25 Aralık 2006

Cinayet Fakültesi

FAKÜLTEDE KATİL VAR

Merhaba! Bundan böyle, her ay Dünya Gazetesi Kitap ekinde buluşacağız. Sizlere sevdiğiniz ya da belki henüz tanımadığınız yazarların yeni çıkan kitaplarını tanıtmaya çalışacağım. Bu sayıda, Pınar Kür’ün uzun zamandır beklenen son romanından söz edeceğim.

Cinayet Fakültesi
Kendi yazılış hikâyesini içinde barındıran romanlar öteden beri hep hoşuma gitmiştir. Yazar bir yandan kurguladığı öyküsünü anlatırken, diğer yandan da, romana yukardan bir yerlerden bakar gibi, anlattığı öykü üzerine düşünceler üretir. Üst-kurgu dediğimiz bu teknik çağdaş yazarların sevdiği bir anlatım yöntemidir. Biz okurlar da, kendimizi yazarın zihnine girmiş gibi hissederiz.
Pınar Kür, geçtiğimiz haftalarda yayımlanan yeni polisiye romanı “Cinayet Fakültesi”nde böylesi bir teknik kullanmış. Büyük bir kısmı özel bir üniversitenin kampusunda geçen roman, bir dizi cinayeti konu ediyor. Cinayetleri, eski günlerden tanışan, emekli matematik profesörü Emin Köklü ile emekli bir emniyet görevlisi birlikte çözmeye kalkıyorlar. İlk başlarda sadece gazetelerden takip ederek üzerine fikir yürüttükleri cinayetler, bir tanıdığın ailesini de içine katınca durum değişiyor. İki amatör dedektif, bir anda kendilerini Ege sahilindeki tembel emeklilik günlerinden kopmuş, İstanbul’da dedektifçilik oynarken buluyorlar.
“Oynar” diyorum çünkü ilk başlarda kendilerini pek ciddiye almıyorlar, hatta profesör bazı detaylara girildiğinde hemen sıkıldığını söylemekten çekinmiyor, ayrıca ilerleyen yaşları yüzünden de çabuk yoruluyorlar; fakat olayların içine daldıkça enerji bulduklarını ve heyecanlandıklarını görüyoruz.
Roman içinde Roman
Basit denilebilecek bu öyküyü Pınar Kür ustalıkla derinleştiriyor. Yalın bir anlatım yerine romanın yazarını da romana dâhil ederek farklı bir gerçeklik yaratıyor. Romanın Akın adlı yazarı da, roman kahramanımız matematik profesörü Emin Beyin eşi – ya da eski eşi. Yazar ile profesör arasında geçmiş kavgalara ve kızgınlıklara dayanan bir ilişki var, elbette bu durum komik bir ortam hazırlıyor Pınar Kür’e. Her şeyden önce, yazarın romana hükmedici gücü var, oysa roman kahramanı bu güce direnme gereği duyuyor ve bu yüzden aralarında çekişme yaşanıyor. Yazar ile kahraman özellikle romanın sonlarında konunun gidişatı üzerinde hem fikir olmadıklarında ise tipik bir karı-koca kavgasına şahit oluyoruz.
Burada komik olan roman kahramanının kendi varlığı ile ilgili şüpheleri: sadece karısının yazdığı bir romanın kahramanı mı? Yoksa roman dışında bir benliği de var mı?
Kuşkusuz bu sorular cinayetlerle doğrudan bağlantılı değil. Pınar Kür’ün, yarattığı üst kurgu sayesinde, romanla ama özellikle de polisiye romanla alay ettiğini görüyoruz. Birkaç kez roman kahramanı yazara – yani karısına -- katil diyor. Elbette bunu söylemekte çok haklı. Bir cinayet romanı yazarı sadece bir kurgu yaratmakla kalmaz, yarattığı bazı karakterleri de öldürür. Burada gerçekler ile romanın gerçekliği tam anlamıyla birbirlerine karışıyorlar.
Deus ex Machina
Antik tiyatrolarda sahne üzerine tanrıların inmesi gerektiğinde, eski Yunancada “mechane” denilen bir aygıt kullanılırdı. Bir tarafında ağırlık olan kaldıracın diğer tarafına oyuncu iplerle bağlanır, ağırlık yukarı kaldırıldıkça da oyuncu gökten sahnenin ortasına inmiş izlenimi yaratılırdı. Yüce güce sahip tanrılar için başka bir sahne girişi düşünülemezdi. Genelde de, tanrı ya da tanrıça oyunun sonuna doğru, hak yerini bulsun diye ortaya çıkardı. İsa’dan önce beşinci yüzyıl tiyatrosunda kullanılan bu kaldıraç daha sonra Romalı yazarlar tarafından da kullanıldı. Latince “Deus ex Machina” (makineden çıkan tanrı) deyimi buradan kaynaklanır.
Bugün edebiyat eleştirisinde sık kullanılan bir deyimdir. Yazar, romanın sonunda olağanüstü bir durum yaratarak çözümlemeyi seçtiğinde buna Deus ex machina denir. Bu durumda çözüm kurgu içinden değil, yazarın yardımına dışından gelmiştir.
“Cinayet Fakültesi” romanını Kür, Deus ex Machina ile sonlandırılmış. Onca cinayet, bilinmeyen aile bağları, eski sevgililer, uyuşturucu ticareti, vb… derken romanın bitmesine yirmi sayfa kala bilgisayarın içinde kaybolmuş eski dosyalar bulunur ve tüm karışıklıklar son bulur. Üstelik bu dosyaları roman kahramanı bulsun diye koyan kişi de romanın yazarı Akın’dır. Pınar Kür bilinçli olarak romanın sonunda Deus ex machina fikri ile oynamış: sadece romanın çözülmeyi bekleyen soruları açısından değil, ayrıca yazarın tanrıya yakın konumu hakkında da düşünmeye itmiş okuru.
Gizem
Polisiye romanlar okurun ilgisini, zihinlerde önce bir takım sorular uyandırıp sonra da bunların yanıtlarını geciktirerek sağlar. Sorular genelde iki türlüdür: ilk başta kimin yaptığını merak ederiz, daha sonra da neden yaptığını öğrenmek isteriz. Bazı romanlarda kimin yaptığını hemen kestirebiliriz (aklıma Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanı geliyor, katilin kim olduğu belli olduktan sonra da heyecan bitmedi, asıl merak edilen bunu neden yaptığıydı.) Polisiye romanlar içinde nedenselliğe dayananlar kuşkusuz daha ilginç olanlardır. Cinayet nedeni ne denli karmaşık ise, o denli zevk alırız romandan.
“Cinayet Fakültesi”nde de okur katilin kendisinden çok nedenini merak ediyor. Öldürülen insanların çok farklı sosyal ve kültürel sınıflardan geliyor olmaları, farklı yaşlarda ve farklı ortamların insanları olmaları, ortak bir neden üzerinde durmak gerektiğini daha romanın ilk sayfalarında hissettiriyor.
Pınar Kür gerilimi canlı tutmak için çeşitli yollar deniyor romanda. Beni en çok etkileyen şey, yanıtları hemen vermemesi oldu; roman kahramanlarının şaşkınlık duyduğu anlarda bu şaşkınlık nedenini hemen açıklamak yerine okurun merakını körükleyen kısa bir nefes arası vermesi oldu. Örneğin roman kahramanı odaya ansızın girdiğinde sevgilisinin yatağında biriyle karşılaşıyor, bu kişinin kim olduğunu Kür açıklamıyor, bu oyunu birkaç sayfa sürdürüyor. Fakat sakladığı kişinin kimliğini tahmin etmemiş için ipuçları da koymayı ihmal etmiyor. “Görüş çizgimin tam ortasında, yatakta istifini bozmadan serilmiş yatan ise, kapıyı açtığımdan birkaç saniye sonra bir dirseğine yaslanarak hafifçe doğrulan, göğsünü kapatmaya gerek görmeden gözümün içine baka baka arsızca sırıtan ise…”
Kim olduğunu bu satırlardan anlamıyoruz, fakat “göğsünü kapatmaya gerek görmeden” sözleri içimize şüphe düşmesine neden oluyor. Bir erkek neden göğsünü kapatmak gereği duysun sorusu aklımıza takılıyor. Yoksa yataktaki bir erkek değil mi? Soru iki sayfa sonra yanıtlanıyor ama o satıra gelene kadar gizemli kişinin kimliğini deşifre etmeye çalışmak roman içinde hızlı sürüklenmemize neden oluyor. Yazar ustalıklarının bu tür küçük oyunlarla kendini gösterdiğine inananlardanım. “Cinayet Fakültesi” özellikle kısa süreli gizemlerle okurun ilgisini kaybetmemesini sağlıyor.


Cinayet Fakültesi/ Pınar Kür / Everest Yayınları / 2006 / 290 sayfa.

Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin Aralık sayısında yayımlanmıştır.

