18 Ekim 2010

DOĞAN AKHANLI


BİTMEYEN 12 EYLÜL

12 Eylül darbecilerinin yargılanma sürecinin zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı ile birlikte bir çok konunun şiddetli tartışmalara neden olduğu referandum günlerinde, Almanya’dan hasta babasını görmeye gelen yazar Doğan Akhanlı’nın tutuklandığı haberini okuduk. Bu ironik durum sanki bir kurguymuşcasına şaşırttı okuyanları. Romanlarından tanıdığım ve değerli yazarlar kategorimde üst sıralarda yer alan Akhanlı, 12 Eylül’de açılan davalar nedeniyle yirmi yıl kadar önce, Almanya’ya sığınmış ve ardından vatandaşlıktan çıkartılmış, bir insan hakları savunucusu aynı zamanda.

53 yaşındaki Akhanlı, Artvin Şavşat doğumlu. 1980 askeri darbesinden sonra siyasi nedenlerle tutuklandı ve Metris Askeri Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra Almanya’ya yerleşti. 2000 yılında verdiği bir röportajda, “14 Mayıs 1998’de vatandaşlıktan çıkarıldığım haberini aldım. Vatandaş olmadığıma göre ‘vatan haini’ statümü de kaybetmiş olmalıydım. Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyümün ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi son derece can sıkıcıydı. Bu Türk devletinin kendi kusuru ve kendi ayıbıdır” demişti.

BABASIZ GÜNLER

Edebiyat çevreleri adını ilk kez Kayıp Denizler adlı bir roman üçlemesiyle duydu fakat asıl ilgiyi Madonna’nın Son Hayali romanıyla kazandı. Yayımlanan son romanının Babasız Günler adını taşıması ise bir başka kurgusal ironiydi sanki, çünkü tutuklandığı haberi “ölüm döşeğindeki hasta babasını görmek” için geldiği sözleriyle devam ediyordu. Babasız Günler yayımlandığı yıl Almanya Türk Öğretmen Dernekleri federasyonu ve Hürriyet Gazetesi’nin birlikte düzenledikleri Avrupa Türkleri edebiyat yarışmasında roman dalında birincilik ödülü kazandı. Geçen yılın ses getiren romanlarından biriydi.

Doğan Akhanlı, üst kurguyu ustalıkla kullanan yazarlardan biridir. Kitabın yazılış öyküsünü kurguya başarıyla dahil eder. Akhanlı’nın sıklıkla ele aldığı temaların başında ise sürgün ve göçmen yaşamlar gelir. Avrupa’nın bir taraflarına dağılmış, doğduğu köy ve çocukluğu belleğinde yer etmiş insan portreleri sunar. Fakat bir başka ana teması geçmişle hesaplaşmalardır. Bir ayağı geçmişte, diğeri bugünde, geçmiş yılların acılarını hatırlayan kahramanlar yaratır. Genelde bu iki eksen etrafında döner roman konuları, geçmişi araştıran, anlamaya çalışan bugün insanı, kendi acılarının kaynağında yine geçmişi bulur.

Babasız Günler, köyünden çıkıp Batı’nın büyük üniversitelerinde eğitim görmüş bir matematik profesörü ile 12 Eylül darbesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan devrimci müzisyen oğlunun ilişkisi üzerine kurulu. Baba oğul, hayatın hırpalayıcı şiddetini ilişkilerine yansıtırlar doğal olarak. Kızgınlıklar en yakında olana en çok gösterilir, bu yüzden zedenlenmiş bir baba oğul ilişkisidir yaşadıkları. Buna rağmen ülkesinden uzakta sürgün hayatı süren oğlunun vatanından sonra en çok hasretini çektiği şey babasıdır. Akhanlı, kahramanın özlemini adeta kendi özlemiymiş gibi duygu dolu satırlarla dile getirir: “Önce Bedreddin şiirindeki gibi Hikmet’in, yağmur çişeleyecekti hafiften. Sonra çatı damlarında, çınar yapraklarında, kuş kanatlarında gezinen dudaklarında ‘sen gülünce, güller güler’ mısrası bir gonca gibi açacak, yıllar önce babasının ona ikiz sayıları anlattığı meydanda, her şey sessizliğe gömülecekti. Çiçek satan kadının gülüşleri sözgelimi, bitirim şoförün dudak kıvrımları, otobüse yetişmek için koşan genç kızın titrek memeleri, rüyasında o titreyişle içi boşalacak delikanlının göz bebekleri, el bombasının pimine asılmaya hazırlanan daha on altısına adım atmamış çocuğun, onu vurmaya hazırlanan kot pantolonlu sivil polisin işaret parmağı, yeni bir roman kurgusuyla Galata’ya doğru yürüyen yazarın rüyaları, şıpsevdi şairin imgeleri de o sessizlik içinde donuverecekti. Yüzlere ve ruhlara yayılan mutluluğu da peşinden sürükleyen Mehmet Nazım’ın melodisi, boğazın asırdan beri o şarkının bestelenmesini bekleyen Andres Segovia, hasta yatağında doğrulup, hemşireye ‘Lütfen,’ diyecekti, ‘gitarımı verir misin, Taksim’de çalan delikanlıya eşlik etmek istiyorum.”

