10 Mayıs 2011

Gabriella Ambrosio "Ayrılmadan Önce"


SIRADANLAŞAN ÖLÜM

Filistin’de sıradan bir gün, ölümden ve ölüm haberinden uzak bir gün olmaz. İtalyan gazeteci yazar Gabriella Ambrosio “Ayrılmadan Önce” adlı romanında Kudüs’te yaşayan birkaç ailenin yedi saatini anlatıyor.

Aslında herşey sıradan bir gün gibi başlıyor: bir bahar gününde, sabah saat yedide, roman kahramanları masum uykularından uyanıyorlar. Kalkıp hazırlananlar ve evlerinden çıkanlar arasında farklı iki dünyanın yaşıt iki kızı var. Biri onsekiz yaşında Filistinli Dima adında bir genç kız, diğeri aynı yaştaki İsrailli Miriam. Dima Deyşa mülteci kampında kalabalık ailesiyle yaşıyor. Miriam ise ortasınıf evinde, babasından boşanmış annesiyle yalnız yaşıyor. Miriam ve annesinin hayatlarını belirleyen endişeler var. Birincisi Miriam’dan bir yaş büyük ağabeyi tehlikeli bölgede askerliğini yapıyor, ikincisi ise Miriam en yakın arkadaşını iki ay kadar önce bir patlamada kaybediyor. Parçalanan bedeninden geriye sadece dövmeli kolu kalan arkadaşının ölümü ardından kendini yalnız hissediyor ve içine kapanıyor. Tek ilgi duyduğu şey ıssız bir tepeye gidip oradaki ağaçların resimlerini çekmek. Dışardan bu iki genç kıza bakıldığında Dima daha dışa dönük görünüyor.

Romandaki diğer kahramanlar Dima ve Miriam’ın yakın çevresinden oluşuyor. En başta her ikisinin ailesi ve konu merkezine onlardan daha yakın duran bir başka genç, Filistinli yirmi üç yaşındaki patlayıcı uzmanı Hasan var. Hasan Dima’nın bağlantı kişisi. Anlatıda saatler ilerledikçe Dima’nın Hasan’la buluşmaya gidişinin altında yatan neden ortaya çıkıyor.

İtalyan gazeteci yazar Gabriella Ambrosio ilk (ve bildiğim kadarıyla tek) romanı Ayrılmadan Önce’de canlı bomba diye adlandırılan, intihar saldırısına hazırlanan genç Dima’yı anlatıyor. Olay gerçekten 29 Mart 2002’de yaşanmış. Genç kızın kendisiyle birlikte iki kişinin ölümüne neden oluyor bu olayda. Ambrosio, roman kişilerinin adlarını değiştirerek anlatıyor fakat olayları tam o gün yaşandıkları şekilde, bir gazeteci gibi aktarıyor. O günlerde basında çıkan haberlere daha sonra Dima’nın (genç kızın gerçek adı Ayat) babası ve nişanlısı ile; Miriam’ın (gerçek adı Rachel) annesi ve sınıf arkadaşlarıyla röportaj yaparak araştırmasını derinleştiriyor. Bu olay o günlerde gazetelerde geniş yer bulan haberlerden biri, çünkü ilk başta Filistinli ile İsrailli genç kızları kardeş zannederek polis iki kişinin suçlu olduğu sonucuna varıyor. Daha sonra öğreniliyor ki, süpermarketten içeriye girmekte olan İsrailli genç kızın yanında, üzerinde yüzlerce kişiyi öldürecek patlayıcı bulunan Filistinli kızı süpermarketin girişindeki koruma görevlisi de kardeş sandığı için şüphelenmiyor. Zira İsrailli kızı daha önce markete gelirken çok kereler görmüş ve ondan şüphelenmek aklına gelmiyor.

Ambrosio korkunç ama ilginç bir paradoks anlatıyor romanında. Aynı boy, aynı kilo ve aynı yaşta, kardeş sanılacak kadar birbirine benzeyen Filistinli ve İsrailli kızların her ikisinin de okulda başarılı olmaları, savaş ortamı içine doğmuş olmaları tamamen bir rastlantı. Çünkü bu çocuklar kendi iradeleri dışında bir savaşın içinde yer alıyorlar. Ambrosio romanında zaten bilinen bir gerçeği incelikle gösteriyor: bu coğrafyada yüzlerce yıldır bir arada yaşayan Musevi, Hıristiyan ve Müslüman’ın ortak kültürü, tarihi ve asla dile getirilmeyen, kardeşliği. Yöneticiler özellikle benzerliklere dikkat çekmekten hep kaçınmışlardır. Dima ile Miriam düşman güçlerin çocuklarıdır, düşmanlık da farklılıkla, ötekileştirmeyle mümkündür. Nesillerdir körüklenen düşmanlık duygularıyla büyüyen çocuklar ne benzerlikten ne de kültürlerini besleyen ana kaynaklardan haberdardır. Bu durumda iki genç kızın şaşırtıcı benzerliği ironik görünür.

Yazar ayrıca canlı bomba Dima karakteriyle etkileyici bir portre çiziyor. Dima yakında teyzesinin oğlu ile evlenme planları yapan, gazeteci olma hayalleri kuran bir genç kız. Onu sevgi dolu bir genç kız olarak görüyoruz: Mülteci kampında babalarının ölümü ardından yetim kalan bebeklere karşı son derece şefkatli. Ailesi de onun geleceğini parlak görüyor, babası onun okumasını ve meslek sahibi olmasını istiyor. Bütün bunlar Dima’nın ilk görünen yüzü, bu olumlu tabloya rağmen romanın ilk sayfalarında onunla ilgili gariplik hissediyoruz “Ocağı yaktı ve o gün sıradan bir gün olmadığı için, gazın kokusu hemen damarlarına girdi ve kanında yavaş yavaş akmaya başladı” sözlerinden Dima’nın sıradan bir sabah kahvesi yapmadığını anlıyoruz. İlerleyen satırlarda gariplik daha belirginleşiyor: “o sabah her şey yavaş olacaktı, bir yanını incitmemek için yavaş ve donuk olacaktı. Kapıda da yavaş ve donuk bir şekilde gülümsedi, tek bir bakışla, fotoğraf çeker gibi herkesi ve her şeyi kapsadı, kendisinin de tepeden tırnağa fotoğrafı çekildi sanki, tek parça halinde başı, kolları ve ayaklarıyla. Ayakları oradan ayrılmak istemiyordu...” Bir yanda yardımsever Dima, diğer yanda bir robot asker gibi görevine odaklanmış, tüm duygularını kilitlemiş birini görüyoruz. Örneğin, aklına ona dama oynamayı öğreten çok sevdiği teyzesi geldiğinde, kendini katılaşmaya zorluyor: “Dima yüreğinin yumuşadığını fark edince, işe yaramayan sayfalar nasıl yırtılıp atılıyorsa, teyzesinin düşüncesini de yırtıp atmaya karar verdi.”

“Ayrılmadan Önce,” nesnel bir bakışla, gazeteci diliyle yazılmış bir roman. İntihar saldırıları gibi anlaması olanaksız görünen bir konuyu tarafsız ele alışıyla takdire değer. Gabriella Ambrosio, Filistin - İsrail savaşını ya da Ortadoğu sorunlarını anlatmaya çalışmıyor, burada sadece ölüme giden üç kişinin hayatlarının son yedi saatini sergiliyor. Anlatı tekniği olarak özetleme formunu kullandığı için, yargıdan uzak ve nedenselliği sorgulamayan bir metin çıkmış ortaya. Form olarak da Keifer Sutherland’ın başrolünde oynadığı “24” adlı televizyon dizisinin kalıpları kullanılmış. Bütün bunlarla birlikte, kitabın belgesel anlatı tekniğini özellikle kullandığını, edebi bir kaygı taşımadığını eklemek gerekir. Belgesel form bahsettiğim konularda yazarın işine yaramış, fakat okur açısından bakıldığında herhangi akşam haberlerinden öte bir şey katmadığını da söylemeli.

Necip Mahfuz "Aşk Zamanı"


GÖZLER MISIR’DA

Haftalardır tüm dünya gözlerini kulaklarını Mısır’a dikmiş, iyi haberler bekliyordu. Görünene göre, sonunda halkın istediği oldu; sokaklarda şenlikler yapıldı, Tunus gibi bazı Kuzey Afrika ülkeleri bu sevinci Mısırlılarla paylaştı. Yine de Ortadoğu’da bilinmezlerle dolu yeni bir sürecin başladığını kabul etmek gerekiyor. Ülkemizde çoğu insan Mısır’ı Necip Mahfuz’un romanlarından tanımıştır. 95 yıl süren uzun hayatı boyunca ülkesini en iyi anlatan yazarlardan biri olarak bilinirdi; ayrıca Arap dilinin tek Nobel ödülü kazanmış yazarı olarak, müslümanların hayatını, gündelik temposunu, yaşam koşullarını, inançlarını tüm dünyaya aktaran kişiydi. Yazarın doğumunun 100. yılı nedeniyle bu yıl eserleri yeniden çevirilip basılıyor.

“Aşk Zamanı” başlığındaki “aşk” sözcüğüne rağmen, bir aşk hikayesi anlatmıyor, romanın merkezinde bir anne-oğul ilişkisi var. Roman, Ain hanım adında güçlü bir kadının portresiyle açılıyor. Ain, geç yaşta anne olmuş bir duldur; anlatının başladığı noktada kendisi elli, oğlu ise altı yaşındadır. Mahallelerindeki büyük yapıların çoğunun sahibi Ain’dir; çevrenin en zengin kişidir ve en büyük evde yaşar. Üzerine titrediği oğlu ise annesine benzemez, ne annesi gibi vericidir ne de çalışkan. Ain hanımın en büyük özelliği herkesin gözünde onu efsaneleştiren merhatmetiydi. Sokak sokak dolaşarak yoksulların evlerine gidip onlara yardım eden biri olarak ün yapmıştı, özellikle kocasının ölümü ardından kendini iki şeye adamış gibiydi: birincisi oğlu, diğeriyse yoksul ve hastalara yardımdı. Mahfuz Ain’i şöyle betimliyor: “... kimse Ain Hanım’ı sokakta ne sıkma başla ne düşmeli entariyle, ne de siyah veya beyaz peçenin ardına gizlenmiş bir halde görmüş değildi. Yaşının verdiği olgunlukla, ağırbaşlılığıyla, alımlı tavırlarıyla, ulaşılmaz mevkii ve gül gibi mis kokulu itibarının verdiği onurla kendisine dil uzatanlara meydan okurdu.”

Ain hanım gerektiğinde sert olmayı bilen, iş yaptığı erkekler dünyasında kendini ezdirmeyen bir kadındır. “Ain’in erkeksi tavrı, herkesten daha iyi bildiği bir çevrede iş görürken kullanmayı uygun bulduğu bir üsluptu yalnızca” diye açıklanan işkadını yanı, roman ilerledikçe geri planda kalır ve daha çok yardımsever yanıyla bütünleşir. Elinden hiç bırakmadığı şemsiyesiyle merhamet gezilerine çıkmayı, çalışıp didinen kadınlarla dulların ve sakatların ailelerini ziyaret ederek barakalarına girmeyi alışkanlık haline getirmişti.

Oğlu İzzet’in hikayesi ise bambaşkadır. Fazla çalışkan olmadığı gibi hırslı biri de değildir. Çocukluk dönemini anlatırken İzzet’in içinde çelişen iki şeyden söz eder yazar: ibadet ve iktidar. Ancak bu çocukluk hevesini çabuk kaybediyor olmalı ki, romanın ilerleyen bölümlerinde ne iktidar arzusu ne de ibadet merakı görülüyor İzzet’te. Büyük olasılıkla iktidar gücü annesinin güçlü kişiliği tarafından kırılıyor, ibadet ise yaşam biçimine uymadığı için yavaş yavaş unutuluyor. İzzet’in hikayesi, okulun ilk gününden beri en yakın arkadaşıyla aynı kıza aşık olduğunda şekillenmeye başlıyor. İzzet’in kızla birlikte olmasına önce annesi engel oluyor, sonra da yakın dostu. Henüz onbeş-onaltı yaşında olmasına rağmen bu yenilmişlik duygusu İzzet’in tüm hayatını şekillendiriyor. Bundan sonra sevmediği, annesinin istediği bir kızla evleniyor, çok genç yaşta baba oluyor ve daha yirmi yaşına gelmeden “her yenilgiye uğrayan güçlü erkek gibi acı çekiyordu.”

“Aşk Zamanı” bu noktadan sonra asıl roman kahramanı sandığımız Ain’i anlatmayı bırakıp İzzet’in hayatı çevresinde gelişiyor. Annesini, evini, karısını ve oğlunu geride bırakıp mahalleden ayrılıyor. Çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı yeniden hayatına giriyorlar, birlikte yeni bir yaşama atılıyor. Çocukluk ve gençlik yıllarını annesinin hayalleri şekillendiriliyordu, ortayaşındaki hayatında ise yakın dostunun hayallerinin baskın olduğunu görüyoruz. İzzet kendisini duygularının sürüklediğini zannediyor fakat yakın çevresindekilere karşı davranışından böyle olmadığını kolayca anlayabiliyoruz. Necip Mahfuz bu romanında Ain gibi bazı karakterleri ince dokusuna kadar geliştiriyor fakat ne yazık ki romandaki tüm karakterlerin aynı incelikle anlatıldığını söylemek zor. Özellikle İzzet’in aşık olduğu Bedriye tutarlı bir portre olsa da fazlasıyla gizemli kalıyor.

Roman, 1900’lu yılların başında geçiyor. Ain’in eve elektrik ve su bağlatması, bu tesislerin varlıklı kesim için ancak sağlanıyor olması bize olayların geçtiği zaman hakkında bilgi veriyor. Mısır, bir yandan yeniliklere açılan yüzüyle diğer yandan da bağlı olduğu gelenekleriyle görünüyor. Kahire’de yeni tiyatroların açıldığı, sosyal hayatın zenginleştiği, varlıklı kesimin gece klüplerinde içkili eğlencelere katıldığı bir ortam gelişiyor. Elbette toplumsal değerler ve gelenekler de yeni yaşam biçimiyle değişime uğruyor. Farklı nesilleri temsil eden anne ve oğul, geleneksel olan ile yeni yozlaşmayı simgeliyorlar. Ain’in hayatı doyurucu çünkü çevresine karşı verici ve inançlı biri; oğlu İzzet bencil kişiliğiyle yüzeysel bir hayat sürüyor. İzzet içki ve esrarın etkisinde, ailesinden uzak, idealleri olmayan bir yaşam içinde adeta kayboluyor. Ain ise yaşlandıkça gerçek bir efsaneye dönüşüyor.

Kahire’deki sosyal hayatla birlikte kadının toplumsal yerini de bazı olaylardan anlıyoruz. Örneğin evlilik konusunda kadının neredeyse hiç söz hakkı olmadığını görüyoruz. Ailelerin dört ve altı yaşındaki iki çocuğun evliliğine karar verilmesi, çok normal bir olgu olarak dile getiriliyor. Üstelik bu çocukların teyze çocukları olması kimseyi rahatsız etmiyor. “Hadi evlilik sözleşmelerini yapalım” diyen kızkardeşinin sözlerini sonradan çok mantıklı buluyor Ain. “Canımız ne isterse onu yapmaya özgürüz!” diye üstlediğinde de “Günü gelince oğluma yeğenimi gelin almak beni mutlu eder” diye yanıtlıyor kızkardeşini. Benzer adaletsizlik boşanmalarda da aynen yer alıyor. Bir erkek evden çıkarken kızdığı karısına “boş ol” dediği için kadın hiç bir mal varlığı olmaksızın kendini sokakta bulabiliyor. Tek şansı yeni bir erkeğin ona evlenme teklif etmesi oluyor. Bu ve bunun gibi kadına karşı yapılan birçok haksızlık toplumsal hayatın bir parçası olarak normalleşmiş şekilde anlatılıyorlar. Kadının konumundaki kabul edilmişlik ve erkek dünyası ile kadın dünyası arasındaki bağlantısızlık özellikle dikkat çekiyor.

Necip Mahfuz bazı başarılı simgeler kullanmış romanında; bir tanesi, Ain’in elinden bırakmadığı şemsiyesi. Bu şemsiye aynı zamanda onun toplumsal olarak koruyuculuğunu temsil ediyor. Şemsiyesi yaşlılığında bir nevi baston görevi görüyor, Ain sokaklarda yoksulların evlerine giderken şemsiyesini hiç elinden düşürmüyor. Şemsiye simgesini Mahfuz bir başka anlamda kötülüklerden koruyucu bir örtü olarak görmemizi sağlıyor. “Bütün dertler, yüreği sevgiyle çarpan, almadan vermesini bilen merhametli Ain’in şemsiyesi altında yok olup giderdi.”

Romandaki en hoş bölümlerden biri hikâyecinin hikâyesi. Romanın ilk sayfalarında yer alan kısa giriş bölümünde “Peki kim bu hikâyeci?” sorusuyla başlayan paragraf kurgunun anlatıcısının önemini vurguluyor. Mahfuz’un hikâyecisi, tatlı hayallerin yüksek sesle dile getirilişini yapan kişi. “...keskin bir hayal gücüyle yoğrulmuş hakikati, kendi gücünden ve derin arzularından alır” sözleriyle, destanların bilinciyle anlatıyor hikâyeciyi. Ayrıca roman boyunca hikâyeciyi unutmamamız için bunun bir anlatı olduğunu sık sık hatırlatıyor. Mahfuz bu kısacık romanında elli yıl gibi geniş bir zaman dilimini anlatmayı başarıyor. Az sayıda karakter kullanarak, birkaç hayat hikayesini baştan sona sığdırabiliyor romanına. Politik kavgalar, ezilen kadınlar, baskıcı din eğitimi gibi bazı temaları konunun uzağında tutuyor; bunlar yine de ülkenin fonunda gerçeklik yaratmaya yetiyorlar.

akafaoglu@yahoo.com

AŞK ZAMANI

Necip Mahfuz

Çeviri: Dilek Şendil

Kırmızı Kedi yayınevi, 2011