13 Ekim 2006

"İstanbul" Orhan Pamuk


İstanbul

Orhan Pamuk’un romanlarını okurken okur için yerleştirdiği bulmacaları çözmekten hep hoşlanmışımdır, ama bu dikkat – ya da zeka – testi gibi yerleri bulduğumu sandığım satırlardan hemen sonra Pamuk’un bu testi nasıl yerleştirdiğini anlatmasından da bir o kadar rahatsız olurum. Böyle yaparak Orhan Pamuk sanki “ey okur, bak sen anladın ve zekisin ama bu oyunun kurallarını ben koyuyorum ve ben daha zekiyim” demeye getirdiğini hissederim. Ve bu hiç hoşuma gitmez. Zaten kolayca anlaşılan şeylerin bir kez daha altının çizilmesi bence gereksizdir, ayrıca kendimi sıradan hissetmeme neden olur.
“İstanbul: Hatıralar ve Şehir” kitabında anlattığı, herşeye parmak kaldıran, öğretmenlerini ve belki sınıf arkadaşlarını bıktırırcasına her sorunun yanıtını bilen ve söylemek isteyen çocuk, tam da benim romanlardan tanıdığım Orhan Pamuk’a benziyordu. Çevresiyle zeka rekabetine giriştiğini söylemesi beni hiç şaşırtmadı, fakat bir başka şeyi daha görmeme yardım etti, o da, okur ile de aynı türden bir rekabete girdiğiydi.
Anılar
Anı kitapları neden ilgimizi çeker konusunu da düşünmemize yarıyor Orhan Pamuk’un “İstanbul” kitabı. Bir sanatçının zihninin nasıl işlediğini, nelerden etkilendiğini ve dünyayı nasıl gördüğünü anlamamız, sevdiğimiz sanatçıların eserlerini aydınlatan bir ışık görevi görüyor. Aile yapısı, politik duruşu da, ikinci derecede, romanlarda yarattığı kahramanlara ışık tutan bir öğe oluyor.
Ernest Hemingway, coşku ve macera dolu yaşamını romanlarına konu ederdi, bir bakıma, av merakı, boğa güreşleri, aşkları, seyahatleri onun yaratıcılığını besleyen şeylerdi. Hemingway tattığı marjinal yaşamlar yerine, Illinois, Oak Park’tan hiç ayrılmamış biri olsaydı romanlarını nasıl yazardı, diye sorabiliriz kendimize. Onun gibi bazı yazarların romanlarını, yaşamlarından bağımsız olarak düşünmek çok zordur, yaşadıkları ve tanıdıkları romanlarına konu olurlar.
Orhan Pamuk da yakın çevresini ve kendini romanlarına sık sık konu eder, ama Hemingway’den farklı olarak onun hayatı başka kıtaları, kültürleri içermediğinden romanlarında da onların izi azdır. Anılarını okurken Hemingway ile doğal olarak karşılaştırdım Pamuk’u, Hemingway’in aksine kendi soyadını taşıyan apartmanda geçen yaşamı boyunca hayattan değil hayallerinden ilham almış. Pamuk’un yaşam öyküsü, İstanbul’da doğmuş büyümüş burjuva bir okur için hiç yabancı değil, sokaklar, apartmanlar, aile içi ilişkileri, babaanne, hatta ağabeyi bile (en azından benim için) çok tanıdık.
Genelde anı türünde kitap okurken hep olduğu gibi kendi anılarımızı düşünmeye iten bir yönü var “İstanbul”un. Türkiye’de altmışlı, yetmişli senelerde büyüyen okur için, günden güne fakirleşen ve kalabalıklaşan bir İstanbul, yakılan köşkler ve yerine yapılan apartmanlar, gerçekleri yansıtıyor. “İstanbul”da Orhan Pamuk daha çok çocukluk yıllarını anlatıyor, yirmi yaşına geldiği, yazar olmaya karar verdiği noktada bitiriyor kitabı, bu yüzden de belki yetmişli yılların politik ortamını kitabın dışında bırakıyor.
Ama Asıl İstanbul
Aslında kitap başlığı gibi, Pamuk’un anılarından çok İstanbul’u anlatıyor. Orhan Pamuk’un İstanbul sokaklarındaki gezintisinde ona rehber olan birçok yazar ve ressam var, Gustave Flaubert, Theophile Gautier, Antoine-Ignace Melling, Ara Güler gibi sanatçı ve yazarlar ona eşlik ediyorlar ama en çok etkilendiği dört yazarın ismini özel bir ayırarak anlatıyor Pamuk, bunlar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Reşat Ekrem Koçu ve Abdülhak Şinasi Hisar. Bu dört yazar ve şairin İstanbul’unu anlattığı bölümler özellikle kitabın en güzel yerleri. Dante’nin İlahi Komedya’da Vergilius’un rehberliğine başvurması gibi Pamuk bu dört yazara başvuruyor, onların etkisiyle tanıdığı İstanbul’u anlatıyor.
İstanbul ile duygularını bir tek paragrafta (ama 5 sayfa sürüyor bu paragraf!) listelerken, hep hüzün duygusuna gönderme yapıyor (s. 95) melankoli ile hüzün arasındaki farka değindiği bu bölüm özellikle İstanbul ile Pamuk’un kendisini nasıl özdeşleştirdiğini iyice anladığımız yerler oluyor. Aslında kitabın başından beri İstanbul ve Pamuk içiçe geçerek anlatılıyor.
Ve Hüzün
Kitap boyunca “hüzün” sözcüğünün geçtiği her defayı işaretleyerek başlamıştım ama bundan çok kısa zaman sonra vazgeçtim çünkü neredeyse hemen her sayfada bir kez geçiyordu bu kelime. Bir noktadan sonra hüzünlü olanın İstanbul değil, küçük Orhan olduğunu anlıyoruz ve bu küçük çocuğun okurdan defalarca istediği şefkati ona karşı duymadan edemiyoruz.
Pamuk’un hüzünlü İstanbul’unda tek mevsim kış gibi, biraz da sonbahar var ama hiç mor salkımların, erguvan ağaçlarının neşeyle açtığı, boğazı bir renk cümbüşüne boyadığı bahar ayları ya da eskinin yaz aylarında coşan plajları yok. İlk aşkını bile çoğumuzun aksine yaz aylarında yaşamıyor, sanki havaların soğumasını bekliyor aşkının kendine uygun bir ruh haline gelmesi için. Kitap için seçilen siyah beyaz resimlerde de karlı, sisli, ıssız ya da kendine yabancılaşmış, hüzünlü İstanbul manzaraları var.
Orhan Pamuk “İstanbul”da, romanlarında yaptığı gibi bazı temaları sık sık tekrarlıyor. Bu temalar sanki bir senfoninin melodileri gibi farklı bölümlerde yeniden aynı sözcüklerle karşımıza çıkıyor. Yakılıp yok edilen yalılar ve köşkler ilk göze çarpan temalardan biri; aile servetini iflaslarla tüketen baba ve amca ve insanların aptallığı ise diğer tekrarlanan temalar arasında. Kitaptaki bütünlüğü sağlayan unsurların başında bu temaların tekrarlanması geliyor.
Aslında bu kitabı ilk elime aldığımda bunca güzel fotoğrafın saman kağıdına basılmış ve metin arasına sıkıştırılmış olmasına üzüldüm. Bu kitabın içinden bir anılar kitabı – ki bu türdeki kitaplar içinde birkaç aile resmi yerleştirmek yeterli olur – bir de Orhan Pamuk’un İstanbul kitabı çıkartılabilirdi, böylece sanat kitaplarından aldığımız tadı alabilirdik bu resimlerden. Ama sanırım Türkiye’de sanat kitaplarının baskı zorluğu ve satış sorunları yüzünden bu orta yolda karar kılındı. 268-271 sayfalardaki taşbaskıların dışında, diğer İstanbul resimlerine bakarken pek zevk almadım. Yine de, küçücük ve bulanık resimler belki de Orhan Pamuk’un hissetmemizi istediği hüzünlü İstanbul’u daha iyi anlatıyor diye düşündüm.
Orhan Pamuk “İstanbul”da sadece resim yaptığı dönemi anlatıyor ama resimlere bakışında yazarlığının oluşumunu da görmemizi sağlıyor. “Üstelik artık yeteneğim yavaş yavaş hak edilmiş bir hünere dönüşüyordu” (s.141) satırlarını okurken bu kitaptaki anlatımının da bir hünere dönüştüğünü düşünmeden edemedim. Kendi deyimiyle “hokkabaz” gibi yarattığı resimlerin ardından şimdi de iyice ustalaşmış bir kalemle yazıyor. İfadesini hep güçlü bulurdum Pamuk’un ama özellikle bu kitabında ustalaştığını kanıtladığını düşündüm. Ona, yazdıklarının içerdiği hüzün dolayısıyla şefkat duymak yerine, yazısının niteliğinden dolayı sevgi duymak daha doğru geliyor bana.

(Bu yazı 22 Ocak 2004 tarihinde Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanmıştır)

"KAR" Orhan Pamuk


KAR

Geçen hafta bir hastanenin koridorunda doktor randevumu beklerken, kapısı açık yan odada üç doktor Orhan Pamuk’un yeni çıkan kitabını tartışıyorlardı, kulak misafiri oldum. Durduğum yerden doktorların yüzlerini göremiyordum ama yaşlıca bir doktoru odaya girerken fark etmiştim; konuşmalardan, üçünün de kitabı yeni okumaya başladıkları belliydi. İçlerinden biri, sanırım yaşlı doktor, televizyonda izlediği bir röportajda Pamuk’un, kadınların kitabını okuyacağını ve seveceğini ama erkeklerin büyük bir olasılıkla romanı ne okuyacaklarını ne de seveceklerini söylediğini anlatıyordu arkadaşlarına. Şimdi ellerinde bu romanla görünmek erkekliklerine (üçü de erkekti doktorların) leke mi sürüyor diye şakalaşmaya başladılar.
***
Sanatçı ile sanatın tüketicisi arasında garip bir ilişki olduğunu düşünmüşümdür hep. Roman ya da şiir okurken, karşımda yazarı bir psikologun divanına uzandırmış, incelediğimi düşünürüm; zihninin işleyiş yöntemini, hangi dürtüyle yazdığını, bilinçaltını anlamak isterim. Bir sanat eseri, ister roman, tablo ya da müzik parçası olsun, sanatçının ve dolayısıyla insanın yaratıcı gücünün göstergesidir. Bir eseri anlayarak, onun hakkında düşünerek, insan hakkında bir şeyler anlamaya çalışmak çok doğaldır. Hayalgücünün nerelere gideceği, bir yaşamda edinilebilecek deneyimlerin ötesinde yaşam hakkında bilgilerle doludur; yaşamı aşan bir boyuttur. Immanuel Kant’ın “Yargı gücünün Kritiği”nde söz ettiği gibi aşkın (transandantal) bir durum yaratır, bunun anlamı nesnelerle değil, genel olarak nesneleri önsel ya da sezgisel olarak bilişimizle ilgili oluşudur.
Bütün bu sanatı anlama ve “hissetme” boyutuna daha önce hiç düşünmediğim yeni bir boyut eklendi, bu da sanatçının yoğun olarak sevilme isteğiydi. Sanatçı ortaya koyduğu eserle sadece anlaşılmak değil, belki bir ölçüde de sevilmek, beğenilmek istiyordu, hatta daha ileri gidip, biz tüketiciyi baştan çıkarmayı bile arzuluyordu için için. Bir eserin cazibesine kapılmamızı ve dolayısıyla sanatçı ile duygusal bir ilişkiye girmemiz için kapılar açılıyordu önümüzde.
Sanatçıyı ön plana çıkaran akım Romantizm olmuştur. 18. yüzyıldan önceki sanat akımlarında sanat eserinin, yaratıcısının önünde olduğunu görürüz. Romantizm ile klasik sanatın düzen, uyum, denge, ussallık, idealleştirme gibi ilkelerine karşı çıkılmış, bunların yerine öznellik, akıldışı, düşgücü, kişisellik konmuştur. Sanattaki yeni öznellik boyutuyla da doğal olarak sanatçının kendisini ortaya koyması ve benliği, ruh hali araştırma konusu olmuştur. Akıl süzgecinden geçirilmiş anlama yetisi yerine de insanın doğru olanı sezgisel olarak anlaması gelmiştir, bunda zihnin yaratıcı gücü – hem yaratan kişi yani sanatçının hem de sanatı “tüketen” kişinin – yeni bir noktada buluşmalarını sağlar.
Bu buluşma noktasına Orhan Pamuk çok bilinçli olarak getiriyor okurunu. Romanlarında sadece kendine benzer başkahramanlar koymakla kalmıyor, kendini de arka planda, biraz perde arkasında kalsa da varlığını hissettiriyor. “Benim Adım Kırmızı” ve “Kar” romanlarında Kara ve Ka karakterlerinde yazarı bulmamızın ötesinde, bir de Orhan adlı bir gizli anlatıcının varlığı okurların yazara doğrudan ilgi duymalarını sağlıyor. Bütün romanın kurgusal alt yapısında gerçeğe dair bir temel bulma sanırım okuru yazara da başka boyutlarla yaklaştırıyor: en başta da merak. Başka yazarların romanlarında hiç konuşulmayan konuların konuşulmasına neden oluyor: gerçekten Kars’a gitti mi Pamuk? Gerçekten bir aşk yaşadı mı? Eskiden solcu muydu? Tanrıyı buldu mu? gibi soruların okurun aklına takılmasına neden oluyor.
Halbuki bu sorular romanla hiçbir şekilde bağlantılı sorular değil. Bir roman, en gerçekçi roman bile, gerçek değildir. Kars hakkında roman yazmak için Kars’a gitmek gerekmez, diyelim ki Kars’a gitti orada bütün gün uyumuş olabilir, hiçbir Karslı ile tanışmış olması da gerekmez. Bunlar romanın değerini eksilten öğeler değildir hiçbir zaman. Romanda bahsedilen yer asla gerçek Kars olamaz – bu yüzden Karslıların romanda kentlerinin kötü tanıtımı yapıldığı için üzülmeleri çok gereksizdir. Nasıl bir yağlı boya tablodaki elma – ne kadar iştah açıcı olursa olsun – yenilemez ise, ve yenilemez oluşu ressamın bir kusuru olarak görülemez ise, bir romandaki yer ve kişiler de aynı derecede gerçekten uzaktır.
Bu yazı da romandan çok yazarından bahsettiği için belki aynı hataya düştü. Haftaya “Kar”ın ayrıntılı incelemesiyle devam edeceğiz.


