20 Aralık 2010

Yasunari Kavabata "Dağın Sesi"


DAĞIN SESİ

Japon edebiyatının saygın yazarlarından Yasunari Kavabata’nın hayat hikayesi, trajik bir roman denli kurgusal gelir insana. İyi eğitim görmüş doktor babasını iki, çok varlıklı bir ailenin kızı olan annesini ise daha dört yaşına basmadan kaybeder. Kayıpları bununla kalmaz, on beş yaşına geldiğinde, hayatında sadece bir kez görebildiği ablasını, babaannesini ve dedesini de kaybetmiştir. Ağır bir yalnızlık duygusuyla lise yıllarında yazmaya başlar. Öykü ve romanlarındaki ölüm ve yalnızlık temalarının kaynağında büyük olasılıkla ilk elden deneyimlenmiş acı yatar.

Kavabata, Japon edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olmasına rağmen eserleri sık çevrilmez Türkçe’ye. Daha önce yazarın “Bin Beyaz Turna,” “İzu’lu Dansçı Kız” ve “Kyoto” romanlarını okumuş biri olarak, sıklıkla sözü edilen “Dağın Sesi” ile Gabriel Garcia Marquez’in “Benim Hüzünlü Orospularım”da gönderme yaptığı “Uyuyan Güzeller”i merak ediyordum. “Dağın Sesi” sonunda yeni bir çeviriyle (İngilizce’den) yayımlandı. Sadece yazarın önemli eserlerinden biri olmakla kalmayan, çağdaş Japon edebiyatının da başyapıtları arasında yer alan bir eser “Dağın Sesi.”

Roman, yaşlanmaya başlayan Şingo adlı kahramanın aile fertleriyle ilişkileri temelinde gelişir. Şingo mesafeli durduğu otuz yıllık ikinci eşi, boşanıp iki çocuğuyla babasının yanına dönen hırçın kızı, çapkın oğlu ve güzel geliniyle birlikte yaşar. Aile içinde sorunlu olmayan tek ilişkiyi geliniyle kurmuştur Şingo, karısı ve çocuklarını yakın bulmaz kendine. Çünkü Şingo gelinini, ilk eşine benzetir; ilk eşi aynı zamanda şimdiki karısının kızkardeşidir. Çok sevdiğini anladığımız güzel karısının ölümünden sonra destek olmak için gelen, kendisinden bir yaş büyük baldızı sonradan ikinci eşi olur. (Bu noktada bir başka otobiyografik benzerlik söz konusu, Kavabata’nın annesi de ilk evliliğini Kavabata’nın amcasıyla yapıyor, onun ölümü ardından Kavabata’nın babasıyla evleniyor.) Kadının bir yaş büyük olduğunu ve çirkinliğini birçok kereler tekrarlar yazar. Oysa Şingo gençliğinde çok yakışıklı bir adamdır, ölen ilk karısı da zarif ve güzel bir kadındır. Sanki Şingo’nun hayatındaki uyum, karısının ölümü ile bitmiştir. Şimdi çirkin denilecek bir kadınla evlidir, kızı ise “hiç güzel sayılmayacak” bir kadındır, ayrıca kocasını terk edip eve dönerken yanında kendine benzeyen küçük yaramaz kızını ve bebeğini de getirmiştir. Sanki üç nesle yayılan bir çirkinlik olarak algılar onları Şingo. Bu arada yakışıklı oğlu, evde güzel karısını bırakıp metresine gitmekte sakınca görmez. Şingo’nun çevresi kürtajlar, evlilik dışı bebekler, aldatan kocalar, sevgilisini döven erkekler, savaşta kocasını kaybetmiş kadınlarla dolu olduğu için, tüm bunlardan kendini suçlar. Bir baba, çocuklarının mutsuzluğundan ne kadar sorumludur? Şingo bu soruyu birkaç kez sorar. Özellikle çocuklarının mutsuz evlilikler yapmış olmalarında kendini suçlu bulur.

Roman Şingo’nun unutkanlığı ile başlar. Artık eskisi gibi sağlıklı olmadığının farkındadır. Hafızasının da hızla zayıfladığını, anılarını hatırlamakta zorlandığını anladığı yaştadır. Kravatını seçerken uzun süre kararsız kalır, balıkçıda deniz salyangozu alırken kaç tane alması gerektiğine karar veremez, ancak sadece zihni karışık bir yaşlı adam değildir, bazı yetilerini de kaybetmeye başlamıştır, papyonunu nasıl bağladığını bir türlü hatırlamaz. Kendini en iyi gençlerin yanında hisseder. Alışveriş yapan iki genç fahişenin neşeyle balık seçmeleri hoşuna gider. Kendisi gibi sabah çok erken saatlerde kalkan, ev halkı uyurken başbaşa vakit geçirdiği gelini ile neşeyle ağaçlardan, komşu bahçedeki ayçiçeklerinden, fırtınadan ve dağlardan söz eder. Gençliğinde bakmaya fırsat bulamadığı şeylere ancak şimdi bakıyor gibidir.

Kavabata, Şingo’nun geçmiş hayatını, gördüğü rüyalar ve hayaller içinde geri dönüşler halinde verir. Hafızası gücünü yitirmeye başladığı için, hatırladığı bazı anıları analiz etmeye çalışırken gösterir Şingo’yu. Örneğin gençliğinde, dağın gürlediğini duyduğu bir ana döner, duymuş ya da duyduğunu sanmıştır fakat asıl önemli olan, o anın yarattığı duyguyu yeniden hissetmesi ve anlamasıdır. Günlük hayatının sıradanlığı içinde rüyaların uyandırıcı etkisini hisseder. Rüyalardan başka Şingo’yu doğa ve gençliğin de uyardığını görürüz.

“Dağın Sesi,” Kavabata’nın İkinci Dünya Savaşından sonra yazdığı ilk roman. Yazar yeni estetik arayış içine giriyor ve daha önce denemediği bazı ifade tekniklerini ilk kez bu eserinde kullanıyor. Özellikle parçalanmış hissi veren bölümlerle (bölümler arasında ne kadar zaman geçtiğini tesadüfen anlıyoruz) zamanın akıcılığını hissettiriyor. Geçen zamanı belli belirsiz doğadaki değişimlerle anlatmayı seçiyor. Bazen bahçedeki bir ağacın yapraklanışı, komşu bahçede açan ayçiçekleri, eylül başında beklene fırtına gibi doğa olayları sayesinde ayların hatta yılların geçtiğini anlıyoruz. Ayrıca Şingo okul arkadaşlarının cenazelerine gidiyor. Cenazeler Şingo’nun her yıl dünyada daha yalnız kaldığını gösteriyor adeta. Yaşlanan her insan gibi bilip tanıdığı dünyanın yavaş yavaş öldüğünü hissediyor.

Bu yaşam portresi içinde geliniyle Şingo arasında olağandışı bir yakınlık başlıyor. Asla sözcüklere dökülen bir aşk ya da cinselliğe dökülen fiziksel bir yakınlık değil, sadece birbirlerinde huzur bulan iki insan olarak görüyoruz onları. Kocasının aldatmalarına dayanamayıp bebeğini aldıran ve evi terk eden gelini, kocası özür dilediğinde değil, Şingo’dan bir telefon geldiğinde eve dönmeye karar veriyor. Kayınpederi aradığında “sizi ne kadar çabuk görürsem, eve dönmem o kadar kolay olur” diyor. Tokyo’nun merkezindeki büyük parkta buluştuklarında eve döneceğini söylüyor gelini: “Ama siz aramasaydınız...’ diye başladığı cümleyi bitirmiyor. Aslında genelde duygularını açıkladığı konularda tutuk davranıyor ve tümcelerini tamamlamıyor. Yazar bu yakınlığı değerlendirmeyi tamamen okuruna bırakıyor. Belki bastırılmış aşk, belki de olağandışı sevgiyle bağlı bir baba-kız ilişkisi. Ne Şingo ne de gelini duygularını sözcüklere dökmediklerinden hep gizemli kalan bir ilişki.

Şingo’nun karısıyla ilişkisi ise tamamen uzak ve bulanıktır. Çok horladığı için karısının yanında uyuyamaz ve de tiksinir karısından. “Bu gece keyifsizdi. Işığı açıp karısına profilden baktı ve onun boğazına yapıştı. Karısı biraz terlemişti. Şingo karısına sadece horladığında dokunuyordu. Bu durum çok keyfini kaçırmış gibiydi.” Tiksintinin ardında ilk karısının ölümünün yattığını düşünmek yanlış olmaz. Çirkin bulduğu kızına bakarken de eğer ilk karısının çocuğu olsaydı belki güzel olurdu diye düşünür. Hatta güzel eşiyle çocukları olsaydı gelini gibi güzel olurdu diye düşünür, gelinine yakınlığının altında yatan bir neden de budur. Onu eski karısına yakınlaştırır, hem güzelliğiyle hem de varlığıyla.

Roman simgelerle dolu bir anlatıma sahip ama Kavabata o denli sade bir dil kullanıyor ki, kurgu da basit ve net görünüyor bu sayede. Duygular ne denli yoğun olurlarsa olsun, içtenlikle anlatıldığı için herkes tarafından anlaşılacak, her okurda belli duyguları uyandıracak bir güce sahip oluyor. Bu sefer Kavabata okurken, ne kadar temel insani duyguları merkeze aldığını görmek şaşırttı beni. 1949’da yazmaya başladığı “Dağın Sesi” savaş sonrası Japon burjuva toplumunu anlatıyor ama bir yandan da değişmez insan halini temel alıyor. Kahramanları dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda yine benzer duyguları yansıtacak denli güçlüler. Romanın en önemli kusuru çevirinin İngilizce’den yapılmış olması. İngilizce’de abla-kızkardeş, enişte-dayı-amca için aynı sözcükler kullanıldığı için, bu durum çok rahatsız edici çeviri hatalarına neden olmuş. Ayrıca Türkçe “sen” ya da “siz” hitap şekilleri ilişkiler açısından çok belirleyicidir. Japonca’da nasıldır bilemiyorum ama İngilizce bu ayırımın olmaması yüzünden aşırı saygılı davranan bir sekreter patronuna sen diyebiliyor, çok yakın dostlar siz diye hitap ediyorlar. Zorunlu durumlarda çevirilerin ikinci el dilden yapılmasına karşı değilim ama araya sadece dilsel ve kültürel kayıplar değil önemli kurgusal hatalar çıktığında affedilmez oluyor.

DAĞIN SESİ / Yasunari Kavabata / Çeviren: Dost Körpe / Doğan Kitap


( Bu yazı 27 kasım 2010 tarihli Radikal Gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

İsmail Gezgin "Cinsellik ve Erotizm"


TANRILARLA SEKS

Arkeolojik buluntuların geçmiş çağların toplumları hakkında bilgi verdiğini biliriz ama günümüz arkeologları, en az toplumsal bilgiler kadar bireysel detaylara da önem vermeye başladılar. Bugün, eski çağları anlamak için sadece objeleri değerlendirmenin yetersiz kaldığını biliyoruz, buluntuların metin, sanat eserleri, gündelik objeler ve mimari yapılarla birlikte değerlendirilmesi çok önemli bir yeniliktir. Gerçekten de birey göz ardı edildiğinde, tarihi ancak uzak kavramlarla anlayabiliriz. Oysa günlük hayatın kişisel detaylarıyla insanlaştırılmış tarih bilincinin önemi, ne denli vurgulansa azdır.

Arkeolog İsmail Gezgin, bu çağdaş yöntemle yazdığı “Antik Yunan ve Roma Sanatında Cinsellik ve Erotizm” başlıklı kitabında, ender işlenen cinsellik konusunu, sanat eserleri, mitoloji, felsefe ve tarih metinleriyle birlikte ele alarak ortaya çok yönlü bir eser çıkarmış. İlkçağ insanının çıplaklık, fahişelik, eşcinsellik, aşk gibi konulara nasıl baktığı hakkında etraflıca bilgi vermekle kalmıyor, bazı önyargılarımızı da düzeltiyor. Yunan ve Roma dönemleri boyunca iktidarların sanıldığı kadar özgürlükçü olmadığı, “ayıp”, “günah” ve yasakların o dönemlerde de bireye baskı yaptığını anlıyoruz. İsmail Gezgin kitabında o dönem yapılmış çok sayıda eseri inceliyor: vazo ve tabak gibi objeler üzerindeki desenler, ünlü heykeltraşların yapıtları, tragedya ve komedyalar, ve hepsinden önemlisi Hesiodos’tan Ovidius’a mitoloji destanlarını ele alıyor ve bu eserlerden örnekler veriyor. Bu kitabı okurken arkeolojiğe yalıtılmış objeler bütünü olarak bakmayıp, buluntuları sosyal yaşam, kültür ve hatta binlerce yıl önce yaşamış bireylerin en özel hayat öyküleri eşliğinde bakmanın faydasını açıkça görüyor okur.

Sapkınlık ve Yozlaşma

Tek Tanrılı dinler aleminde, ilkçağ cinselliğinin ne denli yozlaşmış olduğunu dile getirme geleneği vardır. İlkçağ cinselliği hakkındaki genel kanı, her tür sapkınlığa izin verildiği için -- Pompei örneğinde olduğu gibi -- dev uygarlıkların çöktüğüdür. Tüm cinsel davranışların özünde ahlak yoksunluğu aranır adeta. İsmail Gezgin, çağın ahlaki inançlarını Platon, Aristoteles gibi düşünürlerin metinlerinden ve Sofokles, Aristofanes gibi yazarların oyunlarından örneklendirerek, aslında durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını ortaya koyuyor. Söylenebilecek tek şey, belki de farklı ahlak kurallarının ahlaktan yoksunluk zannedildiği olabilir.

İlkçağın pagan kökenlerini kavramak için her şeyden önce bereket simgelerini anlamak gerekiyor. Doğurgan ana tanrıçanın göğüsleri ve bereketin dünyadaki simgesi phalus formu, tek Tanrılı dinlerin egemenliğinde gelişmiş zihinler tarafından salt cinsel organ olarak algılanabilir oysa insanın doğa karşısındaki gücünü temsil eden çok çok önemli kültürel sembollerdir. “Cinsellik ve Erotizm” kitabının büyük bir bölümü, sanat ve inanç objelerinde bu simgelerin kullanımlarını anlatıyor. “Phallosu açıklamak için ihtiyaç duyulan en önemli kavram berekettir. Yaşamak için karnını doyurmak zorundaki biyolojik varlık olan insanın, en başından beri ihtiyaç duyduğu şey berekettir. Söylenenlerin aksine insan bereketi, kendi biyolojik yapısında bulmuştur.”

Aşk Yok, Seks Var...

Simon Goldhill, Aşk, Seks ve Tragedya adlı eserinde, “klasik Yunan’da Romeo ve Juliet yoktur” der. Gezgin de, Goldhill’in bu sözlerini bölümlerden birinin başlığında kullanmış. İlkçağın çok sayıda ünlü aşk öyküsü vardır aslında, Paris ve Helen gibi kahramanlar aşkları için büyük riskler altına girmişlerdir, bu yüzden belki burada yazarın vurgulamak istediği, ilkçağda aşkın romantize edilmediğidir. Gerçekten de antik zamanlarda aşkın cinsellik boyutu bugün olduğundan çok daha fazla vurgulanmıştır. Başka bir deyişle, bu kitaptan da anlaşılacağı gibi, bu çağın insanı için cinsel ifade bulmamış aşk yoktur. Elbette bu “aşk” yok anlamına gelmez ama aşk cinsel ifadenin bir uzantısıdır. Görnünen o ki, ilkçağ cinsel davranışlarını anlamak, başka çağlarda aynı konuyu incelemekten daha önemli olabilir: Hem bireyin duyguları bizi toplumsal kültüre götüreceği için, hem de davranışlardan toplumsal sınıf farklılıklarını ayrımsayabileceğimiz için. Cinsel imgeleri anlamak bir kültürü anlamak için nasıl zorunluysa, cinsel davranışları anlamak da bireylerin toplumdaki yerlerini anlamak açısından aynı derecede önemlidir. Kitaptaki bilgiler, bu toplumlardaki bireylerin konumunu çok güzel ortaya koyuyor; sınıfsal farklılıklar cinsel davranışlarda ne denli etki yapıyor görmemizi sağlıyor. Örneğin toplumda üç farklı sınıf fahişeliğin gelişmiş olması, sosyal yapı hakkında da önemli bilgi veriyor. Yazar, sınıfsal farklılıkların cinsel davranışlardaki etkisini birkaç bölümde ele alıyor, böylece cinsellikten bahsederken aslında toplumun başka gerçekleri de ortaya çıkıyor. Mitolojik öyküler zaten bol miktarda çapkınlık ve aldatma içerirler, bu davranışlara yakından bakarak toplumsal gerçekler hakkında fikir edinmek kaçınılmazdır. Gezgin, kitabına görsel malzemeler ekleyerek, antik çağ toplumları hakkında geniş açılı bir resim sunmayı başarıyor.

Kitapta eleştirilecek bir küçük konu, kurgusal metinlerle gerçek yaşam öyküleri arasındaki anlatıda ayrım yapılmamış olması. Mitolojik kahramanlar ve tarihi kişiler peşpeşe anlatıldıklarında, hangisi gerçekten yaşamış (Perikles gibi) hangisi kurgusal (Herakles) belli olmuyor. Elbette mitolojik öyküleri bilen okurlar için tanrıçalar, efsanevi kahramanlar tanıdık gelecektir fakat konuya yabancı okur için Atina şehir devletinin ünlü politikacıları kurgusal karakterler gibi görünebilir. İlkçağ ele alındığında tarihsel gerçeklerle kurgunun karışması, sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu sorunu kitapla ilgili bir kusur olarak görmeme rağmen hemen eklemeliyim ki, tüm antikitenin efsanevi öykülerle dolu şekilde anlatılmış olması, kurgu tadında bir okumaya dönüşüyor.

Kitabın sonlarına doğru daha üstten bakan, toplumdaki cinsel davranışlar hakkında yazarın izlenimlerinin bulunduğu bir sonsöz okumayı umuyordum. Yazarın kuşkusuz yıllardır üzerinde çalıştığı konuları içeriyor kitap. Bunu bilginin hoş bir şekilde içselleştirilmiş olmasından kolayca anlıyoruz. Bir konuda bunca yoğunlaşmış bir yazarın mutlaka kendine has bir bakış açısı geliştirmiş olacağını düşünmek yanlış gelmedi bana, bu durumda da yazarın bunların anlatılmasının bugün neden önemli olduğunu söylemesi hoş olurdu diye düşündüm. Tüm bunlar ışığında, “Cinsellik ve Erotizm” her okur tarafından zevkle okunacak, antik çağlarla daha önce hiç ilgilenmemiş okurlara bile cazip gelecek bir kitap.

ANTİK YUNAN ve ROMA SANATINDA CİNSELLİK ve EROTİZM / İsmail Gezgin / Alfa Yayınları, 2010 / 278 sayfa.


(Bu yazı Radikal Kitap'ta 11 Aralık 2010 tarihinde yayımlanmıştır.)

Can Eryümlü "Elif! Elif!"

ELİF! ELİF!

İzmirli bir adam, bir sabah yarı uyanık rüyalarına devam eder. Karısı kendinden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyor belki de gazete okuyordur. Adam ise rüyasında aşk tanrıçası Afrodit ile sevişmektedir. Aslında herşey sıradan bir gün gibi başlar. Adının Engin olduğunu öğrendiğimiz adam antikacıdır, çok sevdiğini anladığımız karısı Elif ile iki yıl kadar önce evlenmiştir. Herşey, bir adamın antikacı dükkanına girip değersiz bir kutuyu almasıyla başlar. Engin kutuyu gerçek değerinin çok üstünde bir fiyata sattığı için, müşteriyi aldattığı düşüncesi bütün gün içini kemirir. Sonunda müşteriden aldığı paranın bir kısmını iade etmek üzere adamın ofisine gider fakat Engin’in bu dürüst davranışından etkilenen adam, ona borçlu olmadığını söyler. Adam da dürüst olmaya karar vererek, kutudan çıkan bir avuç elması Engin’in önüne masaya yayar.

Bu noktadan sonra Engin’in hayatı başka bir gerçeklik dünyası içinde devam eder. Mutfakta bir arkadaşıyla sohbet eden karısı onu görmez, duymaz, hissetmez; artık karısı Elif ile aynı dünyayı paylaşmıyorlardır. Aklına gelen ilk düşünce, öldüğü ve hayaletinin dünyada kaldığı olur. Bir başka düşünce, karısının ölmüş olabileceğidir. Ancak, kısa zamanda, Elif ile Engin’i ayıranın ölüm olmadığı anlaşılır. Farklı zaman dilimlerinde, birbiriyle iletişim kuramayan iki paralel dünyada hapis kalmışlardır. Telefonla aradığında Elif’in sesini duyar ama ona kendi sesini duyuramaz. Elif de aynı şekilde Engin’e ulaşamaz. Buna rağmen her ikisi de İzmir’deki günlük hayatlarından kopmuş, yeni hayatlara sürüklenmeye başlamışlardır.

Can Eryümlü’nün yeni romanı “Elif! Elif!” bu heyecanlı tempoyla başlar. Roman, iki ayrı zaman diliminde, birbirinden kopuk görünen iki konu çevresinde dönüşümlü olarak akar. Engin ve Elif ayrı yolculuklara çıkarlar -- arayış ya da iç yolculuk da denilebilir -- ve yolculuk tamamladığında bir noktada buluşacaklarının sinyalini verirler. İlginç olan, ne Engin ne de Elif yola kendi isteğiyle çıkar, adeta olayların akışı içinde sürüklenirler. Engin zengin bir kadının ultra lüks teknesinde, Elif ise Harran’da bilge bir kadının evinde başlar yolculuğa. Roman bu içiçe geçen iki yolculuğu anlatırken okuru da zaman içinde yolculuğa çıkarır. Mitolojiden, efsanelerden, tanınmış kahramanlardan öyküler sunar. Bazıları eski çağların ve insanoğlunun en eski inançlarının hikayeleridir, bazıları da şatafatlı yüksek sosyeteye ait. Bir bakarsınız, cep telefonları, gösterişli yatlar, pahalı lokantalar, içkiler antik çağların öykülerine sızmış, ya da bazen tam tersi gerçekleşerek, tanrıçalar, mitolojik kahramanlar bugüne gelmişler.

Can Eryümlü’nün “Zamanın Bittiği Yer” ve “Ben, Zaman Tanrısı” romanlarını okumuş olanların tanıdığı lezzetler “Elif! Elif!”de de benzer şekilde yer alıyor. Herşeyin rüya olabileceği ya da her rüyanın gerçek olabileceği bir öykü kuruyor Eryümlü yine. İlk başta kişisel bir yolculuk olarak görünen Engin ve Elif’in yolları, aslında zaman içinde yapılan yolculuklar. Birçok tanıdık kahramanla karşılaşıyoruz bu yolculuklar sırasında. Romanı keyifli yapan araya serpiştirilmiş bu hikayeler. Engin ile Elif’in aşkını merkeze almasına rağmen, başka birçok aşk hikayesi barındırıyor roman. En başta Apollon ile Astate -- ya da bilinen diğer adıyla Afrodit’in -- aşkı ya da ilkçağın en önemli siyasi figürlerinden Perikles ile bir genelevde büyümüş olan Aspasia’nın aşkı, ilk akla gelenler. Aşk hikayeleri dışında yerlerin de hikayeleri anlatılıyor: Harran, Mikonos, Tinos, Andros gibi kentler, adalar, tüm tarihsel hikayeleriyle, efsaneleriyle giriyorlar romana. Peygamberlerin, azizlerin hikayelerini anlatarak, yüzyıllar içinde gezinti yaptırıyor okura Eryümlü.

Roman boyunca iki paralel akış olarak görünen Engin ve Elif’in hikayeleri, ilginç anlarda buluşuyor ve örtüşüyorlar. Bunlar ilk başlarda daha gizli şekillerde gerçekleşiyor, örneğin Elif’in iyileşme sürecinde yardımcı olan Sibel (Anadolu’nun en köklü inançlarındaki bereket simgesi ana tanrıça Kybele’den başkası değil) Engin’in bulunduğu tekneye gelip gelecek falı okuyan çingene de aynı zamanda. İki öyküde beliren bir başka karakter ise Apollon ile Astarte’nin oğlu Mustafa. Sibel ile Mustafa bilgelik ışığıyla Engin ile Elif’in yollarını aydınlatan rehberler. “İlahi Komedya”da Dante’nin rehberliğini yapan Vergilius ile Beatrice gibi, her iki yolcuyu, onlar fark etmeden koruyan ve doğru yöne sevk eden karakterler.

Romanın ikinci yarısı “Ve Sonrası...” başlığını taşıyor. Bu bölümde sürpriz yaparak, martı Jonathan gibi başka romanların kahramanları çıkıyor karşımıza. Burada artık Engin ve Elif’in başlardaki sorularının yanıt bulduğunu görüyoruz. Elif, durumu Engin’den önce kavrıyor. Başına gelenleri, zamanın dışına itilmek olarak adlandırıyor. “Zamanın dışına çıkarılmış olmanın ne demek olduğunu kavrar gibiydi Elif. Kavramak, özünü anlamak anlamında değil, bir zaman çorbası içine düşmüş olduğuna aymak, dönemlerin iç içe girmişliğine uyanmaktı. Önüne atılan girift yumağı çözmek için yapabileceği bir şey yoktu. Olanlar kendiliğinden olup duruyordu.” Bu durumda sağlam durup, yolun onu götürdüğü yere sürüklenmesi tek mantıklı yoldur.

“Elif! Elif!”, İlyada destanının başında ozanın ilham için tanrıya adadığı satırlar benzeri bir şekilde açılıyor. Burada yazar, ona ilham veren esin perilerine -- şairlere ve filozoflara -- bir küçük dua ile açılış yapıyor. Homeros gibi bu ilk satırlarda sesini duyuruyor okuruna. Bundan sonra romanın içinde birkaç kez yine duyuyoruz anlatıcının sesini. Genelde her şeyi bilen, hatta bazen yargılayan bir sese dönüşüyor. Roman kahramanlarının bilmediklerini bilmesi, yaşananları mesafesiz anlatışı anlatıya kendine has bir özellik veriyor fakat bazen de bir sonraki sürprizi engelleyen öğe olabiliyor. “İzmir kendi bildiği yaşamı sürdürüyordu. Eh, sen de şen olasın be İzmir şehri!” (s. 32) sözleri örneğin, bir roman karakterine değil, anlatıcıya ait. Bu tür müdahale anlatıyı bazen basitleştirebiliyor. Başka türlü bir müdahale de kahramanlar yerine karar verişinde seziliyor. Örneğin, Engin ilk kez tekneye bindiğinde, kamarasını gezerken “yatakların baş uçlarında birer Chagal ve Goya tabloları”nın asılı olduğu söyleniyor. Hemen ardından, “gerçek olmalıydılar” sözü aynı şekilde gereksiz bir değerlendirme gibi görünüyor.

Zaman, Eryümlü’nün romanlarında kahramanlardan biridir. Zaman tanrısı Kronos olarak yaşananlara hükmeder ya da bazı bireyleri dışına atan bilinç sahibi bir sistem olarak karşımıza çıkar, her halukarda yazarın metinlerine düşünsel boyut katan en önemli unsur olarak görülmelidir. Can Eryümlü’nün efsaneleri bu denli iyi bilmesi, Anadolu destanlarını böylesine içselleştirmiş olması her zaman okurun hayranlığını uyandıracak denli kuvvetlidir. Özellikle efsaneleri bugüne taşıması, kendimizi binlerce yıldır süren aşkların, kavgaların içinde görmemizi sağlar.

ELİF! ELİF! / Can Eryümlü / Pupa Yayınları, 2010 / 446 sayfa.


(Bu eleştiri 4 aralık 2010 tarihli Radikal Kitap'ta yayımlanmıştır.)

13 Kasım 2010

Murat Gülsoy "Tanrı Beni Görüyor mu?"


BİRİ BENİ GÖRÜYOR, ÖYLEYSE VARIM!

Ressam ve heykeltraşların formla oynamayı edebiyatçılardan daha fazla sevdiklerini söylemek yanlış olmaz gibi geliyor. Yüzlerce yıl kalıplaşmış formla yazılanları düşününce, bazı geleneklerin ne denli zor kırıldığını anlıyor insan. Halbuki bir öyküyü anlatmanın sayısız yolu olmalı. Her öykü anlatıcı, her öykü için yeni form denemesine girişebilir; ayrıca dil, öykü anlatıcının elinde tek araç olmak zorunda değil. Murat Gülsoy’un yeni öykü kitabı “Tanrı Beni Görüyor mu?” bu düşünceleri aklıma getirdi çünkü yazar farklı form arayışlarıyla yazmış öyküleri.

Kitapta yer alan öyküleri kabaca ikiye ayırmak mümkün. İlk başta, yazarın sevdiği ve artık imzasını taşıdığı söylenebilecek üst metne sahip öyküler geliyor. İkinci yarıda ise öyküyü farklı şekillerde anlatma girişimleri taşıyan öyküler var. Görsel malzeme kullanılan öykülerde psikolojik çağrışımlarla yazılmış izlenimi veren fotoğraf-betimlemeleri ve çizgi-öyküler (belki çizgi-roman gibi “çizgi-öykü” de girer artık kullanıma) yer alıyor. Ayrıca ilginç denemeyle bir Van Gogh tablosu sözcüklere dökülüyor. Elbette sözcüklere dökülürken öyküsü de çıkıyor tablonun. Ama önce üst-metin formatındaki öykülere bakalım. Bu öykülerde bir yanda anlatıcının gerçekliği diğer yanda da kurguladığı öykünün gerçekliği karşılaşır. Hatta çoğunlukla bu ikisi birbirine karışır. Kurgunun mekanı ile kurgulayanın mekanları birleşir.

TROMPE-L’OEİL

Kitabın kapağında İspanyol ressam Pere Borrell del Caso’nun ünlü tablosu “Eleştiriden Kaçış” (1874) yer alıyor. Bu tam da Murat Gülsoy’un öykülerini anlatan bir resim. Bu resimde yoksul olduğunu varsayabileceğimiz küçük bir oğlan çocuğu tablonun dışına çıkıyor. Gözlerini kocaman açmış çocuğun büyük bir heyecan ve şaşkınlıkla tablonun dışına baktığını görüyoruz. Çerçevenin dışına taşan sağ ayağı, elleri ve başının çerçeve üzerinde gölge bırakması, çerçeve dışında bir gerçeklikle karşılaştığını düşündürüyor bakan kişiye. Karanlık bir hapsolmuşluk duygusu var tablonun içinde. Çocuk bu durumda karanlık ve kısıtlanmış gerçekliğinden çıkıp yeni bir gerçeklikle tanışıyor. Özgürlüğüne ya da kendi varlığına kavuşma anı da denilebilir.

Göz aldanması anlamına gelen Fransızca Trompe-l’oeil deyimi, çerçeveyi dahil ettiği türlerde yanılsamayı arttırıcı bir etki yaratır. Görüntü ve algılama oyunları üzerine kurulu resimler, kurgusal mekan ile gerçekliğin en hoş bileşimleridir. Algılayan kişinin gerçeklik sınırlarını zorlarlar. Gülsoy bu kitaptaki birkaç öyküde bu resimdeki gibi kurgusal gerçeklik üzerine oyunlar kurar. Öykünün dışına taşan karakterler, öykünün yazarını öykü içine hapseden kurgular, kendi dışındaki dünyayı merak eden kahramanlar, tanrı-yazarlar, vb... Gülsoy’un önceki öykü ve romanlarından tanıdığımız oyunlardır. Bu kitaptaki öyküler içinde de çok sayıda gerçeklik kaymaları yer alıyor. Örneğin, kitaba başlığını veren “Tanrı Beni Görüyor mu?” bu türden bir öykü. Aynı resimdeki çocuk gibi bu öykünün kahramanları kendileri dışında bir gerçekliğin farkına varıyorlar. Bir başka öykünün kahramanı Fırat: “Sizin gerçekler dünyasına, kim bilir benim gibi ne hayal ürünü şeyler karışmıştır! Yok, ama siz her şeyin en doğrusunu bildiğinizi düşünüyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz ve beni de yanıltamayacaksınız: Adım Fırat. (...) Depo sorumlusuyum. Bekarım. Otuz üç yaşındayım. Bir süre önce insanlar, gerçek olmadığımı söylemeye başladılar. Yüzüme karşı. hayatın hikaye, diyorlar. Onlara inanmıyorum” sözleriyle varoluşsal sorununu dile getirir. Yine başka bir öyküde “Şimdi ben ağır hareketlerle çay servisi yaparken, o bana bakarak bu okuduğunuz metni yazıyor. Bana acıyor galiba. Aldırmıyorum. Yazdıklarını uzaktan izlemekle yetiniyorum. Yazının çıkışsız bir labirent olduğunu anlaması için daha çok zaman geçmesi gerek.”

Varoluşsal sorgulamalardan söz ettik fakat yazar bunları tek bir şekilde ele almıyor. Birbirine karışan sadece yazar ile kahraman olmuyor. Bazen “Karanlıkta” adlı öyküde olduğu gibi “ben” ile “sen” birbirlerine karışıyorlar. Karakter karşısındakinde kendi benliğini bulabiliyor. Ya da “74 Mercedes”de olduğu gibi karakter rüya içinde yeni bir varlık kazanıyor. Bu öykülerde uyku halinde bulanık düşünceyle netlik kaybediliyor.

GÖRSEL ÖYKÜLER

Buraya kadar sözünü ettiğim öyküler, aslında Murat Gülsoy okurlarının yakından tanıdığı türden. Bu kitapta bir de daha az kaleme alınan, daha deneysel bir grup öykü daha var ve bence asıl çekici olan bunlar. “Ekici” benim en hoşuma giden öykü oldu bunlar içinde. Bu öyküde, görme engelliler için yazılı metinleri işitsel ortama uyarlayan bir şirketin talebiyle Vincent Van Gogh’un 1888’de yaptığı “Ekici” tablosu sözcüklerle anlatılıyor. Bir resmi, renk ve biçimleri kullanmadan ve hiç yorum yapmadan anlatmanın aslında resimdeki en önemli öğeleri dile getirmek olduğu, başka deyişle gerçekte ressamın anlatmak istediği öykünün de ancak böyle anlaşılacağı ortaya çıkıyor. Bu öykünün hoş yanı, görünen resim dokunma, koku, ses gibi diğer duyulara yönlendirildiğinde, görsel anlamın zenginleştiğini göstermesi. Yazının başında sözünü ettiğim farklı anlatım şekilleriyle öyküleri dile getirme derken bunu kast etmiştim. “Bize Kuşdili Öğretildi” ve “In Medias Res” öyküleri de bu açıdan ilginç öyküler. Sözcükler dışında öykü anlatma yollarına başvuruluyor.

“Tanrı Beni Görüyor mu?” çok güzel öykülerin yer aldığı bir kitap. Kitap hakkında yapılabilecek tek eleştiri, yer yer yaratıcı yazarlık kursları tarzında ev ödevi hissi vermesi. Çeşitlilik belki tek bu noktada kusur yaratıyor. Yine de Murat Gülsoy günümüzün usta öykücülerinden biri ve bu kitap bir kez daha bunu kanıtlıyor.

TANRI BENİ GÖRÜYOR MU? / Murat Gülsoy / Can Yayınları, 2010


(Bu yazı eksik bir şekilde 13 Kasım 2010 tarihli Radikal Gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Demiryolu Öyküleri

DEMİRYOLU ÖYKÜLERİ

Öykü kitapları arasından en büyük ilgiyi derlemelerin gördüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. Derlemeler arasında da, ilk sıralarda, belli bir tema altına toplanmış öykü kitapları gelir kuşkusuz. Farklı yazarların, dönemlerin ve tarzların öykülerini bir arada bulmak okura hoş gelir. Bu hafta yayımlanan Demiryolu Öyküleri böyle bir derleme. Bu kitapta, neredeyse yüzyıla yayılan zaman diliminde öykücülüğümüzün kilometre taşları sayılan yazarları birlikte buluyoruz.

Tren yolculukları kendine has bir yalnızlık duygusu ve hüzün taşırlar. Yolculuk bazen ayrılık, bazen de kaçış anlamına gelebilir. Bir yolcu bilmediği bir yere gidiyordur, bir diğeri özlemle andığı evine, her ne şekilde olursa olsun, yollarda geçen zaman yabancıların arasında geçen zamandır. Gurbet zamanıdır. Özlem zamanıdır. Demiryolu Öyküleri’nde derlenen öyküler çok çeşitli ruh hallerini, çeşitli yolculukları anlatıyorlar.

YOLCULARIN ÖYKÜLERİ

Kitabı derleyen Kemal Varol, bir demiryolu işçisi babanın oğlu olduğunu söylediği önsözde, tren yolculuklarının yazara yola çıkma imkanı ve kullanışlı imgeler sunmakla kalmayıp “Anadolu’nun bozkır ve dağlarından geçen bu işaret fişeğini bütün çocukların aklına uzak yerleri düşürdüğü için” de sevdiğini anlatıyor. Tren gerçekten de çocukların zihninde Seçkide yer alan yirmi bir öyküde benzer konular ya da benzer ruh hallerine rastlıyoruz. Bazıları yolcular ve yolcuların diyaloğu, ilişkisi üzerine kurgulanmış. Trenleri benzersiz kılan bir özelliği, yolcuların karşılıklı koltuklarda oturmaları olabilir, böylece tanımadığı insanlarla göz göze gelerek uzun saatler geçirmek zorunda kalabilir yolcu. Çok sayıda öykü, yabancılarla dar bir alanı paylaşmanın getirdiği ruh halini anlatıyorlar. Sait Faik’in “Üçüncü Mevki,” Vüs’at O. Bener’in “Kibrit,” Erdal Öz’ün “Kuklacı” ve Tomris Uyar’ın “Yaz Suyu” öyküleri, yabancıyla yanıltıcı bir yakınlık içine düşme etrafında gelişiyor. Yolculuk dostluklarının garip ve aldatıcı yanına değiniyor bu öyküler. Gerçekten de insanların dostlarıyla konuşmadıklarını kompartıman paylaştıkları yolcularla konuşmaları şaşırtıcıdır. Kitaptaki bazı öyküler bu duyguyu öne çıkartıyorlar. Hayatın gerçekliği içinde tanıma imkanı olmayacak insanlarla kader birliği etmeye benzer tren yolculuğu. Hasan Ali Toptaş “Çift Çizgi” öyküsünde “gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş” dedikten sonra “otobüs koltuğunda Ramses gibi kıpırdamadan oturanlara, yolculuk ediyor denemezmiş doğrusu. Sonra, trenler her zaman bir sır taşıma olasılığı taşırlarmış. İnsanlar vagondan vagona geçtikçe, tuvalete, restorana gidip geldikçe, ilginç şeylerle karşılaşabilirmiş insan.”

Yazarların satırlarında trenler şekilden şekle girerler: Sait Faik “...tren yolculuğu sıkıcı, yorucu, üzücü şey!” der kitaptaki öyküsünde. Bekir Yıldız ise “Raylar şıngırdadı. Kara vagondaki her insanın gönlüne bir el uzandı. Sıktı onları. Gurbet başlamıştı” diye başlatır tren yolculuğunu. Sabahattin Ali “her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirler” diye betimler. Vüs’at O. Bener de “geldi neyse tren. Yığılır gibi. Ortalığı koyu, kapkara bir duman kapladı” sözleriyle anlatır. Kara dumanları ve metalin soğukluğunu hissettirir çoğu öykü. Genelde kış öyküleridir trenle gelen.

ISSIZ İSTASYONLAR

Yolcular kadar ıssız istasyonların anlatıldığı öyküler seçkinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ayfer Tunç’un “Kar Yolcusu” ve Sabahattin Ali’nin “Ayran”ı ufacık istasyonda yalnız yaşayan, geçen trenden başka zaman belirteci (ilk kez kullanıyorum bu sözcüğü) olmayan istasyon memurları anlatılıyor. Tren nasıl gitmeyi anlatıyorsa, istasyon öykülerinde beklemek ve seyretmek öne çıkıyor. Bu durgun istasyonlarda hayatın geçmesi bekleniyor adeta. Mustafa Kutlu’nun “5402” adlı öyküsünde “Bozkırın bu küçük istasyonu neyi bekler? Hep gelip-geçecek olan bir şeyi bekler. Hayat sanki ve sadece bir ‘an’dır. Gelir-geçer... Bir nefes, göz açıp-kapamakla tamamlanan bir süreç” diye anlatır insanların inip binmediği küçük istasyonu. Trenlerde olduğu gibi, istasyonlarda da mevsim kıştır. Böyle olduğunda tek hareket noktası demir raylarıdır. Diğer yollar kapanmış, istasyonun sessizliği ve ıssızlığı artmıştır. İçine gömülmüş bir hayattır istasyonlarda yaşanan.

İstasyon temalarına Cemil Kavukçu’nun “Avludaki Tren” ile Faruk Duman’ın “Pancar Vagonları” da eklenebilir. Bunlarda bir çocuğun gözünden anlatılıyor tren ve istasyon. Demiryollarına yakın geçen çocukluk ve trenin kıyısında yaşamların tadını veriyor bu öyküler. Mustafa Kutlu “5402” öyküsünde “Lokomotifin yüren ürperten homurtusu, üzerinden sular damlayan yağlı-kara görüntüsü, beyaz buğulara bulanmış koca gövdesi, çocuk kalbimde sevimli bir dev imajı barındırıyor” çocuk gözüyle yaptığı betimlemelerde.

YAŞAMIN METAFORU OLARAK TREN

Kitapta yer alan öyküler içinde bir de treni yaşamın simgesi olarak kullanan metinler de var. Leyla Erbil’in “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu” ve Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikayecileri - Bir Rüya” öyküleri, “tren” “yol” ve “yolcu” kavramlarıyla oynuyorlar. Erbil’in öykü kahramanı “Yolcu Dost Kardeşiniz” diye imzalıyor bir mektubu; aynı kompartmana düşmüş yolcular gibi, hayatı birlikte yaşayanlar, birlikte yolculuk eden insanlar olarak anlatılıyorlar. Tren yolculuğu Erbil’in anlatısında sadece şehirleri, kentleri, sınırları birbirlerine bağlayan demiryollarından oluşmuyor, aynı zamanda tarihsel olarak bağlanıyor şehirler ve insanlar birbirlerine. Dolaşılan topraklar yüzlerce yıllık geçmişleriyle dolaşılan topraklardır. Sadece trenin penceresinden bakılan manzara değildir. Leyla Erbil’in bu öyküsünde en çok hissedilen şey, gezmeye davettir: “...doğuya uçsuz bucaksız toprak zamanlarına karışacağım...” der anlatıcı/yolcu. Oğuz Atay’ın öyküsünde ise yolcular okurlardır. Yolcular için yazar demiryolu hikayecileri. Bütün gün hikaye yazmak, gece ekspresine yetiştirmek, hiç uyumamak gerekir. Atay’ın yazıyı, ya da daha doğrusu yazmayı geçen zaman içinde duran, zamanla akmayan yazarlık eylemi olarak anlatması çok ilginç gelir. Tren gibi akan zaman, yazarı içine almamıştır; o, zamanın dışında kalmış, kendi kitlendiği zaman içinde varlığını sürdürür. Savaş trenle birlikte geçmiş, yazarın aşkı ise trenle gitmiştir. Üstelik yazar, “asık suratla hikayelerine göz gezdiren yataklı vagon yolcularına” öykü yetiştirmekten ne savaşın bittiğinin ne de sevgilisinin gittiğinin farkındadır.

Demiryolu Öyküleri’nde yer alan öykülerden hiçbirini daha önce okumamıştım. Belki bu yüzden öykülerin güzelliği beni çok sarstı. “Demiryolları komünizmdir” diyen cumhurbaşkanları yetiştiren bir ülkenin yazarlarının bu denli benzersiz hikayeler anlatmaları, öyküleri daha da güzel kıldı. Derleme eleştirilerinin sonunda en çok sevilen ve en beğenilen parçaları söyleme geleneği vardır, bu kitapta birkaç taneye indirgenmeyecek kadar önemli öyküler bir arada olduğu için, kitabı bütünlüğü içinde çok değerli bulduğumu söyleyeceğim.


DEMİRYOLU ÖYKÜLERİ / Hazırlayan: Kemal Varol / Sel Yayıncılık


(Bu yazı 15 ekim 2010 tarihli Radikal gazetesi Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

18 Ekim 2010

"Bedende Kıpırdanmalar"


BEDENDE KIPIRDANMALAR

Üniversitede zorunlu anatomi ve fizyoloji dersi aldığımda, bedenlerimizi ne denli tanımadan büyüdüğümüzü görmek beni dehşetli şaşırtmıştı. Karaciğerimin ne yerini ne de fonksiyonlarını biliyordum oysa yirmi yaşındaydım. İlerleyen yıllar içinde, beden işlevlerinin en çok ruhsal ya da fiziksel sorunlar karşısında merak edildiğini gördüm. Genç ve sağlıklı biri için beden salt haz aracı olurken, bir başkası için beden acı, eksiklik, hatta fazlalıklar gibi farklı anlamlar taşıyordu.

Beden üzerine düşünmeye neredeyse her zaman René Descartes ile başlanır. Descartes insanı ikiye bölüp, beden ve ruh ikilisinin ortak çalışması olarak tanımladığından beri, bedene içinde ruh barındıran bir kabuk gözüyle bakıldı. Sanki bir hayaletin giysisiydi beden. Bu kurama göre, bedene sahip olmadan önce ve sonra “ben,” değişmez biçimde varlığa sahiptir. Dolayısıyla eskiyen, değişen, yaşlanan, sakatlanan, hastalanan ve nihayetinde ölen bedenin içinde ancak sınırlı bir zaman geçirir ölümsüz ruh. Bu inancın insanı bedenine kolayca yabancılaştıracağını görmek zor olmasa gerek. Hele hele Hıristiyanlığın “beden ruhun hapishanesidir” saplantısı altında beden, günah kaynağı ve günah aracı olarak ruhu kirleten unsurdur inananların hayatında. Bedene yüklenen bunca olumsuz birikimler sonucunda bugün bedeni artık sadece ontoloji konusu olarak değil, siyasi varlığıyla da tartışmak zorunlu olmuştur.

Geçtiğimiz günlerde bu konuda önemli Türkçe kitaplardan biri yayımlandı: “Bedende Kıpırdanmalar.” Kitabın adında yer alan “kıpırdanmalar” tam da günümüzde bu konudaki düşünsel kıpırdanmaları akla getiriyor. Farklı disiplinlerden yirmi küsür yazarın makalelerinden yapılan derlemelerin editörlüğünü Gülnur Elçik ve Tuğba B. Özenç gerçekleştirmiş. Derlenen yazılar çok geniş bir yelpazeyi yansıtıyorlar. Bedenin toplumsal, siyasi, cinsel, psikolojik, deneysel, tarihsel vb. anlamları üzerinde duran ve çok çeşitli temalar altında bedeni inceleyen yazılar mevcut kitapta. Bu derlemeyi zevkli kılan unsurların başında bu çeşitlilik geliyor. Altı ana bölümden oluşan kitapta, benzer temadaki makaleler belli başlıklar altında toplanmış. Bu yazıda her bir makaleden söz etmek elbette mümkün olmayacak ama en azından her bölümün ele aldığı ortak temaya değinmek gerekir.

BEDENİN SINIRLARI

Kitap, tam da uygun bir şekilde, Cem Kaptanoğlu’nun “Ruhunu Arayan Beden” yazısıyla başlıyor. Bedenin nasıl algılandığı, bir bebeğin bedensel varlığının farkına varması gibi konuları aydınlatıyor Kaptanoğlu. Descartes’tan beri beden ve ruh olarak algılanan insana bugün bilimin nasıl baktığı konusunda okurun önünde adeta bir pencere açıyor. Kitapta benim en beğendiğim makalelerden biri bu oldu. Ayrıca yazarın gönderme yaptığı çağımız düşünürlerini kitabın ilk makalesinde tanımak da felsefe ve psikanaliz yabancısı okura iyi gelecektir, ilerleyen sayfalardaki makaleler de benzer referanslar üzerine kurulu olduğu için bu çok aydınlatıcı bir başlangıç olmuş bence.

İlk bölümdeki bilimsel havadan çok içten ve kişisel bir tonda çıkılıyor kitapta çünkü ikinci bölümde “Heteroseksüel bedene muhalif beden” başlığı altında derlenmiş iki yazı, transseksüel yazarların beden algılayışı üzerine kurulu. Bedene yabancılaşma üçüncü bölümde de benzer kişisel tonlamayla devam ediyor. Bu bölümde kapitalist toplumda yaşlanan, kilo alan, deforme olan bedenlerin nasıl tüketim aracı olarak görüldüğü üzerinde duruluyor. Ataerkil-kapitalist toplumlarda bedenini dert eden kadının sorunları öne çıkıyor bu yazılarda: tek tip güzellik reçetesine uydurulmaya çalışılan kadının saplantıları anoreksiya, obezite ve daha pek çok rahatsızlığın nedeni olabiliyor. Kitapta bu konular, yine transseksüalite gibi kişisel deneyimler etrafında kurgulanmış yazılardan oluşuyor. Kadın ve erkeğin bedenlerine karşı tüketici tutumlarındaki farklılık da dikkat çekiyor. Gerçekten de bu bölümleri okurken kadın bedeni üzerinden yapılan pazarlamanın toplumsal etkileri üzerinde düşünmeye itiyor okuru.

“BEDENİNİ SEV”

Son yıllarda bazı deyimleri daha sık duyar olduk: “bedeninle barışmak” “kendini affetmek” gibi bir terminolojiler üzerinden popülerleştirilmiş “kendini sevmek” ilkeleri moda edildi. Kısaca, kendini sevmek ve nazlamak isteyen insanların üzerinden önemli bir sektör yaratıldı. Binbir çeşit masaj, cilt bakımı, zayıflatıcı kremler ve aletler, insanlara yeni bir beden imgesi dayattılar. Bu arada her yıl yayımlanan yüzlerce kitap, bedeni sağlıklı ve bakımlı kılmayı öğretmek amacıyla hayatın her alanını kuşatacak kadar yaygınlaştı. Bu yayınlar bir yandan çoğalırken diğer yandan belli bir güvensizlik yaratmaya da başladı kuşkusuz. “Bedende Kıpırdanmalar” sırf bu açıdan bile olsa çok önemli bir karşı duruş oluşturuyor bu yayınlara.

Kitapta belki eksikliği hissedilecek konuların başında fuhuş ve pornografi gelebilir. Aslında internet pornografisi konusundaki makale ilginç bir araştırma fakat yine de beden üzerindeki şiddet, sadomazoşizm ve fuhuş konularına girilmesini diler buldum kendimi. Örneğin bir kazanç kaynağı olarak bedenin değeri hakkında bir yazı okumayı bekledim bu kitapta. Bir başka işlenebilecek konu, şiddet sporları ya da genel olarak sporda bedenin rolüydü. İnsanın gün geçtikçe artan bir hırsla rekor kırmaya yönelmesi, bedeni tamamen bir araç olarak görmenin getirdiği bakış ve bunlara paralel olarak bedenin her yeni nesilde gelişmesi, konu edilebilirdi.

Son olarak, bu türden derleme kitaplarda makaleler farklı yazarlar tarafından kaleme alındığı için, metinler arasında kaçınılmaz olarak nitelik farklılığı ortaya çıkabilir. Metinlerde aynı titizliği bulmak kolay değildir, yine de bütüncül anlamda belli bir dengeyi tutturmak gerekir. “Bedende Kıpırdanmalar” çok farklı türlerde metinlerden oluşmasına rağmen, bu dengeyi bulmuş bir derleme. Bu kitabın en önemli özelliklerinden biri metinlerin çeviri olmaması ve okura tanıdık gelecek örneklerden oluşması. Genelde bu türden derlemeleri çeviri okumaya alışık okura, bu yüzden, yakın ve hoş gelecektir. “Bedende Kıpırdanmalar” günümüzün önemli konularını tam zamanında dile getiren, okuru düşünmeye yönelten çok değerli bir çalışma.

BEDENDE KIPIRDANMALAR / Derleyenler: Gülnur Elçik + Tuğba B. Özenç / Varlık yayınları / 359 sayfa.

(Bu eleştiri yazısı 10 ekim 2010 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)


1900’lerde NEW YORK SOSYETESİ

Her ülkenin edebiyat tarihinde, bir dönem, “görgü romanları”na rastlarız. Görgü romanı ya da diğer bilinen adıyla “adab-ı muaşeret romanları”, ülkemizde ulus devletin ilk kurulduğu yıllarda yazılmıştır. İngiliz edebiyatında “Novel of Manners” adıyla bilinen tür, 19. yüzyıl boyunca romantik akımın etkisinde gelişir. Genelde konusu, kişinin (özellikle genç bir kadının) topluma ayak uydurma çabaları ve bu süreç içinde kendine uygun bir eş bulmasından ibarettir. Jane Austen ve Sir Walter Scott, bu uzun soluklu geleneğin kilometre taşları sayılırlar.

Okyanusun diğer ucunda, katı aristorat sınıfı olmadığı için görgü romanlarının daha zor konu bulacağı düşünülürken, George Eliot ve Henry James gibi yazarlar, kadının toplumsal konumunu ve evliliğin işlevini inceleyen romanlar yazarak türe yeni bir soluk getirdiler. Her iki yazarı yakından tanıyan, bir dönem New York sosyetesine ait varlıklı bir ailenin kızı olan Edith Wharton da, bu türün en sevilen örneklerini yazdı.

“Keyif Evi,” Edith Wharton’un dördüncü ama ilk önemli romanıdır. Nispeten genç yaşta yazdığı romanda Amerikan edebiyatının önemli kadın kahramanlarından birini yaratır: Lily Bart. Lily, New York’un en güzel ve hoş kadınlarından biridir. 1900’lerin başında New York sosyetesinin gözde kadınlarındandır. Varlıklı ailesiyle davetlere gitmiş, pek çok yolculuk yapmış, birkaç dil konuşan ve hepsinden önemlisi bekar bir genç kızdır. Hayatı, sosyete çevrelerinin tam olması gerektiği gibi diyeceği türden bir şekilde gelişir. Onsekiz yaşında cemiyete takdim edilir ve hemen ardından evlenmek isteyen Avrupalı aristokratlar ve yeni zengin New York sosyetesi etrafını sarar. Fakat Lily’nin hayatı bundan sonra hızla değişir, önce babasını kaybeder, sonra aile servetini, en son da ona koca bulmayı görev edinmiş annesini. Yirmili yaşlarında, cılız bir gelir ve kasvetli evinde ona bir oda sunan halasından başka birşey kalmamıştır elinde. Buna rağmen Lily güzel giyinmeye, pahalı zevklerini tatmin etmeye ve kumar partilerine gitmeye devam eder. Bunları yapmazsa kendisine varlıklı bir eş bulamayacağını düşünür. Lily’nin her hareketi dedikodu dergilerinde yer alır, her davranışı çevrede etki yapar. Gözden uzak olursa şansını yitireceğini bilir. Tek gereksinim duyduğu şey, pahalı zevklerinin faturasını ödeyecek bir kocadır.

“Keyif Evi” simgesel bir ilk bölümle başlar. Tren istasyonunda bir önceki treni kaçıran Lily, onu eğlendirecek, çay ısmarlayacak birini bulunca sevinir. Bulduğu kişi Selden’dir. Yakışıklı, genç ve bekar olmasına rağmen yeterince varlıklı olmadığı için evlenmek üzere kur yapılacak erkekler listesinde değildir. Yıllardır tanıyıp hoşlandığı biridir Selden, ayrıca içten sohbet edebileceği ender insanlardan biridir. Lily’nin karşılaştığı ikinci erkek, sonradan görme, sosyete girmeye çalışan, borsada büyük servet kazanmış, görgüsüz bir işadamıdır. Lily’nin nereden geldiğini, kiminle birlikte olduğunu merak eder. Karşılaştığı üçüncü erkek, utangaç, evlenmeye hazır, aşırı varlıklı bir ailenin oğludur. Tren yolculuğu boyunca genç adamın ilgisini üzerine çeker ve onu baştan çıkarmak için tüm kadınsı oyunlarını gösterir.

Lily, bir Jane Austen romanının kahramanı olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan. Austen kahramanları aşk için evlenen, toplumsal baskılara karşı duran, kendini ezdirmeyen kadınlardır. Lily ise bunların tam tersi. Austen romanlarındaki kötü imajlı kadınlara daha yakın bir karakter. Para için evlenmek istiyor ve bunu saklamaya çalışmıyor. Parayı ne kadar sevdiğini, ne kadar lükse düşkün olduğunu sıkça dile getiriyor. Tüm bunlara rağmen Edith Wharton, Lily karakterini inandırıcı ve sevimli kılmayı başarıyor. Yerleri silen bir hizmetkarı kovayı çekmedi diye azarlarken bile sevimsiz görünmüyor Lily. Wharton’un gerçekçi kalemi onu sınıfının bir örneği olarak sunuyor. Toplumsal gerçekliğe, maddi zorluklar karşısında bir kadının engellenemez düşüşüne, üst sınıfların yapaylığına, parasal ilişkilerin diğer tüm ilişkilere baskın olmasına, ve daha birçok yeni şekillenen Amerikan toplumunun hastalıklarını çok yerinde dile getiriyor.

HAYAT BİR KUMARDIR

“Keyif Evi” başlığını “Bilge kişinin aklı yas evindedir; akılsızın aklı ise keyif evinde” (İncil, Vaiz, 7:4) sözlerinden alıyor. Wharton bu başlığı vererek, Lily’nin aklını doğru zamanda doğru kararları almak için kullanmadığını, bazı basit keyifler yüzünden önemli fırsatları kaçırdığına vurgu yapıyor. Roman boyunca yazarın kullandığı simgelerden biri olarak kumar, Lily’nin hayatını anlamak için de önem kazanıyor. Lily büyük hatalar yapan biri değil. Toplumsal yerini tehlikeye atmamaya özen gösteriyor fakat ufak hataları, önemsiz kumar borçları gibi büyüyerek tehdit oluşturuyor.

Lily’nin düşüşü çok inandırıcı bir tonda gerçekleşiyor. İlk başta varlıklı erkeklerin evlenme teklifleri gelirken, yaşı ilerledikçe ve kayıpları fazlalaştıkça, erkekler başka tekliflerde bulunmaya başlıyorlar. Belli ki daha önce Lily gibi göz alıcı bir kadına teklif etmeye cesaret edemeyecekleri önerilerdi bunlar. Evlenme teklif eden erkekler, Lily sayesinde sosyetede sağlam bir edineceklerini hesaba katıyorlar. Düşüşe geçtiği andan itibaren, böyle bir statüsü kalmıyor, dolayısıyla güzelliği de artık önemini yitirmeye başlıyor. Bu durumda evlilik Lily için ne kadar güvence ise, erkek için de farklı değil. Sosyal statüsünü kaybettiğinde onu arzulayan erkekler metres olmasını açıkça teklif ediyorlar ama Lily daha önceki evlenme tekliflerini şimdi kabul etmeye hazır olduğunu söylediğinde, teklifin artık geçersiz olduğu kabaca söyleniyor kendine.

Sosyetenin kurallarını anlamak, insan ilişkilerindeki dengelerin hesaplarını yapmak bu çağda bize zor gelebilir. Wharton çağını başarıyla anlatıyor. Varlıklı bir ailenin kızı olarak yakından tanıma şansı bulduğu üst sınıfın zayıflıklarını ve yüzeyselliğini esprili ve kıvrak bir dille aktarıyor. Yazarın bir diğer romanı “Masumiyet Çağı” benzer bir konuyu ele alıyordu: toplumsal baskılara uymayan kişisel arzular. Burada bir parantez açıp, Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”nde Wharton’a gönderme yaptığını düşünmek yanlış olmaz gibi geliyor.

