12 Nisan 2010

Haruki Murakami "Sahilde Kafka"


Karanlık Tüneller

Son birkaç yıldır Nobel edebiyat ödülü sahibini bulmadan önce, Haruki Murakami’nin adı ortalarda dolaşmaya başlar. Bazılarına göre Japonya’nın yaşayan en iyi yazarı, bazılarına göre de günümüzün en iyi yazarlarından biridir; ama hiç kuşkusuz Batının en sevdiği Japon yazardır. “Zemberekkuşu’nun Güncesi”yle Türkiye’de de tutkulu bir okur kitlesi edindi kendine. Yeni romanı “Sahilde Kafka” ile okur sayısının artacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

“Sahilde Kafka” iki kahramanın öyküsünü paralel anlatıyor. Romanda tek sayılı bölümlerde anlatılan birinci öykü, Kafka Tamura’nın on beşinci yaş gününde evden kaçmasıyla başlıyor. Dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek hem de annesi ve ablasıyla yatacaktır. Annesi evi terk ettiğinde dört yaşında olduğu için, ikisini de hiç hatırlamaz, elinde sadece ablasının bir çocukluk resmi vardır. Bu durumda çaresiz, Sofokles’in kahramanı Oedipus gibi evden kaçmak tek çözümdür. Çift sayılı bölümlerde ise, altmışlık Nakata’nın öyküsü anlatılır: İkinci Dünya Savaşı sırasında, henüz dokuz yaşındayken, Nakata ve sınıfındaki diğer öğrenciler, mantar toplamaya gittikleri tepede ne olduğu bilinmez bir saldırı sonucunda bayılırlar. Yetişkinleri etkilemeyen “şey” on altı çocuğun birkaç saat boyunca bilinçlerini yitirmelerine neden olur. Aralarında sadece Nakata, birkaç hafta süren garip bir koma halinde kalır. Askeri hastanede uyandığında, ne ailesini hatırlar ne de okuma yazmayı, oysa bu tuhaf olaydan önce sınıfın en akıllı öğrencisidir. Nakata’nın zihnindeki her şey silinmiş, yavaş anlayan, soyut düşünme yeteneğini kaybetmiş biri haline gelmiştir. Kaybettiği düşünme yetileri yerine, kedilerle konuşabilme ve gökten yağacak balıkları önceden söyleme yeteneği geliştirmiştir. Genç Kafka ile yaşlı Nakata’nın önceleri bağlantısız görünen ama sarmal ilerleyen hikâyeleri ortak bir buluşma noktasına doğru ilerler. Roman boyunca hiç karşılaşmazlar ama birinin rüyasının diğerinin gerçekliği olduğu, bilinçdışında tanıştıkları izlenimi verir.

İki kahraman Japonya’nın Şikoku adasına doğru yol alırlar. Farklı nedenlerle, birkaç hafta arayla, kendileri dışında bir gücün etkisiyle bu adaya yönelirler. İkisi için de buraya gelmelerini gerektirecek bir neden yoktur, burada tanıdıkları da yoktur (Kafka’ya bu yönü cazip gelir) ancak bilinmez bir duygu onları Şikoku adasında Takamatsu’ya getirir. Yolculuklarında karşılarına yardımsever insanlar çıkar. Kafka’nın yol göstericisi, iş ve yatacak yer bulduğu kütüphanede çalışan androjen, eşcinsel ve hemofil Oşima’dır. Kadın bedenine sahip, erkek ruhu taşıyan bir eşcinsel olarak tanımlar kendini. Karmaşık ruhsal ve fiziksel yapısı aynı zamanda hastalığı yüzünden çok narindir. Eğitim görmediğini, okuldan erken ayrıldığını söylese de, Japon ve dünya klasiklerini çok yakından bilir Oşima. Nakata’nın yol göstericisi ve yol arkadaşı ise yoksul çevrede büyümüş bir kamyon şoförüdür. Çok sevdiği dedesine benzettiği Nakata’ya yardım etmek, onunla yolculuğa çıkmak hayatının geldiği noktasında önem kazanır. Uzun öyküleri sevmediğini, karmaşık düşüncelere alışık olmadığını sık sık söyler zaten Nakata da ancak basit sözcüklerle anlatabilir kendini.

Kafka’ya yardım eden bir de Karga adlı iç sesi var. Romanın daha başlarında uyarır alt benliği “...bundan sonra olacakların üstesinden gelebilirsin. Ne de olsa sen, dünyanın en sert on beşlik delikanlısısın. Kendine güven. Soluklarını düzenle, kafanı düzgün çalıştır. Bunu yapabilirsen sorun kalmaz. Ama çok temkinli olmalısın. Bir yerlerde, birilerinin kanı üstüne bulaşmış. Gerçek kan. Hem de bol miktarda. Şu an birileri, ciddi ciddi seni arıyor olabilir.” Romanın başlarında daha sık duyduğu alt benliği, dışarıdan yardım aldıkça az duyulur.