Romanın bu bölümlerini okurken yazarın “gurbet” “hasret” sözcüklerine yeni anlamlar yüklediğini, romanlarında kahramanlara kendinden parçalar yüklediğinde daha anlaşılır olur. Madonna’nın Son Hayali ve Babasız Günler barındırdıkları üst kurgu tekniğinde hem bazı klasik eserlere (örneğin James Joyce’un “Ulysses” ya da Sabattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”) göndermelerle doludur hem de yazarın kendi yazım sürecinden ipuçları taşırlar. Babasız Günler’de Akhanlı bir roman kahramanı gibi yaratır kendini romanın içinde. Bu sayede göndermeleri de kendi hayat hikayesi gibi roman içinde yeni anlamlar bulur. Bir kaç yıl önce yaptığı bir söyleşide yurtsuz kalmasını şöyle dile getiriyor yazar: “Almanya’ya geldiğimde içimdeki “kırılmışlık” duygusu çok güçlüydü. “Yurt” edinmeye çalıştığım Almanya’da ayakta kalabilmek, yeniden hayata başlayabilmek için Almanca öğrenmeye çalışırken, oldukça uzun süren “fikirsizlik” girbanda çırpınıp durdum. “Gurbet” çok başımı ağırtan bir kavramdır. Eskiden, Türkiye’den uzak düştüğüm için “gurbette” olduğumu sanardım. Şimdi ise “gurbeti” belki ömür boyu içimde taşıyacağım korkusu içindeyim. Kişisel ya da siyasal şiddete, örneğin işkenceye maruz kalmış insanların, şu ya da bu biçimde “gurbette” yaşadıklarına inanıyorum. Yani “gurbet” şiddetin çok can yaktığı Türkiye toplumunda, fevri değil, görmezlikten gelinen siyasal, toplumsal ve sosyal bir olgudur. “Gurbet”in karşıtı olan “yurt” ya da “yuva” ise benim için “anne” kavramıyla ilintilidir ve doğup büyüdüğüm, kaf dağının güney eteklerinde, iki vadinin, dağlar ve tepeler arasına sıkışmış, çam ve meşe ormanları arasında kaybolmuş olan Ciritdüzü Köyüdür.”

Doğan Akhanlı, romanlarında özlem duyduğu köyünü ve çocukluğunu çok canlı imgelerle anlatır. Madonna’nın Son Hayali romanında da akşamları evde birlikte kitap okuma alışkanlığı olan kalabalık bir aileyi anlatır. Akhanlı’nın romanlarında, kitaplar hayatı değiştirecek güce sahiplerdir. Bir öykünün ya da bir kitabın peşine takılıp bir hayatın sürüklenmesi, en olağan durum gibi anlatılır. Bir kitabı anlamaya, bir roman kahramanının izini sürmeye feda edilen yaşamlar sıklıkla karşımıza çıkar yazarın anlatısında. Belki romanlarında kendini kurgulaştırdığı için, belki de kurgusundan bir bölüm okuyor gibi olduğumuz için, yazarın şu anda yaşadıklarını da kurgusal boyutuyla düşünmeden edemiyor insan.

Doğan Akhanlı’nın bu vesileyle romanlarına yeniden göz atmak çok duygulandırdı beni. Yıllar sonra acıların izlerinin silinememesi gibi, yıllar sonra darbeler de, yıktıkları hayatların yakasını bırakmayan hortlaklar gibi göründü gözüme. Akhanlı, toplumsal olarak yaşadığımız yıkımların çoğunu romanlarına taşımış bir yazar; ayrıca tarihsel hataların, toplumsal yaraların bugün üzerine nasıl etki yaptığını çok iyi bilen biri.

(Bu yazı Radikal gazetesinin 10 eylül 2010 tarihli Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: