin bir süre Cumhurbaşkanlığı köşkünde durduktan sonra Arnavutluk kralına hediye edilen Atatürk portresi ya da Tevfik Fikret’i yaşlılık günlerinde tasvir eden çok başarılı resmi, daha tanınır olmayı hak eden çok güzel eserler. Mihri Müşfik’in resimleri arasında Papa XV. Benedict’in bir portresinin olduğu ve Vatikan’a giren ilk kadın ressam olarak kayda geçtiği de bilinir.

Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde, başlığın da belirttiği gibi, Mihri hanımın hayat hikayesini anlatmıyor sadece, Caner Mihri hanım üzerine bir kitap yazmak isteyen Ulaş adında bunalımlı bir yazarı anlatıyor. Ulaş, kırk iki yaşında, ticari romanlar çevirerek geçimini sağlayan, genç sevgilisi tarafından yeni terk edilmiş bir erkek. Aslında bu kitap Mihri hanımı değil, Ulaş’ı anlatıyor. İlk başlarda paralel anlatılar gibi görünüyor fakat romanın temelinde Ulaş ve terk ediliş hikayesi yer alıyor. Ulaş’ın sosyal çevresi yok, tek dostu Beyoğlu’nda bir kitapçı dükkanı olan Rıfkı Hoca. Mihri hanımın hayat hikayesini kurgularken en çok yardımı yine Rıfkı Hoca’dan görüyor. Her yazarı, her kitabı, her alıntıyı bilen biri olarak Ulaş’ın araştırdığı konu hakkında gerekli olan kitabı zorlanmadan raftan çekip verebilen bir sahaf. Ulaş, kitabı için araştırma yaparken Mihri hanımın yaşadığı yerlerde geziniyor. Doğduğu mahalleler, Kadıköy ve İstanbul’da yaşadığı yerler arasında dolaştıktan sonra ressamın izini takip ederek önce Roma’ya sonra Paris’e gidiyor.

Romanın kahramanı Ulaş Mihri hanımın izinde Avrupa kentlerinde gezerken aslında Mihri hanımın ruhunu hissettiren ne bir olay ne de bir nesneyle karşılaşıyor. Sadece ressamın yaşadığı evin önünden geçişine ve gizlice yukarı katlara çıkışına tanık oluyoruz. Romanda hep Ulaş’ın yaşadıklarının bir şekilde araştırdığı hayatla bir bağlantı kurması bekleniyor. Romanın sonuna kadar terk eden sevgili ile Mihri hanım arasında bir bağlantı ya da benzerlik kurulacağını sanarak okuyoruz fakat paralel hayatlar arasında bağlantı olmuyor. Bu yüzden de Ulaş’ın yaşadıkları romanın merkezine yerleşemiyor; onunla ilgili satırları okurken hep ne zaman Mihri hanımın hayat hikayesine döneceği bekleniyor sadece.

Biyografi yazarlarını bekleyen en önemli tuzak, gerçeklik bağlantılarını kurguya yedirememek olur. Bu kitapta benzer bir sorun yer alıyor. Romanın 11. Bölümü, “O gece rüyamda Rıza Tevfik’i gördüm” sözleriyle başlıyor. Rüyayı gören roman kahramanı ben-anlatıcı Ulaş, gördüğü kişi ise gerçek bir kişi. Rüyalarda gerçeklerin olduğu gibi anlatılmadığı, saptırıldığı göz önüne alınırsa, rüya içinde Rıza Tevfik’in söyledikleri tamamen fantazi olma niteliği taşıyabilecek sözlerdir. Oysa gerçek, bilinen, tarihi bir kişiliğe bunu yapıyorsanız ve gerçek bir insanın biyografisinde buna izin veriliyorsa, okur açısından çok akıl karıştırıcı bir durum yaratabiliyor. Böyle bir bölümde Rıza Tevfik yerine kurgusal bir karakter yaratmak, hatta Sokrates’i canlandırmak daha akıllıca olabilirdi.

Mihri hanımın öyküsü roman ile biyografi arasında sıkışmış görünüyor bu kitapta. Aslında yazar hiç kuşkusuz bunun farkında, eski sevgili yeniden karşısına çıkıp “Roman mı olacak biyografi mi?” diye sorduğunda “O an’a kadar hiç düşünmemiştim yazdıklarımın nasıl adlandırılacağını. Umrumda da değil gerçi eleştirmenlerin ne diyeceği” diye duygularını ifade ediyor. Aslında romanın sonunda bir itiraf niteliğindeki bu sözler, yazarın endişesini dile getiriyor. Kaldı ki, bu sözler yazıldıktan sonra eleştirmenin bunu dile getirmesi de yersiz olur! Bu kitapta benim eleştireceğim tek şey, Mihri hanımın hikayesinin belki toplam birkaç sayfa ötesinde bahsedilmemiş olması. İlgi çekici bir dönemde, çağdaş sanatın başkenti sayılan Paris’te, biraz anarşist, çokça da bohem bir kadın olarak Mihri Müşfik hanımın öyküsü sadece özetlenerek verilmiş olması bir hayal kırıklığı yaratıyor. Belki en doğrusu bu kitabı biyografi beklentisiyle okumamak, bir roman olarak tadına varmak. Yine de ilginç hayatıyla Mihri hanım okurların ilgisini çekecektir.

MİHRİ MÜŞFİK HANIM’IN İZİNDE / Emre Caner / Kapı yayınları, 2011

Bu yazı 22 Nisan tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.

Aleksandr Soljenitsin "Ivan Denisoviç'in Bir Günü"







SOLJENİTSİN ve STALİN



Bazı kitapların yayımlanış hikâyeleri, kitabın kendinden fazla ün kazanır. Eseri okumayanlar bile suçlanma, yasaklanma, toplatılma sürecini bilirler bu kitapların. Aleksandr Soljenitsin’in Ivan Denisoviç’in Bir Günü adlı eseri de hikâyesiyle ünlü olmuş böylesi bir kitaptır. Bir dönem yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, tüm dünyada ateşli tartışmalara neden olmuş ve kısa zamanda yazarın dünya çapında ün kazanmasına yaramıştı.

Ivan Denisoviç’in Bir Günü’nde Aleksandr Soljenitsin kendi yaşadığı, çok iyi bildiği toplama kamplarından birini anlatır. Roman kahramanı Ivan Denisoviç 1941 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nda, Almanların eline esir düşmüş fakat sonra düşmanın elinden kaçmayı başarmış bir askerdir. Kaybolmuş halde ormanda bulunduğunda Alman ajanı olma ihtimali karşısında gözaltına alınır ve sürgüne gönderilir. Romanın anlattığı 1951 yılında artık savaş bitmiş, Almanya çoktan savaşı kaybetmiştir ama Ivan Denisoviç geçen on yıl içinde hâlâ aklanmamış ve cezasını çekmeye devam etmektedir. Çalışma kampındaki diğer suçlular da neden buraya atıldıklarını hatırlamayacak kadar uzun zamandır cezalarını çekmektedirler. Gopçik adlı genç çocuk, Sovyet yönetimine başkaldıran bir çetenin üyelerine süt götürdüğü için; sinema yönetmeni Sezar, henüz tamamlamadığı ilk filmi yüzünden; Kolbaşı Tiyurin, babası toprak ağası olduğu için; Ukraynalı Alyoşka ise, diğer Baptist kilise üyeleri gibi, dua ettiği için on yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

Soljenitsin, Ivan Denisoviç’in Bir Günü’nde, acımasız yaşama ve çalışma koşullarını anlatıyor. Roman, eksi otuz derecelerde bir kış günü, saat sabahın beşinde bölüğün uyandırılmasıyla başlıyor. Mahkumlar gün boyu birkaç kaşık lapa, çorba ve ekmek dışında bir şey yemeden saatlerce soğukta çalıştırılıyorlar. Birbirleriyle konuşmaları yasaklanıyor ve buna uymayanlar hücre hapsine yollanıyor. Mahkûmların kamptan kaçmalarını engellemek için düşünülmüş formül ise çok az yiyecek vererek besin yedeklemelerine engel olmak ve fazla giysilerine el koymak; böylece Sibirya soğuğunda birkaç saat dayanamayacaklarını bilen mahkûmlar kaçmaya yeltenmiyorlar. Bu soğukta ısınmak için yapabilecekleri tek şey, çalışmak. Bazen saatlerce sert toprağa küreklerini vurmak dışında bir şey yapmadıkları oluyor, çoğu zaman yapılan işlerin gereksiz olduğunun farkındalar, ancak dayak yememek ve üşümemek için emirlere uyuyorlar. Gün bittiğinde fiziksel yorgunlukları fazla olduğu için, yataklarına girer girmez uyuyorlar.

“Çalışma kampı” olarak adlandırılsa da, hapishaneden farklı değil. Bütün hapishanelerde olduğu gibi burada da ilk amaç, mahkûmların kişiliklerini yitirmelerini sağlamak. Bunun için, isim yerine rakam kullanılıyor; örneğin Ivan Denisoviç, Ş-854 olarak biliniyor. Giysilerinin üzerinde ve şapkasında bu rakam yazıyor. Kişiye özgü giysi de kampta aynı nedenden dolayı yasak. Mahkumların yabancılaşıp, güven ve dostluk bağı kurulmaması için ise, gammazlamaya ödül veriliyor.

Romanın en önemli teması, korkunç şartlar altında bile insanlığın korunması. Bazı mahkumlar insanlıklarını kaybetmemek için büyük çaba harcıyorlar. Buna en iyi örnek Ivan Denisoviç’in soğuğa ya da açlığına yenik düşmeden, her seferinde yemek yerken şapkasını çıkarması. Bunu, insanlık dışı davranışa karşı bir iç direniş olarak yapıyor ve haysiyetini kaybetmemek için harcadığı çabayı görünür kılıyor. Ayrıca, kimseye bir şey için yalvarmak istemiyor. Bunlar elbette çevresindeki despotların anlamayacakları denli sembolik davranışlar fakat sonunda Ivan bu sayede aklını (ve haysiyetini) koruyor. Yazar bu temayı farklı motiflerle, bazen bir karakterin basit bir objeye tutunması şeklinde gösteriyor. Örneğin Ivan için çorabının içinde sakladığı kaşık bu anlama geliyor. Metali eğerek yaptığı kaşık, onun sahip olduğu en değerli varlık. Hem yasaklanmış bir objeyi bedeninde taşımanın verdiği başkaldırı duygusu hem de kendi yaptığı, hiçten var ettiği bir şeye sahip olmanın verdiği duyguyla taşıyor kaşığını.

Eksi 30 Derecede Yaşam

Romanda sıkça kullanılan bir başka motif soğuk. Sabah üşüyerek uyanan ve gün boyu soğukta çalışan mahkumları adeta kuşatan bir varlık olarak görmeye başlıyoruz soğuğu. Bu durumda kamptan kaçmalarını engelleyen sadece koca duvarlar ve gözcüler değil, aynı zamanda dondurucu soğuk. Bir bakıma doğa tarafından da hapsedilmiş durumdalar. Aşırı soğuk, kaçmalarını engellediği gibi, hepsini çalışma zorunda bırakıyor.

Roman ilk satırdan başlayarak bir ortam yaratıyor: iki parmak buz tutmuş pencereler, pislik ve orman yasalarının hüküm sürdüğü ilişkiler. Bu üç motif roman boyunca defalarca çeşitlemeler halinde tekrarlanıyor. Aslında ne denli kirli, soğuk ve adaletsiz bir ortamda yaşam sürüldüğünü anladıktan sonra, roman hep aynı satırları tekrar ediyor hissi veriyor. Aleksandr Soljenitsin benzer sürgün şartları altında uzun yıllar yaşamış biri olarak, günlük rutini eksiksiz anlatıyor. Roman yirmi dört saatten az bir zaman diliminde geçiyor fakat geri dönüşlerle buradaki birçok mahkumun hayat hikayesi ve portresi çıkıyor ortaya.

Ivan Denisoviç’in Bir Günü 1962 yılında yayımlandığında Sovyetler Birliği’nde olay yaratmıştı. Aslında on yıl kadar önce böyle bir kitabın yazılması yazarını idama götürebilirdi fakat yeni Sovyet yönetimi, Stalin’in ölümü ardından devletteki yumuşamanın göstergesi olarak yayımlanmasına izin verilmişti. Yine de beklenenden fazla ilgi gören kitap kısa zamanda yasaklandı ve toplatıldı. Bundan sonra kitabın çoğaltılmış kopyaları ABD ve Avrupa ülkelerine ulaştı ve Sovyet karşıtı metin olarak Batıda ilgi görmeye başladı. Soljenitsin ise ülkesini küçük düşürdüğü için suçlanmış, yazdıkları yasaklanmıştı. 1970’de verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü dört yıl sonra almaya gittiğinde yaptığı konuşmada, kitabını erken ortaya çıkardığını, henüz hazır olmayan bir ortamda sadece gerginliği arttırdığını ve baskıya çoğalttığını ancak şimdi fark ettiğini söyleyecekti.

İncil’e Gönderme

Romanda Soljenitsin birkaç metne gönderme yapıyor, bunlardan biri doğrudan İncil’e yapılıyor. İsa’nın “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” (Matta 22) sözlerini, kamptaki varlıklı Sezar karakterine ailesinden büyükçe paket geldiğinde aklımıza düşürüyor. İçinde tütün, salam, kurabiyeler bulunan bu paketlerin kamp içindeki yoksulluk göz önüne getirildiğinde eşitsizlik hatta kıskançlık yaratacağı düşünülür. Oysa ne Ivan Denisoviç ne de diğerleri Sezar’ı kıskanırlar. Yazar “Sezar’ın payı” sözleriyle bu çağrışımı yapar. Romandaki ikinci gönderme Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı eserine yapılır. Romanın özellikle sonlarında netleşen Alyoşka karakteri, Dostoyevski’nin ünlü Alyoşa’sını akla getirir. Karamazov Kardeşler’in mutlu bir sonla bitmesine, gelecek nesillere umut taşımasına neden olan Alyoşa gibi bu roman da yükselmiş bir duyguyla sonlanır. Alyoşa’nın tüm kötü duygulardan arınmış, hırs ve kıskançlık taşımadan dua etmeye davet etmesi, roman boyunca ezilen karakterlerin başarısı ya da üstünlüğü olarak hissediliyor.

Aradan yıllar geçtikten sonra bu romanı yeni bir gözle okumak bana çok önemli geldi. Bazı romanların efsaneleşen hikayelerini bir kenara bırakarak, salt edebi değerini görmeye çalışmak zor olsa da, mutlaka yapılmalı. Şimdi söyleyebiliriz ki, Soljenitsin’in bu romanı onca politik karmaşa etrafında dönmese belki bu ilgiyi görmezdi. Betimlemeler ve klişeleriyle yer yer basitleşen anlatısı ve daha görkemli bir zirve beklentisi yaratması, okurda hayalkırıklığı yaratabiliyor. Yine de bir dönemin yazarlar üzerindeki siyasi baskıyı anlamak için okunması gereken bir roman.

IVAN DENİSOVİÇ’İN BİR GÜNÜ / Aleksandr Soljenitsin / Çeviri: Mehmet Özgül / İletişim Yayınları, 2011


(Bu yazı Radikal Kitap ekinin 8 Nisan sayısında yayımlandı.)

23 Haziran 2011

Elisabeth Badinter "Kadınlık mı Annelik mi?"


HEM ANNE, HEM KADIN OLUNUR MU?

Bir nesil kadının hayatını şekillendirmesinde Simone Weil ve Simone de Beauvoir gibi feminist düşünürler önemli rol oynamışlardı. Bizden önceki nesillerin sorgulamayı düşünmediği yeni hayat tarzları sunuyorlardı, bir çok kadın bu düşüncelerle, gerileme olasılığı olmayan yeni hayat kurduğunu düşünüyordu.

Beauvoir kadar değilse de, yaşıtım kadınlarla birlikte beni etkileyen filozoflardan biri de Elisabeth Badinter’di. Bazı argümanları mantığıma ters düşer, bazı düşünceleri de içimde tepki yaratırdı, buna rağmen her zaman önemsediğim bir yazardı. Onun söyledikleri yaygın düşüncelerden uzak olurdu; hatta bazen feminist duruşa ters düşerdi. Son kitabı “Kadınlık mı? Annelik mi?” ile yine tüm dünyada çok yankı uyandırdı. Bu sefer, son otuz yılda değişen annelik konusunu ele alıyor Badinter. “Kusursuz anne” olmayı hedef haline getiren günümüz düşüncesine savaş açıyor. Kadının toplumsal rollerinin ekonomik kriz, kapitalizm, tutucu politikalardan etkilendiğini zaten herkes biliyordu, bunlara abartılı ekoloji ve natüralizm ekleyerek çok geniş perspektifte kadın hayatı ve anneliği anlatıyor.

Badinter “Biz neredeyse farkına dahi varmadan annelik algımızda bir devrim gerçekleşti. Bu devrim hakkında hiçbir tartışma yapılmadı, hiç ses çıkmadı” sözleriyle başlıyor kitabına. Ona göre bu “devrim,” kadın özgürlüklerine kısıtlamalar getirdi hem de zorluklarla elde edilmiş kadın haklarına zarar verdi. Annelik konusunda son otuz yıldır özgürlüklerin sinsice gerilemesine neden olan üç eğilimden söz ediyor. Bunların birincisi, daha ekolojik bir hayat özlemiyle sunulan ilkel yaşam tarzı; ikincisi hayvan davranış bilimlerinin anneliğe yüklenmeye çalışılması; sonuncu olarak da öze dönüş hareketi olarak sunulan abartılı emzirme dönemi ve ilaçsız doğal doğuma övgü. Yazar bu akımların sadece iş dünyasında kendine yer edinmeye çalışan kadına değil, kusursuz annelik imgesi yüzünden kendini başarısız hisseden tüm kadınlara zarar verdiğini söylüyor.

“Kadınlık mı? Annelik mi?” günümüzün çok önemli sorunlarını ele alıyor. Kitabı okumaya başladığımda sadece kadınlık ve annelik sorunlarını ele aldığını sandım fakat aslında Elisabeth Badinter burada daha geniş açıdan toplumsal bir eleştiri sunuyor. Örneğin, Batılı kadınların tam da patriarkal düzenden kurtuldukları sırada baba ya da koca yerine yeni bir efendinin, yani bebeğin belirmesini ironik bir şekilde anlatıyor. Bebek imparatorluğu gerçekten de tüketimi, eğitimi, sağlığı, çalışma koşullarını, aile düzenini ve hatta cinselliği etkileyen geniş bir alan, sadece anne-bebek sorunlarıyla sınırlı değil.

Sanırım tam da bu geniş açıdan toplum eleştirisi sunması sayesinde geçtiğimiz sene edebiyat dışı kitaplar arasında haftalar boyunca en çok satan on kitaptan biri oldu ve çok tartışıldı. İşin ilginç yanı, henüz İngilizce’ye çevrilmemiş olmasına rağmen, Amerikan basınında da kitap geniş yer buldu. Kendi dilleri dışında yazılmış kitaplara ilgi göstermeyen Amerikan okuru açısından ender karşılaşılan bir durum yarattı. Badinter’in eleştirisinin altında Amerikan tarzı anneliğe saldırı olduğu için tutucu bir kesimden ağır eleştiriler aldı. Hatta bazıları aşırıya kaçarak yazarın hamilelere sigara ve içki tavsiye ettiğini söyleyerek karikatürize ettiler. Edwige Antier adlı Fransız pediatrist ve politikacı ise Badinter’i anneliği inkar etmekle suçladı ve yazarın bugünün genç annesini anlamadığını ileri sürdü.

Badinter’in argümanları gerçekten kolayca kabul edilecek türden değil, tartışma yaratmaları çok doğal fakat kadının üzerindeki toplumsal baskının çeşitliliği konusunda ona katılmamak zor. Sinema, televizyon, reklamlar, hangi tür anneliğin doğru olduğu konusunda hem fikir görünüyorlar. Üstelik buna dar alanda bir tek kadın tipi üzerinden yola çıkarak karar verilmiş. Sinsice bütün alanları işgal eden bir dünya görüşü çıkıyor ortaya, Badinter’e göre, kadınların buna karşı direnmeleri çok zor. Yazar örnek olarak “annelik içgüdüsü” “doğal ortam” gibi deyimlerin tutucu politikalar tarafından nasıl kullanıldığına işaret ediyor.

Badinter, bir önceki “Annelik Sevgisi: Efsane ve Gerçek” adlı kitabında 17. yüzyıldan günümüze anneliğin tarihini ele alıyordu. Annelik içgüdüsünün şüpheli varlığından söz ettiğinde, yine ortalık karışmıştı. Üç çocuk annesi ve yedi torun sahibi 67 yaşındaki Badinter, garip saldırılara uğramıştı. Bir röportajında saldırılara karşı şunları söylemişti: “Feminist akıma ihanet ettiğim düşünülmüyor fakat beni modası geçmiş, arkaik bir dönemin feministi olarak görüyorlar. Fakat eminim ki bu yönde ilerlerse, feminizm bir çıkmaza girecektir. Ben hala cinsler arası eşitliğin rol ve sorumlulukların paylaşılmasıyla sağlanacağını savunuyorum.”

Her kültürün ve dönemin ideal bir annelik modeli vardır. Kadınlar bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu modelden etkilenirler. Yazar, günümüzün hakim annelik modelinin hiçbir zaman olmadığı kadar çetin olduğunu öne sürüyor. Annelik konusunda son yıllarda yayımlanmış çok sayıda kitaptan yaptığı alıntılar, bunun ne denli doğru bir saptama olduğunu gösteriyor. Kitabın büyük bir kısmı, bu eserlerden alıntılardan oluşuyor, ayrıca kitapta çok sayıda araştırma dosyası yer alıyor. Doğum, emzirme, çocuk bakımı gibi konularda Avrupa ve dünyadaki farklılıklara dikkat çekiliyor. Elbette bu bölümler konuyla akademik anlamda ilgilenen okuru ilgilendirecektir; fakat Badinter’in bu araştırma istatistiklerinden çıkardığı sonuçlar çok güçlü argümanlar yaratıyor.

Gerçekten de, savaş sonrası yıllarda kazanılmış özgürlükler konusunda tüm dünyada -- ve ülkemizde -- geri dönüş yaşadığımız bir dönemdeyiz. Badinter buna dikkat çekiyor ve bence Sokrates’in dediği gibi, atsineği filozof rolünü üstleniyor. Atsineği, çünkü atı silkelenmesi için rahatsız eden ve harekete geçiren bir unsur gibi, kadın hakları konusunda yeni bir sarsıntı yaratma çabasına giriyor. Kitap ağırlıklı olarak emzirme ve doğal doğum konularını işliyor, bence bir eksikliği, çocuk temelinde gelişen yeni tür eğitim tüketimini ele almamış olması. Çocuklarını en iyi okullara yazdırmak için geç kalmamaya çalışan ve geç kalma korkusuyla büyük endişe duyan bir anne tipi de yaratıldı son yıllarda. Bazı anaokulların ön kayıtlarının dört beş yıl öncesinden dolması, annenin daha hamileyken doğmamış bebeğini okula yazdırdığı gerçeğini gösteriyor. Bu sadece Londra ve Paris anaokulları için değil, İstanbul’daki bazı eğitim kurumları için de geçerliymiş. Anne olmak, çocuğun tüm olanaklardan yararlanmasını sağlayacak uyanıklıkta olmayı da gerektiriyor. Böylesi bir kusursuz anne modeli, kaygıdan başka bir şey yaratmıyor kadında. Badinter, bakmadığımız yerlere bakmayı, düşünmeden kabul ettiğimiz peşin hükümleri ve kalıplaşmış deyimleri yerlerinden oynatıyor. Anneliğe ve dolayısıyla kadınlığa önyargısız yeni bir bakış getirmeyi amaçlıyor.

KADINLIK MI ANNELİK Mİ? / Elisabeth Badinter / Çeviri: Ayşen Ekmekci / İletişim Yayınları, 2011 / 184 sayfa.

(Bu yazı Radikal gazetesinin Kitap ekinde, Nisan ayından yayımlanmıştır.)

10 Mayıs 2011

Gabriella Ambrosio "Ayrılmadan Önce"


SIRADANLAŞAN ÖLÜM

Filistin’de sıradan bir gün, ölümden ve ölüm haberinden uzak bir gün olmaz. İtalyan gazeteci yazar Gabriella Ambrosio “Ayrılmadan Önce” adlı romanında Kudüs’te yaşayan birkaç ailenin yedi saatini anlatıyor.

Aslında herşey sıradan bir gün gibi başlıyor: bir bahar gününde, sabah saat yedide, roman kahramanları masum uykularından uyanıyorlar. Kalkıp hazırlananlar ve evlerinden çıkanlar arasında farklı iki dünyanın yaşıt iki kızı var. Biri onsekiz yaşında Filistinli Dima adında bir genç kız, diğeri aynı yaştaki İsrailli Miriam. Dima Deyşa mülteci kampında kalabalık ailesiyle yaşıyor. Miriam ise ortasınıf evinde, babasından boşanmış annesiyle yalnız yaşıyor. Miriam ve annesinin hayatlarını belirleyen endişeler var. Birincisi Miriam’dan bir yaş büyük ağabeyi tehlikeli bölgede askerliğini yapıyor, ikincisi ise Miriam en yakın arkadaşını iki ay kadar önce bir patlamada kaybediyor. Parçalanan bedeninden geriye sadece dövmeli kolu kalan arkadaşının ölümü ardından kendini yalnız hissediyor ve içine kapanıyor. Tek ilgi duyduğu şey ıssız bir tepeye gidip oradaki ağaçların resimlerini çekmek. Dışardan bu iki genç kıza bakıldığında Dima daha dışa dönük görünüyor.

Romandaki diğer kahramanlar Dima ve Miriam’ın yakın çevresinden oluşuyor. En başta her ikisinin ailesi ve konu merkezine onlardan daha yakın duran bir başka genç, Filistinli yirmi üç yaşındaki patlayıcı uzmanı Hasan var. Hasan Dima’nın bağlantı kişisi. Anlatıda saatler ilerledikçe Dima’nın Hasan’la buluşmaya gidişinin altında yatan neden ortaya çıkıyor.

İtalyan gazeteci yazar Gabriella Ambrosio ilk (ve bildiğim kadarıyla tek) romanı Ayrılmadan Önce’de canlı bomba diye adlandırılan, intihar saldırısına hazırlanan genç Dima’yı anlatıyor. Olay gerçekten 29 Mart 2002’de yaşanmış. Genç kızın kendisiyle birlikte iki kişinin ölümüne neden oluyor bu olayda. Ambrosio, roman kişilerinin adlarını değiştirerek anlatıyor fakat olayları tam o gün yaşandıkları şekilde, bir gazeteci gibi aktarıyor. O günlerde basında çıkan haberlere daha sonra Dima’nın (genç kızın gerçek adı Ayat) babası ve nişanlısı ile; Miriam’ın (gerçek adı Rachel) annesi ve sınıf arkadaşlarıyla röportaj yaparak araştırmasını derinleştiriyor. Bu olay o günlerde gazetelerde geniş yer bulan haberlerden biri, çünkü ilk başta Filistinli ile İsrailli genç kızları kardeş zannederek polis iki kişinin suçlu olduğu sonucuna varıyor. Daha sonra öğreniliyor ki, süpermarketten içeriye girmekte olan İsrailli genç kızın yanında, üzerinde yüzlerce kişiyi öldürecek patlayıcı bulunan Filistinli kızı süpermarketin girişindeki koruma görevlisi de kardeş sandığı için şüphelenmiyor. Zira İsrailli kızı daha önce markete gelirken çok kereler görmüş ve ondan şüphelenmek aklına gelmiyor.