KARS
KAR
KA...

İnsanların yaşadıkları yerle ilgili bir aşağılık kompleksi hissetmeleri ne denli yaygındır? Kars’ta ve küçük bir kısmı Frankfurt’ta geçen “Kar” romanında Pamuk bu olguyu ele alıyor. “Belki de hikayemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını anlamak ne kadar mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler içinde yaşayanları ne kadar anlayabiliriz? Anlamak eğer kendimizi bizden farklı olanın yerine koyabilmekse dünyanın zenginleri, hakimleri, kenarlardaki milyarlarca garibanı hiç anlayabildiler mi? Romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı hayatındaki karanlığı ne kadar görebilir?” (s. 259)
Romanda sözü edilen en büyük acı, bir taşra kentinin soluk ve dikkat çekmeyen yaşamından kaynaklanan ezikliktir. Neredeyse tüm roman kahramanları bulundukları yerden dolayı bir eziklik hissettikleri için burada olmalarının nedenini hepsi bir başarısızlık öyküsüyle dile getirir. Ya mutsuz bir evlilik ya üniversite giriş sınavlarında ancak Kars eğitim enstitüsüne yetecek puan gibi, herkesin burada bulunuş öyküsünde bir başarısızlık yatar ve roman kahramanlarının hepsi, öykülerini, biraz da kendilerine acıyarak dile getirirler.
Almanya’ya onaltı yıl önce politik sığınmacı olarak yerleşen roman kahramanı Ka ise, yıllardır göçmen olarak hissettiği ezikliği Kars’ta karşılaştığı insanlardan gizleyerek bir nebze onlara üstünlük sağlamaya çalışır. Merkezden uzak yaşayan küçük şehrin, küçük insanlarını, sadece yoksul ve “başarısız” yaşamlar sürdükleri için değil, kendileri oldukları için de küçümser. Kendi yalnız ve mutsuz hayatında tek olumlu yan burada kalmak zorunda olmamasıdır, sevdiği kadına da sunacak tek şeyi onu buradan götürme vaadidir. Halbuki romanın başında bize aktardığı Frankfurt yaşamının sonra pek de parlak olmadığını görürüz; bir küçük odada, yalnızlık içinde geçen yıllar boyunca hala Almanca’yı öğrenemediğini ve Avrupa’daki işçilerle ortak yanı bulunmadığı için terk edilmişlik duygusuyla yaşadığını anlarız. Birçok göçmen gibi, artık ne buraya (annesinin ölümüyle buradaki son bağları da kopar) ne de tam anlamıyla oraya aittir.
Fakat Kars’ta bir bütünlük bulur. Bu da onun seneler sonra tekrar şiir yazmasına neden olur. Küçümsediği – “küçümsemek” kelimesinin bu kadar sık kullanıldığı başka bir roman okumadım herhalde – insanların, özlem duyduğu bütünlük duygusuyla yaşadıklarını fark eder, bu duyguyu da ancak Kars’tan yanında en önem verdiği şeyi –İpek’i – beraberinde götürerek gerçekleştirebileceğini sanır. İpek’in onca güzelliğine ve kusursuzluğuna rağmen kendisiyle birlikte Almanya’ya gelmesini isteme cesaretini de İpek’i bu unutulmuş yerden onu kurtardığını düşünerek bulur.
Romanda belki de Kars’ta bulunmaktan dolayı en az rahatsızlık duyan kişi İpek’in babası Turgut Bey’dir. Roman boyunca çok az tanıtıldığı ve çok az söz verilmesine rağmen, bir ölçüde okurun en sevecenlikle yaklaştığı karakter olarak dikkat çeker. Kendi seçimiyle Kars’ta olması gibi, diğerlerinin, özellikle kızları İpek ve Kadife’nin özgür seçim yapmalarına izin verir. Kars’taki bütünlüğü ve aile duygusunu sağlayan temel unsur odur.
Gizli Simetri
Orhan Pamuk’un romanlarında dikkat çeken simetri “Kar”da özellikle kendini çok hissettiriyor. Romanın altında yatan matematik formülü çözmek, romanı anlamak ya da sevmek için hiç gerekli değil tabii ki, fakat yapısal düzenin biçemi ortaya çıktıkça okur daha fazla zevk alıyor kitaptan.
İlk başta göze batan kuşkusuz 19 rakamı. Ka, Kars’ta bulunduğu günler içinde 19 tane şiir yazıyor, onuncu şiirin adı “Ben, Ka”, yani bu şiirden önce 9 tane, sonra 9 tane daha şiir yazıyor, gerçek anlamda tam ortaya kendini koyuyor. Ayrıca simge olarak ele aldığı kar tanesinin 6 köşesi var, herbirinin ucunu da 3 bölgeye ayırıyor, böylece 6 x 3 = 18, ortada “Ben, Ka” ile bu sayı da 19’a çıkıyor. 19 sayısının İslamiyet için mucizevi rakam sayılmasından kaynaklanıyor mu bilemem (Cenk Koray “19 mucizesi” Altın Kitaplar, 1996) ama teolojide sayıların mucizesi yüzyıllardır düşünürleri epey meşgul etmiştir. Tanrısal düzenin mucizevî dokusu, kusursuzluğu, evrenin akıl almaz bir matematik formül üzerine oturduğunu düşündürmüştür birçok insana.
Bu konu biraz kitabın dışına taşsa da, Pamuk’un bir mimar gibi yapısal temel hazırladığı kesindir, ayrıca buradan mistik anlamlar çıkarmamız da kitabın yapısına pek ters düşmeyebilir. Bir başka sayısal oyun da, Ka’nın Almanya’da kaldığı 12 yıldır. Bundan önceki yaşamını silik bir hayal gibi görürüz sadece. 12 yıl boyunca 2 kadınla birlikte olması da rastlantı değildir. İlk 4 seneyi geçirdikten sonra Nalan ile, bir 4 yıl sonra ise Hildegard ile birlikte olmuş, İpek’le birlikte olmadan önce 4 yıl geçmiştir. Dört yılda bir gelen 29 şubat gibi hayatını belirleyen aşklar bunlardır. Kars’ta 4 gün kalması, 4 yıldır yazamadığı şiirleri bugünlerde yazması da bu sayısal düzenin bir parçasıdır. Elbette tam 4 yıl sonra, yine karlı Frankfurt sokağında öldürülmesi (aslında karlı olup olmadığını bilmiyoruz ama Ka’nın dostu Orhan gittiğinde Frankfurt karlıdır) Ka’nın yaşamını belirleyen 4’lü yılların son halkası olur.
Güzellik
“Cevdet Bey ve Oğulları”nda ailenin gelini, “Benim Adım Kırmızı”da Şeküre gibi “Kar”da da kusursuz güzellik simgesi haline dönüşen bir kadın vardır: İpek. Romanın başından beri olayların çözülmesinde önemli rol alacağını bildiğimiz Kadife (adının ilk hecesi yüzünden) Necip ve Fazıl’ın gözünde kusursuz güzelliği temsil ederken, İpek de Ka ve Orhan açısından bakıldığında böyledir. Romanın başından beri güzel olduğu söylenen İpek’in ilk betimlemesi sadece 174. sayfada gelir “hafif şehla iri ela gözleri” onun güzelliği hakkında öğrenebildiğimiz tek şeydir. Bunun dışında anlatılanlar, demode kalın kemeri, “sepetteki ekmeği yoksul evlerinde yapıldığı gibi kalın kalın kesmesine, daha da kötüsü, bu kalın dilimlerden bolkepçe lokantalarında yapıldığı gibi bir piramit yapması...” (yine küçümseme, ama bu Ka’nın fark edeceğinden çok Orhan’ın ayırt edeceği bir nüans belki), bir çikolata kutusunda sakladığı takıları... sık sık güzel olduğu söylenen bu kadını güzel bulup bulmamakta tereddüt eder okur, çünkü bir tek açıdan bakılan bir güzelliği temsil ediyordur, dinamik bir güzellik yerine, tam anlamıyla statik, bir tek yönüyle gösterilen bir kadın imajıdır. Boyuttan yoksun, bir minyatürün içine hapsedilmiş güzellik gibidir. İpek’i her gördüğünde Ka’nın (daha sonra Orhan da aynı şeyi söyler) hatırladığından daha güzel bulması da onun güzelliği konusunda bir şüphe yaratır. Halbuki hiç şüphe duyulmayacak denli çok söylenir güzel olduğu.
Pamuk’un romanlarında güzelliği ele alışı, özellikle güzel olarak tanımladığı kadınlar bağlamında, yazarın güzel tanımını ve dolayısıyla da estetik kuramını anlamak açısından incelenmesi gereken bir boyuttur. Güzellik, bu romanda hem kadınlar hem de kar tasvirlerinde tamamen biçimsel bir ifade bulur. Güzellikleri biçimleriyle ilgilidir; romanda başka hiçbir şeyden bu yalınlıkta bahsedilmez, biçimsel olanın ötesinde, ifade ve sezgiler de değerlidir. Bu da yazarın salt güzelliği ulaşılmaz bir değer olarak mı sunduğu sorusunu doğurur.
İkilemler
Orhan Pamuk’un kahramanlarında çok sık rastladığımız bir başka olgu da karşıt duyguları aynı anda hissetmeleridir. Dostluk-düşmanlık, sevgi-nefret, inanç-inançsızlık, bunlar bir arada hissedilebilen duygulardır, birlikte varolmaları kahramanları zayıflatacağı yerde zenginleştirir. Kahramanların davranışlarını bildiğimiz gibi, o davranışlarda bulunurken neler hissettiğini de biliriz, bu Pamuk’un romanlarına büyük yakınlık duymamızı sağlar. Bizden bir şey saklamadığı hissine kapılırız, kendi payımıza düşen sevgi-nefret ilişkisine gireriz kahramanlarla.
Anlatıcı olarak yazarın kendisini hissettirmesi bu yakınlığı körükler. Ka’nın şiirini okuduktan sonra İpek’e sevip sevmediğini birkaç kez sorması, Necip’in Ka’ya öyküsünü okuduktan sonra ne düşündüğünü sorması gibi, Orhan aracılığıyla yazar da bize soru yöneltir. Benim yanıtım: çok sevdim.
Romanda biraz hayalkırıklığı yaratan teoloji tartışmalarının çok gerçekçi ve aşırı gündelik konuşmalar tarzında verilmiş olmasıydı. Daha derin ilahiyat tartışması Kars için gerçekdışı kalabilirdi ama romana da kuşkusuz derinlik verirdi.

Benim adım Kırmızı

RENKLER ve İMGELER

“Kırmızı olmaktan ne de mutluyum! İçim yanıyor; kuvvetliyim; fark edildiğimi biliyorum; bana karşı koyamadığınızı da.
Saklanmam: Benim için incelik, zayıflık ya da güçsüzlükle değil, kararlılık ve iradeyle gerçekleşir ancak. Kendimi ortaya koyarım. Başka renklerden, gölgelerden, kalabalıktan ya da yalnızlıktan korkmam. Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak.”

“Bunu idrak eder etmez O’na yakın olduğumu korku ve mutlulukla sezdim. Hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak bir kırmızı rengin varlığını o sırada huşu içinde hissettim. (...) Her yeri kaplayan ve içinde alemin bütün görüntülerinin oynaştığı öylesine harika ve güzel bir kırmızıydı ki bu yaklaşan, onun bir parçası olmak ve O’na bu kadar yakın olduğumu düşünmek gözlerimdeki yaşları hızlandırdı.”


Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı” İletişim © 1998.



Renkleri anlatmak yazarların ilgisini çeken bir konu olmuştur. Bir renk körüne ya da renkleri hiç tanımamış (görmemiş) birine, mavi ya da kırmızı nasıl anlatılabilir? Belki dilin sınırlarını zorladığından, belki de sadece başka duyulara gönderme yaparak, benzetmeler aracılığıyla anlatılabileceği için, edebiyatın ve özellikle de şiirin sevgili konularından biridir. Her kişinin kırmızıyı aynı algıladığından asla emin olamayız. Baş ağrısı gibi sadece kişi tarafından algılanır ve ancak diğer insanların da aynı algıladığı tahmin edilebilir.
Renklerden söz ederken Stendhal’in klasik romanı ilk akla gelen örneklerden biridir. “Le Rouge et Le Noir” (“Kırmızı ve Siyah”), Restorasyon dönemi Fransız toplumunun karamsar bir tablosunu çizer. Romanın başlığı, başkahraman Sorel’in yaşamındaki ikileme gönderme yapar: Sorel, orduyu simgeleyen kırmızı ile kiliseyi simgeleyen siyah arasında seçim yapmakta zorlanır. Sorel’in kişiliği de ikiye bölünmüş gibidir. Bir yandan küçük burjuva maddeci değerleri, politik çıkarcılık ve bunların getireceği kolay elde edilebilir başarı ona göz kırpar, diğer yanda da karar vermesini engelleyen korku vardır.
Bir tek renk ile birçok imge canlandıran Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanı ise bu konuya belki de en iyi örnek.
Steven Spielberg’in “Schindler’in Listesi” filminde, siyah-beyaz resim kareleri arasında kırmızı paltosu ile dolaşan küçük bir kız – çok da farkında olmadan –izleyenlerin yüreğine su serpercesine askerlerin arasından geçip bir evden içeri sıvışıyor ve bir an için ölümden kurtuluyordu. Bundan bir sonraki sahnede Nazi subayı toplama kampına yollanacak kuyrukta bekleyen yaşlı bir kadına “Kaç yaşındasın büyükanne?” diye sorduğunda yönetmenin “kırmızı şapkalı kız” masalına gönderme yaptığını anlıyorduk. O renksizlik içinde yaşam belirtisi gibi görünen kırmızı aslında, amaçsızca yok eden ölümdü; küçük kızın kırmızı palto giymiş cesedini bir el arabasına yüklenmiş görünce anlatılanların hiç de masal olmadığını anlayacaktık.
Kırmızı paltolu küçük kız, “Benim Adım Kırmızı” romanını okurken her nasılsa aklıma geldi. Pamuk da, Spielberg gibi siyah-beyaz bir dünyada uçuşan kırmızı kuşak ile öyküleri birbirlerine bağlamıştı. Romandaki bütün karakterleri aynı siyah-beyaz dünyanın içinde oynatarak tek renk olarak kırmızıyla renklendirmişti. Pamuk’un Kırmızı’sı, pespembeden vişne çürüğüne, kanlı savaş sahnelerinden kiraz dudaklara, et renginden kızıl güllere, kırmızının olası tüm tonlarını ve duygularını içine alan bir yelpazede canlanıyordu. Bir tek kırmızıyla birçok farklı imgeyi yaratıyordu; kitabın sayfalarında kırmızı her şekle girecek, her tonda karşımıza çıkacaktı.
Kitaptaki ilk “kırmızı” sözcüğü “Hasan amcamın kırmızı kılıcı” bağlamında geçer, fakat bundan önce de okur kırmızı ile tanışmıştır: ilk bölüm, “Ben Ölüyüm”, kafatası parçalanmış kanlar içinde yatan bir cesedin anlatımıdır. Bu bölümün hiçbir yerinde “kırmızı” sözcüğü geçmese de bölüm, kırmızı içinden çıkarak ulaşır bize, kanlar içinde yatan ceset ile dünya arasında kırmızı bir perde vardır. Romanın “kamerası” sanki kıpkırmızı bir cepheden çekiyordur görüntüleri.
Romanda 19 karakter canlanır. Birçoğu insan, bazıları ise canlanıp dillenen ağaç, köpek, para gibi canlı ya da nesnelerdir. Elbette bunların içinde en ilginç olanı yine kırmızıdır. Kitabın 31. bölümünde canlanan Kırmızı, sadece bir kez dillenir, fakat kitabın tümünde zaten vardır, bütün bölümleri birbirine bağlayan kuşaktır. Benim Adım Kırmızı başlığıyla renk kendini anlatır ama ağaç ve köpek gibi kendi başına bir varlığı olamayacağı için, sadece sıfat olarak nelerin içinde (ve üzerinde) olacağını, varlığıyla nesneye neler katacağını dile getirir. “Renk gözün dokunuşu, sağırların müziği, karanlıkta bir kelimedir. On binlerce yıldır kitaptan kitaba, eşyadan eşyaya rüzgârın uğultusu gibi ruhların konuştuklarını dinlediğim için benim dokunuşumun meleklerin dokunuşuna benzediğini söyleyeyim.”
19 karakterden Ester dışında hepsi, siyah-beyaz dünyalarını anlatırlar. Anlattıklarının içinde geçen tek renk kırmızıdır. Sadece Ester’in gördüğü dünyada Çin ipeğinden yeşil, mavi, mor atlas kumaşlar ve sarı ev vardır. Sadece onun dilinden anlatılan bölümlerde diğer renkler sözcük olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle belki de kitabın en dünyevi karakteri olmaya adaydır. Belki de romanın İstanbul dışına açılan penceresidir, gemilerle Doğudan ve Batıdan gelen renkleri buluşturan karakterdir. Kitaptaki asıl renk uzmanı nakkaş Kelebek ise, kendi anlatımlarında renk tasvirlerine girmez; sayfalar üzerinde kanat çırparak resmi şenliğe dönüştürdüğü halde, romanda onun ağzından dinlediğimiz öykülerde renk yoktur. Bunun nedeni, Kelebek kendi yaptığı bir resmin içinde değil, romanın tüm kahramanları ile birlikte siyah-beyaz tablonun içindedir.
Roman boyunca kılıç olduğunda ölümü, kiraz dudaklar olduğunda güzelliği anlatan kırmızı, son bölümde de “İstanbul’da bir yüz yıl açan nakış ve resim heyecanının kırmızı gülü de işte böyle soldu” sözleriyle de dönemini kapatan resmin ve sanatın kendisi haline gelir. Orhan Pamuk’un kırmızıyı neredeyse tek başına romandaki tüm imgeler haline sokması edebiyatta az rastlanan bir örnek olarak gösterilebilir. Tabii kırmızı dışında minyatürlerin doğasıyla ilgili başka özellikleri de romanın yapısı içine yerleştirir. Örneğin, perspektiften yoksun minyatürler gibi, roman da bir tek açıdan bakılarak yazılmıştır; çokseslilik gibi görünen farklı karakterlerin ağzından anlatmaca, yazarın aldatmacasıdır. Bütün roman Kara’nın (romanın siyah-beyaz özelliğini tekrar vurgular) açısından anlatılmıştır: “Ben Eniştenizim” bölümünü dile getiren kişi aynı zamanda, baba, dede veya üstat olmasına rağmen, kendisini enişte olarak bir tek bakış açısına hapseder. Şeküre ise her açıdan bakıldığında güzeldir, bu da ona her açıdan bakılmadığını ispatlar ancak.


(Bu yazı Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanmıştır, dostlarım istedikleri için buraya ekledim. akb)

28 Haziran 2006

Umberto Eco


YAZIN SANATI – KİTAP EKİ #854
29 Haziran 2006 -- Asuman Kafaoğlu-Büke


GÜZELLİĞİN TARİHİ

“Bir düşünelim hele, güzelin kendisini, sade, saf, katıksız, insan teninin, renklerin ve daha bir sürü müzahrefatın kirine buluşmamış güzeli, kendi olduğu gibi görebilen, formunun biricikliği içinde temaşa edebilen bir insan neler duyar acaba? (…) Diyorum ki, insan doğasını bu nimete kavuşturabilmek için Aşktan daha iyi bir yardımcı zor bulunur.”
Platon “Şölen”

Yüzlerce yıldır filozoflar güzelliği bir türlü tanımlayamazken, birileri çıkar, kesin ve şaşmaz bir cesaretle dünyanın en güzel kızı unvanıyla her yıl bir genç kızı taçlandırırlar. Aslında güzellik yarışmalarına biraz dikkatle baktığımızda, güzeller tanıtılırken yan alt köşede bir sürü sayının da güzelliği anlamamız için belirtildiğini görürüz. Yaşı, boyu, beden ölçüleri gibi rakamlar, ilkçağdan beri filozofların da – özellikle Pitagorasçı düşünürlerin – söyledikleri gibi, ölçü, orantı, düzen ve öğeler arasındaki uyum gibi temellere dayanır.
Güzel ve Çirkin
Her insan, gün boyunca “güzel” ve “çirkin” sözcüklerini sayısız kereler kullanır, buna rağmen neden bazı şeyleri ve kişileri güzel olarak tanımladığını bilmeden kullanır bu sözcükleri. Güzellik nedir? Bir kişiyi ya da nesneyi güzel yapan öğe hangisidir? Güzel olmayan bir bütün içinde, bir öğe kendi başına güzel olarak algılanır mı? Genelde, güzelliğin bir bütünden söz ederken kullanılması daha yaygındır ama örneğin, çirkin bir kadının güzel gözleri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüzün en sevilen yazar ve düşünürlerinden Umberto Eco, yine olay yaratacak güzellikte bir kitapla, “güzel” üzerine Batı kültür tarihi boyunca düşünülen, yazılan, resmedilen olgulardan yola çıkarak, güzelliğin serüvenini anlatmış. İlkçağdan günümüze kadar, farklı güzellik kriterlerini dile getirmiş. Eco çok geniş okur kitlelerinin ilgisini çeken ve hemen herkes tarafından anlaşılacak kitaplar yazmasına rağmen, anlaşılır olmak uğruna seviyesini düşüren bir yazar olmamıştır. Bu kitapla bunu bir kez daha kanıtlıyor.
“Güzelliğin Tarihi,” zihnimizde güzelliği temsil eden tablolar, heykeller ve fotoğraflara açıklık getiriyor. Kitapta ayrıca, felsefe ve edebiyat tarihinin bilinen metinlerinden geniş alıntılar yer alıyor. Kitabın giriş yazısında Eco, kendi güzellik anlayışını da anlamamızı sağlayan bir önsöz ile başlamış. Gündelik kullanımında “güzel”in anlamının yanı sıra yazar, estetik kuramlarını da ele alıyor. Burada güzeli tanımlarken, sadece estetik bir değerlendirme olarak değil, tüketim toplumunda arzu edilene duyulan eğilim olarak da değerlendiriliyor.
Kitabı elime alır almaz benim ilgimi çeken bölümlerin başında “Yücelik” kavramı geliyordu ve hemen açıp bu bölümü okudum. Eco’nun, aslında çok karmaşık olan Kant’ın güzellik ve yücelik olgularını ne denli sade bir dille anlattığını görünce hayranlık duymadan edemedim.
Tanrıçalar
Aslında dünyevi güzelliklerle ulvi güzellikler önceki çağlarda kesin çizgilerle birbirinden ayrılmışlar, sıradan insanlar değil, ancak soylular tanrısal güzellikten bir parça taşıyan yanlarıyla sanata konu olmuşlar. Bu durumda güzel, tarih boyunca belki de en çok tanrıçalar için kullanılan bir sıfat olmuş. Günümüz tanrıçalarına da Eco, aralarında Brigitte Bardot ve Monica Bellucci’nin bulunduğu kadınları göstermiş. Bu açıdan bakınca, Venüs ile başlayan bir zincir, güzelliğe tapınma nedenlerimizi açıklar hale gelmiş. Çağdaşımız “tanrıçalar”, bir bakıma daha önceki çağların tanrıçalarına benzer pozlar vererek zihnimizdeki ulaşılmaz yerlerini sağlamlaştırmışlar.
Umberto Eco antik çağlardan beri güzelliğin izini sürerken, kronolojik olarak güzelliği her dönem temsil eden tanrıçaların resimlerini yan yana vermiş. Böylesi bir zincirin son halkaları olarak örneğin Playboy dergisine verdiği ünlü pozda Marilyn Monroe’yu görmek, aslında Batı kültürünün nasıl da şartlanmış bir güzelliğe bize hazırladığını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu ilk bölümlerin ardından güzelliğin nesnel ya da öznel bir değerlendirme olduğuna ilişkin tartışma ise, öznellik konusunun yeniden tartışılmasının gerekliliğini gösteriyor. Bu kitapta bana en çarpıcı gelen şey, öznel değerlerimizin, zevklerimizin, haz aldığımız objelerin aslında ne kadar da öğretilmiş değerler üzerine kurulu olduğunu görmek oldu.
Ruhsal Güzellik
Çağlar boyunca güzellikten söz ederken tabii ki sadece fiziksel ölçüler temelinde ele alınmamış konu. Güzellik sadece gördüğümüz ile ilinti olsa, sıkıcı derecede sıradan olurdu. Platon çok yerde, dillere destan çirkinliğiyle Sokrates’in “iç güzelliği” sayesinde parladığını yazar. Ayrıca yine Pitagoras felsefesinin etkisiyle, matematiksel formüllerin ve geometrik şekillerin güzelliğinden de söz eder.
Umberto Eco, İlkçağ, ortaçağ ve Rönesans dönemlerindeki güzellik anlayışlarını bilimsel gelişmeler ile din etkisiyle ele almış. İlkçağda orantı, uyum ve düzen dengesinin güzel tanımındaki etkisini gösterdikten sonra, Ortaçağ ve Rönesans’ta ruhsal ve ahlaksal güzelliklerin ön plana çıktığını altını çizmiş. Her dönemde güzellik anlayışının etki altında kalışını gösterdiği için de, gerçek anlamda güzelliğe her yönüyle bakabilmiş. Tanrısal olandan, sıradana, popülere ve hatta sanatta işlenen tiksindirici konuların “güzellik”lerine de değinmiş.
Kitabın ilginç bölümlerinden biri, plastik sanatlarda güzelliğin ifade buluş biçimini açıkladığı sayfalar. Bunların başında, ışığın kullanımı geliyor. Özellikle Meryem ana ve İsa tasvirlerinde ilahi ışığın karanlık yeryüzünü aydınlatması yücelik duygusunu coşturan bir öğe olarak kullanılmış.
Kitabın belki bu anlamda bir tek eksikliği sadece Batı kültürü ve Hıristiyanlık temelinde güzelliği değerlendirmiş olması fakat bunun nedenini önsözünde açıkladığı için, eleştirmek haksızlık olur; yine de, diğer kültürlerin güzellik anlayışlarını da karşılaştırmalı olarak en az bir bölümde sunmasını bekledim.
“Güzelliğin Tarihi”ni Ali Cevat Akkoyunlu çok güzel çevirmiş, ayrıca alıntı yapılan metinlerin çevirileri de, Eco’nun metni ile çok uyumlu. Bence kitabın bir tek eksikliği isimler dizinin olmayışı. Bunun yerine çok gelişmiş, bölüm alt başlıklarını da gösteren bir içindekiler konmuş kitaba ama bence yeterli olmamış. Bu tür referans kitaplarında dizin çok gerekli.
Veda Notu
Sevgili okurlarım, Ocak 2001’den beri sürdürdüğüm Yazın Sanatı köşesine bir süreliğine ara veriyorum. “Güzellik” dolu günler dileğiyle, hoşçakalın.

Güzellik Tarihi / Umberto Eco / çev.: Ali Cevat Akkoyunlu / Doğan Kitap / 2006 / 438 sayfa.

22 Haziran 2006

Osman Akalın

YÜKSEKLERDE


Son yıllarda çok fazla romanda güneydoğuda askerlik temasını görmeye başladık. Bu romanlarda anlatılanlar sadece askerlik sırasındaki doğanın ve yaşam koşullarının zorluğu değil, bir de ruhsal açıdan erin ya da subayın yaşadıklarıydı. Bu türe eklenen bir yenisi de Osman Akalın’ın “Yükseklerde” adlı romanı.
Doğuda görev yapmak
“Yükseklerde” ilk başlarda bir aşk romanı olarak başlıyor. Doğubeyazıt civarlarında bir köyde öğretmenlik yapan Ayşe adındaki Kırşehir’li bir genç kadını anlatarak başlıyor. Roman boyunca bu yörede görev yapan, ailelerinden uzak doktor, subay ve öğretmenlerin yalnızlıkları dile getiriliyor; kendi çevrelerinde belki de dost olmayacak bu insanlar, ortak sorunlarla birlikte, birbirlerini anlıyor hatta dost oluyorlar.
Ayşe şikâyet eden biri değil, burada olmak tamamıyla kendi seçimi. Ayrıca hayatına uyum sağlamak için çaba gösteren bir kadın. Öğrencilerine ve köylü halka uzak durmuyor, fakat yine de yalnızlık çekiyor. Osman Akalın, yer yer roman karakterlerini kendi ağızlarından dile getirmiş, bunun için farklı teknikler kullanmış: mektup, günlük, diyalog gibi. Bir yandan Ayşe’nin duygularını günlüğünden öğrenirken, ona gelen mektuplardan da ailesi ve geçmişi hakkında bilgi ediniyoruz. Bu bölümler özellikle Ayşe’nin ve ailesinin kültür yapısını anlamamız için yardımcı oluyor. Romanın ilk başlarındaki bu anlatıyı ben romanın kendi dili sanıp, çok zayıf bulmuştum. Sözgelimi, “ölürüm ben senin düşüncelerine” gibi sözler ve ablasının yazdığı mektup, bana çok arabesk gelmişti. Ama ilerleyen sayfalarda bunun roman karakterleri arasında farklılığı ortaya koymak için olduğunu anlayınca romanı sevdim.
Konu şöyle ilerliyor: Ayşe’nin hayatına, orada askerliğini yapan, İhsan adında bir subay giriyor. İhsan, diğer roman karakterleri tarafından kusursuz bir asker, daha sonra da kusursuz bir erkek olarak aktarılıyor. Her zaman doğru kararlar veren, emrindeki erlerin hayranlık duyduğu, sert mizaçlı biri. Daha sonra öğreniyoruz ki, Ayşe ile girdiği ilişkisi de zorunluluktan kaynaklanıyor, aşktan değil.
Sevilen Kadın/Horlanan Kadın
Akalın, birbirine zıt karakterde iki erkek tarafından aynı kadının nasıl da farklı görüneceğine dikkatimizi çekiyor. Onu seven erkek tarafından, esprili, anlayışlı, ulaşılmaz görünürken, diğeri tarafından kalın sesli, kaba konuşan, sahte gülümsemesi olan ve olur olmaz her şeye gülen bir kadın olarak anlatılıyor.
Romandan bir aşk hikâyesi anlattığını söyleyerek başladık ama aslında romanı ilginç kılan öğretmenle subayın aşkı değil. Roman aşk öyküsünü yarıda kesip, aniden Şahsenem adlı genç bir kızın “Kan Kalesi” adı verilen dağa çıkışıyla yön değiştiriyor. Katıldığı bir grup kadın, sınırdan insanları geçirmek için kurulmuş örgütün bir kolu.
Şahsenem ilginç bir karakter, eve geç geldiği için babasından dayak yiyen ve bu yüzden dağa çıkan biri. Fakat kısa zamanda anlıyor ki, burada da kaderi değişmiyor “her yerde dayak yedikten sonra oturur evimde babamın dayağını yerdim” diye düşünüyor. Karın içinde kazdığı çukurda saklanan genç kız, itirafçı olmayı da düşünmüyor değil, ama “itirafçı olsam neyi itiraf edicem ki” diyor kendi kendine. Ciddiye alınmıyor, kod adı bile verilmiyor, ayrıca önemli bilgiler onunla paylaşılmıyor.
Doğa
Romanın bir anda ton değiştirmesi, gelecek bölümlere de hazırlıyor okuru. İlk başlarda tekdüze ve sıradan bir aşk öyküsü iken, özellikle doktorun yöreyi anlattığı bölümlerde anlatı canlanıyor. Doktorun doğa tasvirleri çok inandırıcı: Gecenin ıssızlığı, volkanik taşların yapısı, çevrenin güzelliği ve vahşiliği bu bölümde çok güzel dile getirilmiş. Kesinlikle romanın doruk noktasını bu bölümler oluşturuyor.
Yine doktorun anlatısında insanlık ilişkilerine de daha derin bakma fırsatı buluyor yazar. İlk başta, doktorun hastalarıyla yakın ilişkiye girmek istememesi, çelişkili bir ruh hali yaratıyor. Bütün gününü birlikte geçirdiği askerler sakatlanınca ya da ölümle yüzleşince, onlara sıradan hasta gözüyle bakamadığını ve bu yüzden doktorları olmaktan zorlandığını yine çok inandırıcı bir dille anlatıyor.
Doktor için ikinci bir zorluk ise, dağda askerin yanında savaşırken düşman olarak gördüğü insanları, köye indiğinde hasta olarak görme zorunluluğu. Burada ona Hipokrat yemini komutan hatırlatmak gereği duyuyor.
Kaybolmuşluk ve kimsesizlik en çok doktorun birinci tekil şahısta yazdığı bölümde hissediliyor. “Gece yürüyüşlerinde bir sonraki adımın belirsizliği sizi bilgeleştiriyordu. İnsan olmanın ayrıcalıkları bitiyor, doğanın bir parçası oluyordunuz. Güzelleşiyordunuz, çünkü kayboluyordunuz.” Yine bu bölgeyi şöyle anlatıyor: “Tendürek Dağı’nda leçelik arazinin birbirinden ayırdığı akıl almaz güzellikte düzlükler var. Sanıyorum volkanik hareketlerle yer yüzüne çıkan zengin mineraller bitkileri iyi besliyor. Tendürek dağını altın kalpli, çirkin bir kadına benzetiyorum. Ya da ancak yakından tanıdığımızda sevebileceğimiz insanlara.” Yanına Dostoyevski ve Hesse romanları alıp dağa çıkan doktor, yazarlığa hevesli olduğunu söylediği yerde, bir roman karakteri değil, yazarın ta kendisi gibi algılanıyor.
Bazı yöreler hakkında yazılan romanlarda, uzak bir mesafeden bakış hissedilir. “Yükseklerde” de bu hissedilmiyor. Yörenin anlatıldığı bölümlerde, yaşanmışlık hissediliyor.
Bir İnsanın Yerini Almak
“Yükseklerde” büyük bir kısmı dağlarda geçtiği için böyle adlandırılmış. Romandaki birkaç önemli temadan biri, bir başkasının yerini almak: Alışkanlıkları olan bir bölüğün başına gelmek gibi daha önce bir başkası tarafından tutulan yere getirilmek konusu işleniyor. Ayrıca eski sevgilinin yerini almak da söz konusu. Tayinlerle gidilen yerler olduğu için, yeni gelinen bu yerde en önemli sorunlardan biridir bu.
“Yükseklerde” yazının başında da dediğim gibi, sıradan bir anlatıyla başlıyor ama gittikçe güzelleşen bir öyküye dönüşüyor. Edebi değeri konusunda eleştirilebilir ama işlediği konuya hâkim bir ilk roman. Ben özellikle kadın portrelerinde sevdim romanı.

Yükseklerde / Osman Akalın / İdil Yayınları / 2006 / 127 sayfa.

15 Haziran 2006

Alessandro Baricco

HOMEROS, ILYADA


Elimde İtalyan yazar Alessandro Baricco’nun “Homeros, İlyada” adlı kitabını okurken, aklımdan “ne gerek vardı şimdi bu kitaba” düşünceleri geçiyordu, zaten Homeros gelmiş geçmiş en güzel destanı yazmıştı. Aynı öyküleri yeniden anlatmak anlamsız değil miydi? Derken, tam bu düşüncelerimin üstüne, radyoda Maurice Ravel’in, Mussorgski’den uyarladığı “Bir Sergiden Tablolar” eseri çalmaya başladı. Bir an elimdeki kitap hakkındaki olumsuz düşüncelerimden utandım. Ne de olsa müzikte çok sık yapılan bir şeydi sevilen bir eseri alıp, uyarlamak.
Ravel piyano için bestelenmiş “Bir Sergiden Tablolar”ı orkestraya uyarladığında 47 yaşında, ünü geniş kitleler tarafından kabul edilmiş bir besteciydi. Benzer bir uyarlamayı, 55 yaşının üstünde Johann Sebastian Bach da, Pergolesi’nin “Stabat Mater” adlı eseri için yapmıştı. Thomas Kilisesinin koskoca kantoru olduğu yıllarda sevdiği bir eseri Almancaya uyarlamaktan çekinmemişti. Her iki bestecinin de kendi müzikal kişiliklerini bulduktan sonra böylesi işler için zaman ayırmaları, bence özellikle dikkat çekilecek bir nokta. Genç ve deneyimsiz ressamların büyük ustaları taklit etmeleri ile aynı durum değil.
Uyarlama konusuna belki edebiyatçılar pek sıcak bakmıyorlar ama tiyatrocular için durum aynı müzisyenler gibi. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Tiyatro festivalinde izlediğim Oyun Atölyesinin “Atinalı Timon”u ve Semaver Kumpanyanın “Fırtına”sı uyarlama konusunda ne denli özgür olunabileceğinin iyi kanıtıydı. Özellikle “Fırtına” sömürgecilik, küresel ısınma, gibi günümüz iktidar ilişkilerini ve sorunlarını, çağdaş müzik ve danslarla, Shakespeare’ı yüzyıllar sonrasına taşıyarak başarmışlardı.
21. Yüzyılda Homeros
Böyle bir başlangıçtan sonra “Homeros, İlyada”dan bahsedebiliriz artık. Her şeyden önce şunu hatırlamakta yarar var, Homeros’un İlyada ve Odysseus destanları okumak için değil, dinlemek için yazılmışlardı. Her ikisinin oluşumları Yunanistan’da okuma yazma çağından öncesine denk gelir (İ.Ö. 8. yüzyıl sonları) bu yüzden de sözlü geleneğin izlerini taşırlar.
Bu destanları dile getiren ozanlar, büyük olasılıkla bunları okuyarak öğrenmezlerdi, tanrıların ve yüce kahramanların hikâyelerini kendilerinden önce yaşamış ozanlar geleneğinin bir halkası olarak dilden dile aktarılırdı. Ozanlar destanların bilinen iskeleti dışında, metrik formüllerden oluşan bir sistemle bunları benzer şekillerde aktarabiliyorlardı. Her satıra eklenebilen deyimler ve bazı sahnelerin (silahlarıyla donanan kahraman ya da tapınağa dua etmeye giden kadınların) benzer biçimde tekrarlanması, ozanların işini kolaylaştırıyordu. Kuşkusuz her ozan kendince bazı eklemeler ve süslemeler yapıyordu ama bu destanlar uzun yıllar boyunca bir tek kişinin eseri olmadan, dilden dile aktarıldı.
Günümüze ulaşan “İlyada” ve “Odysseus”, hiç kuşkusuz bir tek ozanın eseridir. Bizler için artık dinlediğimiz değil, okuduğumuz bir eserdir. Alessandro Baricco, ilkçağdaki özelliğine yeniden kavuşturmak için Homeros’un metnini uzun soluklu okumalar şeklinde yeniden kaleme almış. Seyirci önünde okunması düşünülen bu metinler, geçtiğimiz yıl radyo aracılığıyla da binlerce kişiye ulaşmış.
Savaş Destanı
Öykü, hep bildiğimiz öykü: bir savaş destanı. Azra Erhat ve A. Kadir’in çevirilerini okuyarak büyüyen pek çoğumuz ilk başlarda biraz yadırgasa da, Baricco’nun metni de okuru yakalıyor. “İlyada,” on yıl süren Troya savaşının sonlarına doğru yaşanan birkaç haftayı anlatır. Paris tarafından kaçırılan güzel Helene’yi geri almak ve bunun acısını çıkartmak üzere Agammemnon önderliğinde toplanan dev ordu, Troya’ya saldırır. Destanın ilk satırları Akhilleus’un kızgınlığını anlatarak başlar. Aslında tüm olaylar bu kızgınlıkla başlar.
Homeros’un “İlyada”sı 24 bölümden oluşur, Baricco’nun destanı ise, on yedi bölümden oluşuyor. Her bölüm bir kahramanın adını taşıyor ve adını taşıdığı kişi tarafından birinci tekil şahısta anlatılıyor. İlk bölüm dolaylı biçimde Akhilleus’un kızgınlık nedeni olan Khryseis tarafından anlatılıyor.
Kısaltmalar
Baricco eserin önsözüne yazdığı metinde “çağdaş seyircinin sabrına uygun düşebilmesi için bazı kısaltmalar” yaptığını söylüyor. Gerçekten de koskoca destanı yüz elli sayfa gibi, kısa bir metinle anlatmayı başarıyor. “İlyada”dan kestiği tek şey, tanrılarla ilgili bölümler. “İlyada” iki farklı düzeyde ilerleyen öyküler anlatır, birincisinde Olympos dağının tanrıları, diğerinde ise bu tanrıların aldıkları kararlar doğrultusunda yaşayan ölümlüler. Baricco ise sadece insanların olduğu bölümleri metnine almış. Tanrıların adları onlara dua edilirken ya da kurban sunulurken geçiyor ama kendileri yoklar.
Yazara göre “İlyada gene de insanın bütün olaylarda son söz sahibi olduğunu kanıtlamak için ayak direr. Bu nedenle tanrılar metinden çıkartılırsa, geriye pek de yetim sayılmayacak ve açıklanabilir bir dünya kalır, öykü son derece insancıl bir hal alır ve insanlar çözümlerin tümünü tanıdıkları şifrelerle yüklü bir dil gibi okuyabilecekleri kaderleriyle baş başa kalırlar.”
Kısaltma konusunda, tanrıların çıkarılmasını yadırgamadım ama Homeros’un kahraman ve tanrılardan bahsederken onların sıfatlarının sayılmamasını epeyce yadırgadım. Örneğin Homeros Akhilleus demeden önce her seferinde “ayağıtez tanrısal Akhilleus” diye bahseder ondan ya da “gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu” diye anlatır büyük kralı. Bu tanımlamaların destan içinde yüzlerce kez tekrarlanması, kahramanları yüce kılar. Daha önce Homeros destanlarını okumamış biri, savaşan bu askerlerden sadece isimleriyle bahsedildiğini görünce onları sıradan insanlar olarak görecektir. Bu eserde, tanımlamaların çıkartılması kuşkusuz metni hafifletmiş fakat bunun yanı sıra, bir sürü isim birbirine girmiş. Özellikle savaş alanının anlatıldığı bölümlerde, isimler duyarsızca sıralanmış hissine kapıldım.
Futbol?
İçimiz dışımızın futbol olduğu şu günlerde, ayaktan ayağa geçen topla birlikte spikerlerin sıraladığı isimler gibiydi bu savaş anlatılan birkaç bölüm. Başka yerlerde de yine futbol düşündürdü bana “çarpışma yavaş yavaş Akhalardan yana dönmeye başladı.” (s.42) Homeros’un aynı olayları anlattığı bölüm (IV. Bölüm, 500-540) hiç de futbol maçını andırmaz, bu sahneyi anlattığı satırlar ağır başlar, gittikçe hareketlenir ve okur baş döndürücü bir kan meydanında hisseder kendini.
Bu eleştiri sanırım sadece savaş alanında olanlar anlatılırken geçerli. Bunun dışında Baricco kadınların ağzından yazdığı bölümlerde, Homeros’un duygu yüklü metnine daha yakın bir anlatı yakalamış. Sonsözde Hektor’un savaş alanını bırakıp surların içine geri dönüşünü anlatıyor. Hektor, kentte üç kadınla karşılaşır. Bu kadınlar annesi, karısı ve savaşa neden olan Helene’dir. Her biri kendince onu savaş alanına dönmekten alıkoymak isterler. Karısı, baba ve koca olarak görevleri olduğunu hatırlatır, annesi dua etmesini ister, Helene ise onu yanında dinlenmeye (!) çağırır. Baricco’ya göre Hektor’un (erkeklerin) dünyası sert ve kördür; oysa Andromakhe’nin (kadınların) temsil ettiği dünya uygar, barışçı ve insancıldır. İki olanaklı dünya karşı karşıya durmaktadır ve ikisinin de kendine göre bir mantığı vardır.
İlyada’nın dişil yüzünden bu kadar net söz etmesinin yanı sıra, Baricco da her okur gibi yine de bu destanın “savaşın güzelliğine bir hürmet” olduğunu kabul eder. Ne denli acımasızca olsa da, bu savaş, yanı başımızda yaşanan savaş ile karşılaştırıldığında onurlu ve insancıldır. Düşman asla küçümsenmez, ona saygı duyulur. Homeros’u bugün okumak, hatta 21. yüzyılda yeniden yazmak, kitabın içine daldıkça çok daha anlamlı gelmeye başladı. Alessandro Baricco, dişil ve eril kutupları, batı uygarlığının temelinde yatan bu karşıtlığı netlikle görmemizi sağlıyor.
“Homeros, İlyada” sadece mitolojiyi iyi bilen, daha önce destanları okumuş kişilere değil, sanırım herkese büyük zevk verecek bir kitap (aslında roman demeliyim). Eren Cendey’in çevirisi ise kusursuz. Dilimize yerleşen antik isimler kullanılmış, destansı havaya sadık kalınmış. Herkesin anlayacağı ve seveceği bir roman çıkmış ortaya. Baricco’nun bu eseri eminim Homeros okuma isteği uyandıracaktır.


Homeros, Ilyada / Alessandro Baricco / çev.: Eren Cendey / Can Yayınları / 2006 / 156 sayfa.

08 Haziran 2006

Alexander McCall Smith

PAZAR FELSEFE KULÜBÜ


Seksenli yıllarda sinema filmlerinin birbirlerini takip etmesiyle çok alay edilirdi. Önce bir film ile başlanırdı, eğer film gişede beklenmedik başarı kazanırsa formülü biraz değiştirip, aynı oyuncularla devam filmleri gelirdi. Bu konuda Hollywood hala aynı tavrı koruyor. 64 yaşında Harrison Ford, genç arkeolog Indiana Jones olarak dördüncü kez karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.
Romanlarda sayı konmasa da, özellikle polisiyelerde alışığız bu duruma. Agahta Christie, Hercule Poirot karakterini, biraz çizgi romanlar gibi, sıklıkla kullanmıştı romanlarında. Bu sayede okur, daha önceden tanıdığı ve hatta sevdiği dedektifin yeni maceralarına kolaylıkla takip edebilmişti.
İngiltere’de sevilen bir yazar olan Alexander McCall Smith, daha önce “Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu” (Çitlembik Yayınevi) ile Afrikalı tombul ve sempatik kadın dedektifi tanıtıp geniş okur kitlelerinin sevgisini kazandırmıştı. Botsvana Cumhuriyetinde geçen maceraları özellikle dedektifin muzip karakteri çevresinde gelişiyordu. Takip filmlerle ne denli alay etsek de, polisiyelerde tanıdıklarla karşılaşmak sanırım hoşumuza gidiyor. Kişilik özelliklerini bildiğimiz kahramanlar, kolaylıkla gerçeklik kazanıyorlar. Bu seriden beş kitap yayımlandıktan sonra, Smith yeni bir seriye başladı.
Ahlakçı Dedektif
Alexander McCall Smith bu sefer, Botsvana’dan altı bin kilometre uzaklıkta, İskoçya’nın varlıklı yüksek sınıfından, çok farklı yeni bir dedektif karakteri ile çıktı okurun karşısına. Isabel Dalhousie adlı bu yeni dedektif aslında dedektif sayılmaz, amatör dedektif bile sayılmaz: kendisi felsefeci ve bir ahlakbilim dergisinin editörü.
Romanın konusu basit sayılır. Isabel, komşusunun biletini ona vermesi üzerine gittiği konserde genç bir adamın ölümüne tanık olur. Roman genç adamın ikinci balkondan düşmesiyle başlar. Isabel bu olayla ilgili olarak şair Auden’in “Ben yalnızca bir arkadaşımla konuşuyordum ve birden adamın teki tepeden aşağı yuvarlandı” dizelerini düşünür. Gerçekten de üst balkondan aniden birinin düştüğünü görür. İşin ilginç yanı, Isabel, o kısacık anda, gençle göz göze gelmiştir. Bu yüzden ölüm onu derinden sarsar.
Daha sonra Isabel’in diyeceği gibi, bazen hayatta peşinden gideceğimiz olayları kendimiz seçmeyiz, adeta onlar bizi seçerler. Roman kahramanına aynen böyle olmuştur. Çok meraklısı olmadığı İzlandalı bir senfoni orkestrasının müziğini dinlemeye kendi isteğiyle bile gitmemiştir ama burada bulunuşu artık onun için yeni bir yol çizer. Meraklı zihin yapısı sayesinde, görünenlerin ötesinde şüpheler duymaya başlar.
Roman iki farklı gerilim konusunu aynı anda işliyor. Bir yandan konser salonunda gelişen olaylar çözüm beklerken, Isabel çok farklı bir alanda daha dikkatlerini kullanmak zorunda kalır. Çok sevdiği yeğeni Cat, birlikte olduğu erkek tarafından belki de aldatılıyordur. Roman bu iki gerilim öyküleri çevresinde gelişirken bir yandan da Isabel’in duygusal ilişkileri de önem kazanır. Romanın sonunda bu iki büyük gerilim çözülse de, üçüncü sanırım daha sonraki devam romanlarında yeniden işlenmek üzere bırakılmış.
Bir romanda müzik ile ilgili bölümler varsa, ben her zaman müzikal birlikteliklerin uyumuna dikkat ederim. Diyelim bir ikili birlikte müzik yapıyorlar, ses uyumları iyiyse, bundan duygusal bir uyumun çıkacağı gibi bir beklentim olur. Bu romanda da aynı durum söz konusuydu, piyano eşliğinde şarkı söylerken ikilinin bulduğu uyum, bu ikilinin aslında sanılandan daha derinlerde bir arayış içinde olduğu haberini veriyor gibiydi.
Başlık
Yine, bir romanda eğer çok sayıda felsefeci adı geçiyorsa, son çözülme anında bu filozofların bir nebze etkili olmasını beklerim. Bu beklentim bu romanda boş çıktı. Romanın başlığının “Pazar Felsefe Kulübü” olması bende felsefeyle ilgili bir çözümlemeye gidileceği etkisi yaratmıştı ama yazar bu konuda beklentilerime karşılık vermedi. Pazar felsefe kulübünün adı romanda birkaç kez geçiyor ancak, ne kimlerin bu kulübe üye olduğunu, ne de ne tartıştıklarını öğreniyoruz. Sonunda romana tamamen yanlış bir isim verildiği izlenimi edindim. Oysa bu tür romanlarda, okuru yönlendirmek için başlık çok önemlidir.
Roman boyunca Kant, Russell, Ayer, Strawson gibi filozofların adları geçiyor, böylesi basit bir romanda elbette okur daha derin felsefe bilgisi beklemiyor ama bunca ismin geçmesi bir zaman sonra biraz hava atmak için sıralanmış gibi gelmeye başlıyor. Romanda bu filozofların izi hiç yok ama yine de gündelik ahlak tartışmalarına yer veriyor yazar. Bana ilginç gelen bir tartışma, ahlaksal açıdan eylem ile sözün birlikteliği konusu oldu. Diyelim sigara içen biri, size tütünün zararları konusunda nutuk çekiyor, bunu inandırıcı bulur musunuz? Her zaman eylemlerimiz ile sözümüzün uyum içinde olmadığını roman kahramanı da kabul ediyor ama bu ne de olsa bir tür ikiyüzlülük.
Isabel’i tanıdıkça, onun bu türden ikiyüzlülükten kaçındığını görüyoruz. Roman boyunca araştırdığı iki olayda sözlerinden farklı bir eylem gerçekleştirmiyor. Bazen biraz katı ve acımasız olsa da, doğrudan ayrılmamaya çalışan biri olduğunu anlıyoruz.
Eksik Dedektiflik
“Pazar Felsefe Kulübü” hızlı okunan bir roman ama bazı yerlerinde konunun dağıldığını hissettim. Her şeyden önce Isabel önce hevesle konser salonunda ölen gencin gizemini çözmeye girişmişken, sonra bundan vazgeçiyor, daha sonra yeniden ilgi duyuyor ve sonra yine vazgeçiyor. Bu yönleriyle aslında gerçekten dedektiflik konularına ne kadar yabancı olduğunu da görmemizi sağlıyor ama bir o kadar da sıkıcı oluyor ruh halleri.
Roman boyunca benim anlayamadığım olay, ilk başta sorması gereken soruyu, neden romanın sonuna kadar sormadığı. Eğer konser salonunda bir olay olmuşsa, o gece o konseri dinleyenler arasında kimler vardı, ilk araştırması gereken düğüm bu değil midir? Ama o bunu yapmıyor, hatta biraz okuru sinirlendirecek derecede bu sorunun uzağında kalıyor. Hâlbuki romanın başında konser hakkında ve o gece çalınan bestecilerin eserleri hakkında bilgi verdiği için çözümün açık biçimde burada yattığı okura belli oluyor. Romanda ayrıca bazı olaylar var ki, çözmek olanaksız. Örneğin, suçlu olduğunu sandığımız kişi evinde onu tehdit etmeye geliyor ama ardından onun suçsuz olduğunu öğrendiğimizde, neden evine girdiğini ve onu tehdit ettiğini anlayamıyoruz. Belli ki yazar biraz heyecan katmak için böyle bir bölüm eklemiş romana, ama bu tam bir yama gibi duruyor, sonunda çözülmeyi de zorlaştırıyor.
Bu hafta Alexander McCall Smith’in romanını seçmemin nedeni hem İngiltere’de adı çok anılan bir yazar olması hem de yazarın “Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu” romanını severek okumamdı. Sanırım beklentim fazlaydı ama karşıma tahmin edemeyeceğim denli sıradan bir polisiye roman çıktı. Yaz aylarında hafif kitaplar önermek istemem ama sanırım bu tam da plajda okuyup unutulacak türden bir roman.