Görgü romanları, kişisel arzularla toplumsal doğruların çatışmasını ele almakla kalmıyor, özellikle Wharton’un romanlarında, yemek menüleri, giysiler, davranışlar, davetler, dönemin tüm detaylarıyla renk kazanıyor. Wharton romanlarında bu detaylara özellikle dikkat çeker, bunun nedeni, yazarın aynı zamanda bahçe tasarımcısı ve çok başarılı bir dekoratör olmasıdır kuşkusuz. Roman ve yüzlerce öyküsü dışında dekorasyon konularında yazdığı kitaplar bu türün öncülerinden olmuştur. Ayrıca Wharton, Fransa’da onarımını yaptığı malikanenin güzelliğiyle ve verdiği davetlerle (aynı roman kahramanları gibi) bir dönemin gözde ev sahiplerinden biri olmuştu. Son yıllarına doğru artık çevresinde sosyeteyi değil, dönemin ünlü entelektüellerini topluyordu. “Keyif Evi” Amerikan klasikleri arasına girmiş, yıllar içinde türün önemli yapıtlarından biri haline gelmiştir.

KEYİF EVİ / Edith Wharton / Çeviri: İlknur Özdemir / Kırmızı Kedi Yayınları / 2010

(Bu makale Radikal Gazetesinin Kitap ekinde Ekim 2010'da yayımlanmıştır.)

DOĞAN AKHANLI


BİTMEYEN 12 EYLÜL

12 Eylül darbecilerinin yargılanma sürecinin zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı ile birlikte bir çok konunun şiddetli tartışmalara neden olduğu referandum günlerinde, Almanya’dan hasta babasını görmeye gelen yazar Doğan Akhanlı’nın tutuklandığı haberini okuduk. Bu ironik durum sanki bir kurguymuşcasına şaşırttı okuyanları. Romanlarından tanıdığım ve değerli yazarlar kategorimde üst sıralarda yer alan Akhanlı, 12 Eylül’de açılan davalar nedeniyle yirmi yıl kadar önce, Almanya’ya sığınmış ve ardından vatandaşlıktan çıkartılmış, bir insan hakları savunucusu aynı zamanda.

53 yaşındaki Akhanlı, Artvin Şavşat doğumlu. 1980 askeri darbesinden sonra siyasi nedenlerle tutuklandı ve Metris Askeri Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra Almanya’ya yerleşti. 2000 yılında verdiği bir röportajda, “14 Mayıs 1998’de vatandaşlıktan çıkarıldığım haberini aldım. Vatandaş olmadığıma göre ‘vatan haini’ statümü de kaybetmiş olmalıydım. Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyümün ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi son derece can sıkıcıydı. Bu Türk devletinin kendi kusuru ve kendi ayıbıdır” demişti.

BABASIZ GÜNLER

Edebiyat çevreleri adını ilk kez Kayıp Denizler adlı bir roman üçlemesiyle duydu fakat asıl ilgiyi Madonna’nın Son Hayali romanıyla kazandı. Yayımlanan son romanının Babasız Günler adını taşıması ise bir başka kurgusal ironiydi sanki, çünkü tutuklandığı haberi “ölüm döşeğindeki hasta babasını görmek” için geldiği sözleriyle devam ediyordu. Babasız Günler yayımlandığı yıl Almanya Türk Öğretmen Dernekleri federasyonu ve Hürriyet Gazetesi’nin birlikte düzenledikleri Avrupa Türkleri edebiyat yarışmasında roman dalında birincilik ödülü kazandı. Geçen yılın ses getiren romanlarından biriydi.

Doğan Akhanlı, üst kurguyu ustalıkla kullanan yazarlardan biridir. Kitabın yazılış öyküsünü kurguya başarıyla dahil eder. Akhanlı’nın sıklıkla ele aldığı temaların başında ise sürgün ve göçmen yaşamlar gelir. Avrupa’nın bir taraflarına dağılmış, doğduğu köy ve çocukluğu belleğinde yer etmiş insan portreleri sunar. Fakat bir başka ana teması geçmişle hesaplaşmalardır. Bir ayağı geçmişte, diğeri bugünde, geçmiş yılların acılarını hatırlayan kahramanlar yaratır. Genelde bu iki eksen etrafında döner roman konuları, geçmişi araştıran, anlamaya çalışan bugün insanı, kendi acılarının kaynağında yine geçmişi bulur.

Babasız Günler, köyünden çıkıp Batı’nın büyük üniversitelerinde eğitim görmüş bir matematik profesörü ile 12 Eylül darbesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan devrimci müzisyen oğlunun ilişkisi üzerine kurulu. Baba oğul, hayatın hırpalayıcı şiddetini ilişkilerine yansıtırlar doğal olarak. Kızgınlıklar en yakında olana en çok gösterilir, bu yüzden zedenlenmiş bir baba oğul ilişkisidir yaşadıkları. Buna rağmen ülkesinden uzakta sürgün hayatı süren oğlunun vatanından sonra en çok hasretini çektiği şey babasıdır. Akhanlı, kahramanın özlemini adeta kendi özlemiymiş gibi duygu dolu satırlarla dile getirir: “Önce Bedreddin şiirindeki gibi Hikmet’in, yağmur çişeleyecekti hafiften. Sonra çatı damlarında, çınar yapraklarında, kuş kanatlarında gezinen dudaklarında ‘sen gülünce, güller güler’ mısrası bir gonca gibi açacak, yıllar önce babasının ona ikiz sayıları anlattığı meydanda, her şey sessizliğe gömülecekti. Çiçek satan kadının gülüşleri sözgelimi, bitirim şoförün dudak kıvrımları, otobüse yetişmek için koşan genç kızın titrek memeleri, rüyasında o titreyişle içi boşalacak delikanlının göz bebekleri, el bombasının pimine asılmaya hazırlanan daha on altısına adım atmamış çocuğun, onu vurmaya hazırlanan kot pantolonlu sivil polisin işaret parmağı, yeni bir roman kurgusuyla Galata’ya doğru yürüyen yazarın rüyaları, şıpsevdi şairin imgeleri de o sessizlik içinde donuverecekti. Yüzlere ve ruhlara yayılan mutluluğu da peşinden sürükleyen Mehmet Nazım’ın melodisi, boğazın asırdan beri o şarkının bestelenmesini bekleyen Andres Segovia, hasta yatağında doğrulup, hemşireye ‘Lütfen,’ diyecekti, ‘gitarımı verir misin, Taksim’de çalan delikanlıya eşlik etmek istiyorum.”

Romanın bu bölümlerini okurken yazarın “gurbet” “hasret” sözcüklerine yeni anlamlar yüklediğini, romanlarında kahramanlara kendinden parçalar yüklediğinde daha anlaşılır olur. Madonna’nın Son Hayali ve Babasız Günler barındırdıkları üst kurgu tekniğinde hem bazı klasik eserlere (örneğin James Joyce’un “Ulysses” ya da Sabattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”) göndermelerle doludur hem de yazarın kendi yazım sürecinden ipuçları taşırlar. Babasız Günler’de Akhanlı bir roman kahramanı gibi yaratır kendini romanın içinde. Bu sayede göndermeleri de kendi hayat hikayesi gibi roman içinde yeni anlamlar bulur. Bir kaç yıl önce yaptığı bir söyleşide yurtsuz kalmasını şöyle dile getiriyor yazar: “Almanya’ya geldiğimde içimdeki “kırılmışlık” duygusu çok güçlüydü. “Yurt” edinmeye çalıştığım Almanya’da ayakta kalabilmek, yeniden hayata başlayabilmek için Almanca öğrenmeye çalışırken, oldukça uzun süren “fikirsizlik” girbanda çırpınıp durdum. “Gurbet” çok başımı ağırtan bir kavramdır. Eskiden, Türkiye’den uzak düştüğüm için “gurbette” olduğumu sanardım. Şimdi ise “gurbeti” belki ömür boyu içimde taşıyacağım korkusu içindeyim. Kişisel ya da siyasal şiddete, örneğin işkenceye maruz kalmış insanların, şu ya da bu biçimde “gurbette” yaşadıklarına inanıyorum. Yani “gurbet” şiddetin çok can yaktığı Türkiye toplumunda, fevri değil, görmezlikten gelinen siyasal, toplumsal ve sosyal bir olgudur. “Gurbet”in karşıtı olan “yurt” ya da “yuva” ise benim için “anne” kavramıyla ilintilidir ve doğup büyüdüğüm, kaf dağının güney eteklerinde, iki vadinin, dağlar ve tepeler arasına sıkışmış, çam ve meşe ormanları arasında kaybolmuş olan Ciritdüzü Köyüdür.”

Doğan Akhanlı, romanlarında özlem duyduğu köyünü ve çocukluğunu çok canlı imgelerle anlatır. Madonna’nın Son Hayali romanında da akşamları evde birlikte kitap okuma alışkanlığı olan kalabalık bir aileyi anlatır. Akhanlı’nın romanlarında, kitaplar hayatı değiştirecek güce sahiplerdir. Bir öykünün ya da bir kitabın peşine takılıp bir hayatın sürüklenmesi, en olağan durum gibi anlatılır. Bir kitabı anlamaya, bir roman kahramanının izini sürmeye feda edilen yaşamlar sıklıkla karşımıza çıkar yazarın anlatısında. Belki romanlarında kendini kurgulaştırdığı için, belki de kurgusundan bir bölüm okuyor gibi olduğumuz için, yazarın şu anda yaşadıklarını da kurgusal boyutuyla düşünmeden edemiyor insan.

Doğan Akhanlı’nın bu vesileyle romanlarına yeniden göz atmak çok duygulandırdı beni. Yıllar sonra acıların izlerinin silinememesi gibi, yıllar sonra darbeler de, yıktıkları hayatların yakasını bırakmayan hortlaklar gibi göründü gözüme. Akhanlı, toplumsal olarak yaşadığımız yıkımların çoğunu romanlarına taşımış bir yazar; ayrıca tarihsel hataların, toplumsal yaraların bugün üzerine nasıl etki yaptığını çok iyi bilen biri.

(Bu yazı Radikal gazetesinin 10 eylül 2010 tarihli Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Alphonse Daudet "Sapho"


ÇAĞLAR BOYUNCA ACIKLI METRES ÖYKÜLERİ

Edebiyat tarihinin yinelenen bazı konuları vardır. Çağlar içinde, farklı biçimlerde ve yeni karakterle karşımıza çıkarlar; inançlar, ahlak, görgü değişse de, bazı ana temaların değişmediğini gösterir bize. Yüzlerce yıllık edebiyat tarihinde, yüzlerce kez anlatılan hikayelerden biri de, sokak kadını ile erkeğin aşkıdır. Sokak kadını her zaman sokak kadını olmaz, bazen saygıdeğer bir geişa, bazen Paris’li seçkin kurtizan, bazen de ahlaklı, temiz ama kötü ellere düşmüş bir kadındır; lakin her ne olursa olsun, yazgısı çok ender değişir.

Bu konuda yazılmış ilklerden biri Antoine François Prévost’un Manon Lescaut romanı sayılır. 1731 yılında yayınlanan roman, çok tartışma yaratmış, ardından da yasaklanmıştı. Bir sonraki yüzyılda, aynı konuyu Alexandre Dumas oğul, Kamelyalı Kadın’da ele almıştı. Dumas ünlü eserinde Prévost’un romanına göndermeler yapıyor, kahramanın elinden düşürmeden okuduğu roman olarak adlandırıyordu. Böylece, bir önceki yüzyılın kadın kahramanını yeniden canlandırıyordu. Bir başka zincir halkasını Kamelyalı Kadın’dan otuz altı yıl sonra Alphonse Daudet eklemişti. Daudet Sapho adlı romanında hem Manon Lescaut’ya, hem Kamelyalı Kadın’a, hem de onsekiz yaşında yazdığı şiirlerinin derlendiği “Les Amoureuses” (Aşık Kadınlar, 1858) eserlerine göndermeler yapar. Farklı çağlarda aynı yazgıyı yaşayan kadın kahramanlar dizilmiş gibilerdir önümüzde. Tema sonraki çağlarda da anlatıldı, artık Daudet’nin Sapho’suna da göndermeler eklenmişti. Colette Chéri romanında (geçtiğimiz haftalarda Michelle Pfeiffer’ın yorumuyla bir kez daha ekrana taşındı) Alphonse Daudet’nin romanından açıkça etkilendiğini belli ediyordu.

HAYATTAN ROMANA

Alphonse Daudet’nin hareketli bir aşk hayatı olmuştu. Sapho’da anlattığı karmaşık aşk ilişkilerini çok genç yaşta tatmıştı. Ağabeyinin yanına Paris’e geldiğinde daha on yedi yaşına yeni basmıştı, fakat yazar olma kararını almıştı bile. İlk başta gazetecilik, ardından bir bürokratın özel sekreterliği derken, şiir, roman ve piyes yazarak geçinmeye ve ün kazanmaya başladı. İlk büyük aşkını yine Paris’e ilk geldiği yıllarda yaşadı. Kadın, Paris’in ünlü modellerinden Marie Rieu idi. Dönemin tüm sanatçılarına poz vermiş, bir çoğuyla aşk yaşamış, güzelliği tablolarda kanıt olarak kalmış bir kadındı Marie. Alphonse ise bu yaşlarda çok deneyimsiz, toy bir delikanlıydı. Hırpalayıcı, iniş çıkışları bol, kavgalı bir birliktelikleri oldu. Yıllar sonra, yazar olarak ünlenmiş, 44 yaşında, Paris’in sanat ve edebiyat çevrelerinin önemli bir ismi olduğunda, belki geçmişe dönüp, gençlik aşkını hatırlamak istedi; yaşadığı bir dolu aşkı ve en başta da Marie ile yaşadıklarını düşünerek Sapho’yu yazdı.

Roman, bir kıyafet balosuyla başlar. Paris’in ünlü eğlence gecelerinden biridir. Daudet’nin bu roman girişi, kimsenin göründüğü kişi olmadığı Paris sosyetesi için simgeseldir. Herkesin birbirini tanıdığı, geçmişini bildiği gecede, kimseyi tanımayan, yakışıklı Jean adında bir öğrenci, kadınların dikkatini çeker. Yanına yaklaşan kadınlardan biri Fanny’dir. Fanny, diğer bilinen adıyla Sapho, genç kızlığından beri Paris’in sanatçı çevrelerinde ünlü erkeklerin metresi olmuş, şimdi otuzlu yaşlarında ama hala güzel sayılacak bir kadındır. Hiç çekinmeden genç erkeğe ilgisini belli eder. Jean ise başka kadınları daha genç ve güzel bulur. Fanny’den sanki korkar, çünkü alışık olduğu kadın tipi değildir bu Mısırlı Fellah kılığına girmiş kadın. Buna rağmen Fanny onu elinden tutup balodan birlikte ayrılmalarını, geceyi birlikte geçirmelerini istediğinde karşı durmaz. “... kadın kendisini dışarıya sürüklüyordu, o da hiç duralamadan kadının arkasından gitti. Neden mi? Kadının çekiciliğinden değil; pek bakmamıştı ona, kendisini çağıran öbür kadından daha çok hoşlanıyordu. Kendi isteminden daha üstün bir isteme, bir arzunun şiddetli sertliğine boyun eğiyordu, o kadar” diye anlatır Daudet genç adamın ikilemini.

Jean ne ilk başta, ne de daha sonra Fanny’nin güzelliğine ya da zarafetine vurulmaz; ilişkilerini sürdüren şey, Fanny’nin hiç sakınmadan kendini vermesidir. Hep arayan Fanny’dir, Jean’ın ilgisini diri tutmak için hiç durmadan çabalar. Jean ayrılmak istediğinde, ağlar, hırçınlaşır, sonunda yalvarır, her seferinde onu kaybetmeden elinde tutmayı başarır. Oysa tanıştıklarında Fanny otuzyedi, Jean yirmi bir yaşındadır. Fanny’nin, kendi deyişiyle, son, Jean’ın ise ilk ilişkisidir. Fanny için Jean “güzel olan, senin gibi basit ve doğru olmak, yirmi yaşında bulunmak ve iyi sevişmek...” sözleriyle özetlenecek biridir.

Dengesizlik sadece yaşlarında değildir. Jean taşranın tanınmış ve varlıklı bir ailesinin oğludur. Okulu bitirdiğinde dışişleri bakanlığında çalışmaya başlayacak ve aile geleneğinde olduğu gibi diplomatlık yapacaktır. Fanny tipinde kadınlarla daha önce hiç karşılaşmamıştır, ailesindeki kadınlara hiç benzemez Fanny. Jean da Fanny’nin diğer sevgililerine benzemez. Diğerleri, ünlü ya / ya da paralı erkeklerdir; modellik yaptığı ünlü ressam ve heykeltraşlardan çok farklıdır. Yine de bu farklılıklarına rağmen, bohem bir yaşam biçimi içinde aşklarını yaşarlar. İlk başlarda çevreleri de yoktur, bir tarafta Fanny’nin eski sevgilileri diğer tarafta Jean’ın ailesi, uzlaşamayacak kadar uzaklardır birbirlerine. Zamanla kendilerine benzeyen dostlar edinirler. Eski bir sokak kadını ile evlenmiş komşuları ya da ünlü bir yazarın metresi, görüşmeye başladıkları insanlardan bazılarıdır.

Metres aşkının anlatıldığı romanlarda genelde metresler iki gruba ayrılır. Birinci grupta erkekten en az on yaş genç, erkeğe ilham ve gençlik aşılayan genç kadınlardır. İkinci türde ise, Fransızca öğretmen anlamına gelen “maitresse” sözcüğü anlam bulur. Bu metresler genç erkekten yaşça büyük, bir hayli deneyimlidir. Büyük kente gelmiş yalnız genç erkek, özlem duyduğu anne şefkatini bulur kadında; sadece sevişmeyi değil, kadınlara nasıl davranılacağını da öğrenir. Bu alışverişte kadın da güzelliğinin son kırıntılarını ziyan etmemiş, sevgili bulmuş olur. Sapho, her iki türde ilişkilerin bolca anlatıldığı bir roman. Fanny ile Jean ikinci türe dahiller ama romanda her çeşit metres ilişkileri yer alıyor.

İZLENİMCİ SAHNELER

Fanny ile Jean’ın ilişkisi, adından söz ettiğimiz diğer romanlardakine benzer bir ilişkidir. Sapho’da bu açıdan özgün bir karakter incelemesi, kurgu örgüsü aramak boşuna olacaktır. Buna rağmen Daudet bu romanında, Değirmenimden Mektuplar’dan çok farklı ve çok daha kişisel bir anlatı tarzı yakalamıştır. Renoir ve Manet’le yakın dostluk kurmuş olması, ayrıca ilk izlenimci sergiler dönemindeki tartışmalara katılmış olması, bakışındaki inceliğin nedeni olarak görülebilir. Daudet gerçekten de Sapho’da, sayfa üzerinde adeta izlenimci tablolar yaratır: “Ekimin son günlerinde bir sabah trene biniyordu, gözlerine dikilen bir genç kız bakışı, birden korudaki karşılaşmayı, anısı aylar boyunca yakasını bırakmamış olan o ışıl ışıl çocuk kadın güzelliğini getirdi aklına. Dallar altında güneşin öylesine hoş bir biçimde beneklediği giysiyi giymişti yine... “ Gerçekten de bu sahne sanki Renoir’ın tablolarından biridir; ışığın yapraklar arasından süzülerek kişiler üzerine vurması, hoş bir gizem yaratır. Romandaki deniz ve kırsal yaşam betimlemeleri, izlenimci tabloların göz alıcı renkleriyle birlikte, gizemli hatıraları da canlandırırlar.

Alphonse Daudet’nin Sapho’su, karmaşık bir aşk öyküsü okumak isteyenlerin ilgisini çekecek bir roman ama bundan başka, Tahsin Yücel’in usta çevirisi sayesinde, izlenimci roman hakkında da bilgi sahibi olacaklar. Zevkle okunan, Daudet’in heyecanlı yaşamını satırlara yansıtan, hoş bir kitap.


SAPHO /Alphonse Daudet / Çeviri: Tahsin Yücel / İş Kültür yayınları