“Sahilde Kafka”yı okurken bir sonraki satırda nelerin beklediğini asla hayal edemez okur: bilincini yitiren on altı çocuk, gökten yağan balıklar, rüyada sevişilen hayaletler, ölü kedilerin ruhundan kaval yapmaya çalışan bir heykeltıraş, Kentucky Fried Chicken’ın ambleminde yer alan beyaz sakallı Albay Sanders’ın fahişe pazarlaması, vb... bütün bu gerçeküstü öğeler peş peşe dile getirildiğinde deli saçması gibi gelebilir fakat bunları Sofokles’in tragedyası, Platon ve Hegel’in felsefeleri ile birleştirdiğinde ve günlük yaşamın bir parçası gibi sunduğunda simgesel anlam kazanır. Murakami’nin anlatısının başarısı bence üç farklı kurgu tipinde eşit derecede başarılı olmasında yatıyor. Birincisi eşsiz sürükleyici anlatımı: her sayfada heyecan yaratmayı başaran bilinmezlerle donanmış kurgu. İkincisi tamamen Murakami’ye özgü (tahminim, ilerde Kafkaesk gibi Murakamesk sözcüğünün yerleşeceği yönünde) gerçeküstü olaylar ve bu olayların olağan bir dille anlatılıyor olması. Sonuncu olarak da kurgunun felsefeden beslenmesi ve ontolojiyi günlük yaşamın bir parçası gibi olağan hale getirmesi.

Murakami karakterleri karanlık deliklerde ya da suyu kurumuş kuyunun içinde (Zemberekkuşu’nun Güncesi) ya da ormanın acımasız karanlığında kaybolup yapayalnız kaldığında, farklı bir bilinç boyutuna geçerler. Bazen farklı bir zaman boyutu da olur bu. Kafka da bilinçdışı karanlık deliklerde yolculuklar yapar. Rüyasında baba katili olabilir, annesiyle sevişebilir; bunların hepsinin eğretileme olduğu düşüncesi onu rahatlatmaz, yine de Kafka örneklerini kurgudan alır. Aklı karıştığında, hayalete âşık olduğunu sandığında yol göstericisi Oşima onu gerçekliğe değil, antik kitaplara yönlendirir, on birinci yüzyıl Japon klasiği Genji Öyküsü’nü (romanda Genci olarak yazılmış) okumasını tavsiye eder. Böylece roman, klasiklerden, şiirlerden, resimden ve en çok da müzikten beslenir, öyle ki, roman kahramanları, kahraman oldukları bilinciyle kurguda yer alırlar.

Murakami’nin kalemi trajik olduğu kadar komik de olabilir. Romanda beni güldüren bölümlerden biri, şapşal bir sokak kedisiyle diyalog kurmaya çalışan Nakata’nın anlamsız konuşmaları ve bunun üzerine yanlarına gelen iyi beslenmiş, zeki siyam kedisi Mimi’nin zavallı sokak kedisini azarlayışı oldu. Komik unsur kadar şiddet öğeleri de vardır Murakami’nin eserlerinde. Bu romanında da canlı kedilerin kalbini yiyen karakter gibi tiksindirici ve korkunç çok fazla sahne var. Kediler hemen her romanında önemli rol oynar, “Sahilde Kafka”da durum aynı. Yazarın bir özelliği de erotizmi çok yerinde kullanmasıdır. Kahramanları, özellikle kadın kahramanları, erotik anlamda açık sözlüdür. İsteklerini kolayca dile getirirler. Hoş olmayan bir cinsel deneyim sonrasında “(ö)yle özür dilemeye kalkarsan, ben de kendimi kötü bir şey yapmış gibi hissederim. Bu vücudunun bir hali sadece. O kadar aklına takmana gerek yok” diyecek kadar rahatlardır. Ergenlik çağındaki Kafka için doğal olarak her şey cinsellikle bağlantılıdır ancak çevresindeki kadınların bu denli rahat ve hoşgörülü olmaları romanı da başka boyutlara sürükler: sapkın cinsellik yoktur, doğa gereğini yerini getirir.

Daha önce dört romanını okuduğum yazarın, altı yüz elli sayfalık “Sahilde Kafka”sı bence en güzel romanı. Özellikle görsel detaylar açısından yine çok etkileyici. Benzersiz mekân yaratma gücüyle, günlük hayatın ayrıntılarını netleştiren (her öğün yemek, günlük beden temizliği, vb.) çok renkli imgeler yaratan bir yazar Murakami. Yayınlandığı her ülkede yılın kitabı seçilmiş bir roman ayrıca. Bir de çok prestijli Kafka edebiyat ödülünün sahibi.


Sahilde Kafka / Haruki Murakami / çev.: Hüseyin Can Erkin / Doğan Kitap / 650 sayfa.

(Bu yazı 6 kasım 2009 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)