Ambrosio korkunç ama ilginç bir paradoks anlatıyor romanında. Aynı boy, aynı kilo ve aynı yaşta, kardeş sanılacak kadar birbirine benzeyen Filistinli ve İsrailli kızların her ikisinin de okulda başarılı olmaları, savaş ortamı içine doğmuş olmaları tamamen bir rastlantı. Çünkü bu çocuklar kendi iradeleri dışında bir savaşın içinde yer alıyorlar. Ambrosio romanında zaten bilinen bir gerçeği incelikle gösteriyor: bu coğrafyada yüzlerce yıldır bir arada yaşayan Musevi, Hıristiyan ve Müslüman’ın ortak kültürü, tarihi ve asla dile getirilmeyen, kardeşliği. Yöneticiler özellikle benzerliklere dikkat çekmekten hep kaçınmışlardır. Dima ile Miriam düşman güçlerin çocuklarıdır, düşmanlık da farklılıkla, ötekileştirmeyle mümkündür. Nesillerdir körüklenen düşmanlık duygularıyla büyüyen çocuklar ne benzerlikten ne de kültürlerini besleyen ana kaynaklardan haberdardır. Bu durumda iki genç kızın şaşırtıcı benzerliği ironik görünür.

Yazar ayrıca canlı bomba Dima karakteriyle etkileyici bir portre çiziyor. Dima yakında teyzesinin oğlu ile evlenme planları yapan, gazeteci olma hayalleri kuran bir genç kız. Onu sevgi dolu bir genç kız olarak görüyoruz: Mülteci kampında babalarının ölümü ardından yetim kalan bebeklere karşı son derece şefkatli. Ailesi de onun geleceğini parlak görüyor, babası onun okumasını ve meslek sahibi olmasını istiyor. Bütün bunlar Dima’nın ilk görünen yüzü, bu olumlu tabloya rağmen romanın ilk sayfalarında onunla ilgili gariplik hissediyoruz “Ocağı yaktı ve o gün sıradan bir gün olmadığı için, gazın kokusu hemen damarlarına girdi ve kanında yavaş yavaş akmaya başladı” sözlerinden Dima’nın sıradan bir sabah kahvesi yapmadığını anlıyoruz. İlerleyen satırlarda gariplik daha belirginleşiyor: “o sabah her şey yavaş olacaktı, bir yanını incitmemek için yavaş ve donuk olacaktı. Kapıda da yavaş ve donuk bir şekilde gülümsedi, tek bir bakışla, fotoğraf çeker gibi herkesi ve her şeyi kapsadı, kendisinin de tepeden tırnağa fotoğrafı çekildi sanki, tek parça halinde başı, kolları ve ayaklarıyla. Ayakları oradan ayrılmak istemiyordu...” Bir yanda yardımsever Dima, diğer yanda bir robot asker gibi görevine odaklanmış, tüm duygularını kilitlemiş birini görüyoruz. Örneğin, aklına ona dama oynamayı öğreten çok sevdiği teyzesi geldiğinde, kendini katılaşmaya zorluyor: “Dima yüreğinin yumuşadığını fark edince, işe yaramayan sayfalar nasıl yırtılıp atılıyorsa, teyzesinin düşüncesini de yırtıp atmaya karar verdi.”

“Ayrılmadan Önce,” nesnel bir bakışla, gazeteci diliyle yazılmış bir roman. İntihar saldırıları gibi anlaması olanaksız görünen bir konuyu tarafsız ele alışıyla takdire değer. Gabriella Ambrosio, Filistin - İsrail savaşını ya da Ortadoğu sorunlarını anlatmaya çalışmıyor, burada sadece ölüme giden üç kişinin hayatlarının son yedi saatini sergiliyor. Anlatı tekniği olarak özetleme formunu kullandığı için, yargıdan uzak ve nedenselliği sorgulamayan bir metin çıkmış ortaya. Form olarak da Keifer Sutherland’ın başrolünde oynadığı “24” adlı televizyon dizisinin kalıpları kullanılmış. Bütün bunlarla birlikte, kitabın belgesel anlatı tekniğini özellikle kullandığını, edebi bir kaygı taşımadığını eklemek gerekir. Belgesel form bahsettiğim konularda yazarın işine yaramış, fakat okur açısından bakıldığında herhangi akşam haberlerinden öte bir şey katmadığını da söylemeli.