13 Kasım 2010

Murat Gülsoy "Tanrı Beni Görüyor mu?"


BİRİ BENİ GÖRÜYOR, ÖYLEYSE VARIM!

Ressam ve heykeltraşların formla oynamayı edebiyatçılardan daha fazla sevdiklerini söylemek yanlış olmaz gibi geliyor. Yüzlerce yıl kalıplaşmış formla yazılanları düşününce, bazı geleneklerin ne denli zor kırıldığını anlıyor insan. Halbuki bir öyküyü anlatmanın sayısız yolu olmalı. Her öykü anlatıcı, her öykü için yeni form denemesine girişebilir; ayrıca dil, öykü anlatıcının elinde tek araç olmak zorunda değil. Murat Gülsoy’un yeni öykü kitabı “Tanrı Beni Görüyor mu?” bu düşünceleri aklıma getirdi çünkü yazar farklı form arayışlarıyla yazmış öyküleri.

Kitapta yer alan öyküleri kabaca ikiye ayırmak mümkün. İlk başta, yazarın sevdiği ve artık imzasını taşıdığı söylenebilecek üst metne sahip öyküler geliyor. İkinci yarıda ise öyküyü farklı şekillerde anlatma girişimleri taşıyan öyküler var. Görsel malzeme kullanılan öykülerde psikolojik çağrışımlarla yazılmış izlenimi veren fotoğraf-betimlemeleri ve çizgi-öyküler (belki çizgi-roman gibi “çizgi-öykü” de girer artık kullanıma) yer alıyor. Ayrıca ilginç denemeyle bir Van Gogh tablosu sözcüklere dökülüyor. Elbette sözcüklere dökülürken öyküsü de çıkıyor tablonun. Ama önce üst-metin formatındaki öykülere bakalım. Bu öykülerde bir yanda anlatıcının gerçekliği diğer yanda da kurguladığı öykünün gerçekliği karşılaşır. Hatta çoğunlukla bu ikisi birbirine karışır. Kurgunun mekanı ile kurgulayanın mekanları birleşir.

TROMPE-L’OEİL

Kitabın kapağında İspanyol ressam Pere Borrell del Caso’nun ünlü tablosu “Eleştiriden Kaçış” (1874) yer alıyor. Bu tam da Murat Gülsoy’un öykülerini anlatan bir resim. Bu resimde yoksul olduğunu varsayabileceğimiz küçük bir oğlan çocuğu tablonun dışına çıkıyor. Gözlerini kocaman açmış çocuğun büyük bir heyecan ve şaşkınlıkla tablonun dışına baktığını görüyoruz. Çerçevenin dışına taşan sağ ayağı, elleri ve başının çerçeve üzerinde gölge bırakması, çerçeve dışında bir gerçeklikle karşılaştığını düşündürüyor bakan kişiye. Karanlık bir hapsolmuşluk duygusu var tablonun içinde. Çocuk bu durumda karanlık ve kısıtlanmış gerçekliğinden çıkıp yeni bir gerçeklikle tanışıyor. Özgürlüğüne ya da kendi varlığına kavuşma anı da denilebilir.

Göz aldanması anlamına gelen Fransızca Trompe-l’oeil deyimi, çerçeveyi dahil ettiği türlerde yanılsamayı arttırıcı bir etki yaratır. Görüntü ve algılama oyunları üzerine kurulu resimler, kurgusal mekan ile gerçekliğin en hoş bileşimleridir. Algılayan kişinin gerçeklik sınırlarını zorlarlar. Gülsoy bu kitaptaki birkaç öyküde bu resimdeki gibi kurgusal gerçeklik üzerine oyunlar kurar. Öykünün dışına taşan karakterler, öykünün yazarını öykü içine hapseden kurgular, kendi dışındaki dünyayı merak eden kahramanlar, tanrı-yazarlar, vb... Gülsoy’un önceki öykü ve romanlarından tanıdığımız oyunlardır. Bu kitaptaki öyküler içinde de çok sayıda gerçeklik kaymaları yer alıyor. Örneğin, kitaba başlığını veren “Tanrı Beni Görüyor mu?” bu türden bir öykü. Aynı resimdeki çocuk gibi bu öykünün kahramanları kendileri dışında bir gerçekliğin farkına varıyorlar. Bir başka öykünün kahramanı Fırat: “Sizin gerçekler dünyasına, kim bilir benim gibi ne hayal ürünü şeyler karışmıştır! Yok, ama siz her şeyin en doğrusunu bildiğinizi düşünüyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz ve beni de yanıltamayacaksınız: Adım Fırat. (...) Depo sorumlusuyum. Bekarım. Otuz üç yaşındayım. Bir süre önce insanlar, gerçek olmadığımı söylemeye başladılar. Yüzüme karşı. hayatın hikaye, diyorlar. Onlara inanmıyorum” sözleriyle varoluşsal sorununu dile getirir. Yine başka bir öyküde “Şimdi ben ağır hareketlerle çay servisi yaparken, o bana bakarak bu okuduğunuz metni yazıyor. Bana acıyor galiba. Aldırmıyorum. Yazdıklarını uzaktan izlemekle yetiniyorum. Yazının çıkışsız bir labirent olduğunu anlaması için daha çok zaman geçmesi gerek.”

Varoluşsal sorgulamalardan söz ettik fakat yazar bunları tek bir şekilde ele almıyor. Birbirine karışan sadece yazar ile kahraman olmuyor. Bazen “Karanlıkta” adlı öyküde olduğu gibi “ben” ile “sen” birbirlerine karışıyorlar. Karakter karşısındakinde kendi benliğini bulabiliyor. Ya da “74 Mercedes”de olduğu gibi karakter rüya içinde yeni bir varlık kazanıyor. Bu öykülerde uyku halinde bulanık düşünceyle netlik kaybediliyor.

GÖRSEL ÖYKÜLER

Buraya kadar sözünü ettiğim öyküler, aslında Murat Gülsoy okurlarının yakından tanıdığı türden. Bu kitapta bir de daha az kaleme alınan, daha deneysel bir grup öykü daha var ve bence asıl çekici olan bunlar. “Ekici” benim en hoşuma giden öykü oldu bunlar içinde. Bu öyküde, görme engelliler için yazılı metinleri işitsel ortama uyarlayan bir şirketin talebiyle Vincent Van Gogh’un 1888’de yaptığı “Ekici” tablosu sözcüklerle anlatılıyor. Bir resmi, renk ve biçimleri kullanmadan ve hiç yorum yapmadan anlatmanın aslında resimdeki en önemli öğeleri dile getirmek olduğu, başka deyişle gerçekte ressamın anlatmak istediği öykünün de ancak böyle anlaşılacağı ortaya çıkıyor. Bu öykünün hoş yanı, görünen resim dokunma, koku, ses gibi diğer duyulara yönlendirildiğinde, görsel anlamın zenginleştiğini göstermesi. Yazının başında sözünü ettiğim farklı anlatım şekilleriyle öyküleri dile getirme derken bunu kast etmiştim. “Bize Kuşdili Öğretildi” ve “In Medias Res” öyküleri de bu açıdan ilginç öyküler. Sözcükler dışında öykü anlatma yollarına başvuruluyor.

“Tanrı Beni Görüyor mu?” çok güzel öykülerin yer aldığı bir kitap. Kitap hakkında yapılabilecek tek eleştiri, yer yer yaratıcı yazarlık kursları tarzında ev ödevi hissi vermesi. Çeşitlilik belki tek bu noktada kusur yaratıyor. Yine de Murat Gülsoy günümüzün usta öykücülerinden biri ve bu kitap bir kez daha bunu kanıtlıyor.

TANRI BENİ GÖRÜYOR MU? / Murat Gülsoy / Can Yayınları, 2010


(Bu yazı eksik bir şekilde 13 Kasım 2010 tarihli Radikal Gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Demiryolu Öyküleri

DEMİRYOLU ÖYKÜLERİ

Öykü kitapları arasından en büyük ilgiyi derlemelerin gördüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. Derlemeler arasında da, ilk sıralarda, belli bir tema altına toplanmış öykü kitapları gelir kuşkusuz. Farklı yazarların, dönemlerin ve tarzların öykülerini bir arada bulmak okura hoş gelir. Bu hafta yayımlanan Demiryolu Öyküleri böyle bir derleme. Bu kitapta, neredeyse yüzyıla yayılan zaman diliminde öykücülüğümüzün kilometre taşları sayılan yazarları birlikte buluyoruz.

Tren yolculukları kendine has bir yalnızlık duygusu ve hüzün taşırlar. Yolculuk bazen ayrılık, bazen de kaçış anlamına gelebilir. Bir yolcu bilmediği bir yere gidiyordur, bir diğeri özlemle andığı evine, her ne şekilde olursa olsun, yollarda geçen zaman yabancıların arasında geçen zamandır. Gurbet zamanıdır. Özlem zamanıdır. Demiryolu Öyküleri’nde derlenen öyküler çok çeşitli ruh hallerini, çeşitli yolculukları anlatıyorlar.

YOLCULARIN ÖYKÜLERİ

Kitabı derleyen Kemal Varol, bir demiryolu işçisi babanın oğlu olduğunu söylediği önsözde, tren yolculuklarının yazara yola çıkma imkanı ve kullanışlı imgeler sunmakla kalmayıp “Anadolu’nun bozkır ve dağlarından geçen bu işaret fişeğini bütün çocukların aklına uzak yerleri düşürdüğü için” de sevdiğini anlatıyor. Tren gerçekten de çocukların zihninde Seçkide yer alan yirmi bir öyküde benzer konular ya da benzer ruh hallerine rastlıyoruz. Bazıları yolcular ve yolcuların diyaloğu, ilişkisi üzerine kurgulanmış. Trenleri benzersiz kılan bir özelliği, yolcuların karşılıklı koltuklarda oturmaları olabilir, böylece tanımadığı insanlarla göz göze gelerek uzun saatler geçirmek zorunda kalabilir yolcu. Çok sayıda öykü, yabancılarla dar bir alanı paylaşmanın getirdiği ruh halini anlatıyorlar. Sait Faik’in “Üçüncü Mevki,” Vüs’at O. Bener’in “Kibrit,” Erdal Öz’ün “Kuklacı” ve Tomris Uyar’ın “Yaz Suyu” öyküleri, yabancıyla yanıltıcı bir yakınlık içine düşme etrafında gelişiyor. Yolculuk dostluklarının garip ve aldatıcı yanına değiniyor bu öyküler. Gerçekten de insanların dostlarıyla konuşmadıklarını kompartıman paylaştıkları yolcularla konuşmaları şaşırtıcıdır. Kitaptaki bazı öyküler bu duyguyu öne çıkartıyorlar. Hayatın gerçekliği içinde tanıma imkanı olmayacak insanlarla kader birliği etmeye benzer tren yolculuğu. Hasan Ali Toptaş “Çift Çizgi” öyküsünde “gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş” dedikten sonra “otobüs koltuğunda Ramses gibi kıpırdamadan oturanlara, yolculuk ediyor denemezmiş doğrusu. Sonra, trenler her zaman bir sır taşıma olasılığı taşırlarmış. İnsanlar vagondan vagona geçtikçe, tuvalete, restorana gidip geldikçe, ilginç şeylerle karşılaşabilirmiş insan.”

Yazarların satırlarında trenler şekilden şekle girerler: Sait Faik “...tren yolculuğu sıkıcı, yorucu, üzücü şey!” der kitaptaki öyküsünde. Bekir Yıldız ise “Raylar şıngırdadı. Kara vagondaki her insanın gönlüne bir el uzandı. Sıktı onları. Gurbet başlamıştı” diye başlatır tren yolculuğunu. Sabahattin Ali “her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirler” diye betimler. Vüs’at O. Bener de “geldi neyse tren. Yığılır gibi. Ortalığı koyu, kapkara bir duman kapladı” sözleriyle anlatır. Kara dumanları ve metalin soğukluğunu hissettirir çoğu öykü. Genelde kış öyküleridir trenle gelen.

ISSIZ İSTASYONLAR

Yolcular kadar ıssız istasyonların anlatıldığı öyküler seçkinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ayfer Tunç’un “Kar Yolcusu” ve Sabahattin Ali’nin “Ayran”ı ufacık istasyonda yalnız yaşayan, geçen trenden başka zaman belirteci (ilk kez kullanıyorum bu sözcüğü) olmayan istasyon memurları anlatılıyor. Tren nasıl gitmeyi anlatıyorsa, istasyon öykülerinde beklemek ve seyretmek öne çıkıyor. Bu durgun istasyonlarda hayatın geçmesi bekleniyor adeta. Mustafa Kutlu’nun “5402” adlı öyküsünde “Bozkırın bu küçük istasyonu neyi bekler? Hep gelip-geçecek olan bir şeyi bekler. Hayat sanki ve sadece bir ‘an’dır. Gelir-geçer... Bir nefes, göz açıp-kapamakla tamamlanan bir süreç” diye anlatır insanların inip binmediği küçük istasyonu. Trenlerde olduğu gibi, istasyonlarda da mevsim kıştır. Böyle olduğunda tek hareket noktası demir raylarıdır. Diğer yollar kapanmış, istasyonun sessizliği ve ıssızlığı artmıştır. İçine gömülmüş bir hayattır istasyonlarda yaşanan.

İstasyon temalarına Cemil Kavukçu’nun “Avludaki Tren” ile Faruk Duman’ın “Pancar Vagonları” da eklenebilir. Bunlarda bir çocuğun gözünden anlatılıyor tren ve istasyon. Demiryollarına yakın geçen çocukluk ve trenin kıyısında yaşamların tadını veriyor bu öyküler. Mustafa Kutlu “5402” öyküsünde “Lokomotifin yüren ürperten homurtusu, üzerinden sular damlayan yağlı-kara görüntüsü, beyaz buğulara bulanmış koca gövdesi, çocuk kalbimde sevimli bir dev imajı barındırıyor” çocuk gözüyle yaptığı betimlemelerde.

YAŞAMIN METAFORU OLARAK TREN

Kitapta yer alan öyküler içinde bir de treni yaşamın simgesi olarak kullanan metinler de var. Leyla Erbil’in “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu” ve Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikayecileri - Bir Rüya” öyküleri, “tren” “yol” ve “yolcu” kavramlarıyla oynuyorlar. Erbil’in öykü kahramanı “Yolcu Dost Kardeşiniz” diye imzalıyor bir mektubu; aynı kompartmana düşmüş yolcular gibi, hayatı birlikte yaşayanlar, birlikte yolculuk eden insanlar olarak anlatılıyorlar. Tren yolculuğu Erbil’in anlatısında sadece şehirleri, kentleri, sınırları birbirlerine bağlayan demiryollarından oluşmuyor, aynı zamanda tarihsel olarak bağlanıyor şehirler ve insanlar birbirlerine. Dolaşılan topraklar yüzlerce yıllık geçmişleriyle dolaşılan topraklardır. Sadece trenin penceresinden bakılan manzara değildir. Leyla Erbil’in bu öyküsünde en çok hissedilen şey, gezmeye davettir: “...doğuya uçsuz bucaksız toprak zamanlarına karışacağım...” der anlatıcı/yolcu. Oğuz Atay’ın öyküsünde ise yolcular okurlardır. Yolcular için yazar demiryolu hikayecileri. Bütün gün hikaye yazmak, gece ekspresine yetiştirmek, hiç uyumamak gerekir. Atay’ın yazıyı, ya da daha doğrusu yazmayı geçen zaman içinde duran, zamanla akmayan yazarlık eylemi olarak anlatması çok ilginç gelir. Tren gibi akan zaman, yazarı içine almamıştır; o, zamanın dışında kalmış, kendi kitlendiği zaman içinde varlığını sürdürür. Savaş trenle birlikte geçmiş, yazarın aşkı ise trenle gitmiştir. Üstelik yazar, “asık suratla hikayelerine göz gezdiren yataklı vagon yolcularına” öykü yetiştirmekten ne savaşın bittiğinin ne de sevgilisinin gittiğinin farkındadır.

Demiryolu Öyküleri’nde yer alan öykülerden hiçbirini daha önce okumamıştım. Belki bu yüzden öykülerin güzelliği beni çok sarstı. “Demiryolları komünizmdir” diyen cumhurbaşkanları yetiştiren bir ülkenin yazarlarının bu denli benzersiz hikayeler anlatmaları, öyküleri daha da güzel kıldı. Derleme eleştirilerinin sonunda en çok sevilen ve en beğenilen parçaları söyleme geleneği vardır, bu kitapta birkaç taneye indirgenmeyecek kadar önemli öyküler bir arada olduğu için, kitabı bütünlüğü içinde çok değerli bulduğumu söyleyeceğim.


DEMİRYOLU ÖYKÜLERİ / Hazırlayan: Kemal Varol / Sel Yayıncılık


(Bu yazı 15 ekim 2010 tarihli Radikal gazetesi Kitap ekinde yayımlanmıştır.)