Pazar Felsefe Kulübü / Alexander McCall Smith /çev.: Aylin Yengin / İnkilap Yayınları / 2006 / 271 sayfa.

25 Mayıs 2006

Faruk Duman

KIRK


İfade özgürlüğü, diğer tüm demokratik özgürlüklerin, olmazsa olmaz ön koşuludur. Düşünce ve ifade özgürlüğünden söz edebilmek için, düşüncenin hiçbir kaygıya kapılmadan, korkusuzca üretilebileceği bir ortam gereklidir.
Bu hafta okuduğum Faruk Duman’ın “Kırk” adlı romanı, ifade özgürlüğü teması etrafında örülüydü. Aslında romanda tek bir tema arayışı okuru şaşırtıyor, ama romanı bitirdikten sonra okuru, çok yoğun olarak geçmiş yakın tarihimizi düşünmeye ittiği için ben özellikle bu tema etrafında romanı ele almak gerektiğini düşündüm.
İfade Özgürlüğü
Kitabın kapak yazısında ülkenin güney sahilinde emeklilik günlerini keyifle ve resim yaparak geçiren bir general ve hizmetkârını anlatıyor. Romanın anlatıcısı bu hizmetkâr, kendi çocukluğuyla biraz da gençliğini soyutlamalarla ve masallara anlatıyor önce.
Roman, dört ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “Geçiş”, burada Demir adlı bir hamal anlatılıyor. Demir, bir söğüt ağacının dalını kurutup, düdük yaptığı için işkence görüyor ve daha sonra da kayıplara karışıyor. Elinde kırbacıyla “trenci” diye adlandırılan tek gözlü öfkeli adam “sen bu ağaçları söyletmeye utanmıyor musun” diye Demir’e saldırıyor. Sonra “kör trenci böyle sordukça sormuş, öfkelendikçe öfkelenmiş. Sonunda, vakit geldi Demir efendi, demiş. Ver bakalım şu düdüğü. Demir düdüğü vermiş. Şimdi bin bakalım trene, demiş trenci, cezan büyük, şöyle biraz dolaşalım seninle. (…) Tren uzaklaştıkça bu kan traverslere damlıyormuş. Kırbaç Demir’in sırtında şaklıyor, böylece trenden ovaya tatlı melodiler yayılıyormuş.”
Bu çok kısa ama etkileyici bölüm, daha ilk satırlarda romanın havasını solumamızı sağlıyor. Romanın ilerleyen sayfalarında Demir’in öyküsüne dönülmediği halde, başta yarattığı etki belirleyici oluyor. Romanın üçüncü bölümü, “Süleyman’ın Kuşları” yine ilk bölümdeki Demir’in öyküsüyle bağlantı kurmamızı sağlıyor. Fakat “Süleyman’ın Kuşları,” “Geçiş”ten farklı olarak doğayı konuşturmak (söğüt ağacını dillendirmek) değil, konuşan doğayı anlamak üzerine anlatılıyor.
Bu bölümde, Tevrat’ta ve Kuran’da adı geçen Süleyman peygamberi, Faruk Duman bilinen peygamberden farklı bir portre ile sunuyor. Kutsal kitaplarda adı geçen Süleyman, peygamber olmadan önce büyük bir kraldı. Düşmanlarına karşı acımasız olmaktan kaçınmamış, bu sayede kentler kurmuş ve krallığını büyütmüştü. Duman ise romanında onu peygamber olmadan ve doğadaki sesleri duymaya başlamadan önce, sıradan bir insan olarak anlatıyor.
Hayvanlar
Süleyman peygamber ile ilgili bölüm, romanın kuşkusuz en önemli bölümü. Yazar burada dil ve bilinç üzerine önemli sorular yöneltiyor. Bölüm şu tümceyle başlıyor: “Aslında vücudumuz, dilimizin kanıtıdır.” Burada Duman, roman boyunca kullandığı şiirsel dile, felsefi bir derinlik getiriyor. Bu bölümün neredeyse tamamının altını çizdiğim için size birkaç örnek daha vermek istiyorum: “Simge, belirtisi olduğu şeyin varlığını korumaya adar kendini. Kuş kendi dilini konuşur ama insanoğlu bu dilin şifresini çözememiştir henüz. Ama böyle bir dil yoksa, Süleyman şunu soracaktır kendine: Öyle ise bunu niçin anlıyorum? Bundan sonra peygamberin önünde iki yol belirecektir. Birincisi, kuşun bilincini anlama yoludur. (…) İkincisi ise kuşku yoludur; kuşa verilmiş bir dilin aynı zamanda Süleyman’a verilmesi bir yeterlilik mi, yoksa bir eksiltme midir?”
Faruk Duman, konuşma özgürlüğüne yeni bir boyut getiriyor adeta bu bölümde. Sadece konuşma özgürlüğü değil burada sınadığı, anlaşılır olma da aynı zamanda masaya yatırılıyor. Ancak ortak dil konuşanlar arasında anlamaktan söz edilebileceğine göre, karşısında konuşanı anlamak, onu bir bakıma kabul etmeyi de beraberinde getiriyor. Birbirlerini anlamayanlar ise, sadece düşünsel düzeyde birbirlerine yabancı kalmıyorlar, aynı zamanda diğerinin diline de yabancı kalıyorlar.
Roman boyunca hayvanlar ve simgeledikleri, çok önem kazanıyor. En başta sık sık roman kahramanın gittiği bir koruluğu anlatıyor ve her seferinde buradan “hayvansız koru” olarak söz ediyor. Hayvanlar farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Kara yılan diye sözünü ettiği, kamçının ya da bastonun yılan formuna girip işkence aleti olmasını anlatıyor. Bunun dışında hem Süleyman’ın kuşları, hem de diğer hayvan betimlemeleri olumlu imgelerle yansıtılıyor. Romanın sonlarında generalin yaptığı bir resimdeki deve roman boyunca terk ediş temasını bir kez daha vurguluyor.
Terk ediş
Romandaki ilk terk ediş, bir ırmakta gerçekleşiyor. Anlatıcı ile babası birlikte ırmağa balık tutmaya gidiyorlar. “Irmaktı, gümüş ışıltılar içinde akıyordu. Sisliydi karşı taraf. Ötüşler birbirine karışıyor, balıklar sıçrayıp dalıyordu. Dalınca, ben yüzeceğim biraz, suyun güzelliğine bak, demişti babam. Soyunup ırmağa girmiş, yüzerek karşıya geçmişti. Sisin içinde kaybolup giden babamı bir daha görmedim.”
Terk ediş, romanın politik tonuyla da başka anlam kazanıyor. Gözaltına alındıklarında kaybolanlar gibi, roman boyunca sürekli bir eksilme, sürekli bir kaybolma hissediyoruz. Bu bazen Demir gibi, bir trene bindirilip – arkasında kandamlaları bırakarak – götürülenler oluyor bazen de hayatın ağır yüküne dayanamayıp gidenler oluyor.
Ağır yükü bize yazar birkaç kez hissettiriyor öykülerin içinde. Hamal Demir “sabahlara kadar üzüm salkımlarıyla maydanoz çuvallarının, portakal kasalarıyla erik çekirdeklerinin altında ezilirdi” diye anlatılıyor. Roman kahramanı kendi çocukluğundan söz ederken de, okul çantası altında ezilişini birkaç kez yineliyor “çantam ki büyürdü sırtımda.” Zaten zor olan yaşamlarında, ezilmişlik iyice belirginleşiyor. Genel bir suskunluk hali egemen. Konuşmanın, hatta ses çıkarmanın suç sayıldığı bir yer anlatıldığı için, bu suskunluk anlaşılır oluyor.
Varlık Olmak
Faruk Duman, romanı sanki bir duygudan esinlenerek yazmış. Romanın merkezinde anlatıcının “bir varlık olmaklığın tadını bilmiyordum henüz” sözleri var. Burada “henüz” sözcüğü daha sonra öğrenmiş olduğunu sezdirse de, biz bu roman içinde böyle bir tadı yaşadığına tanık olmuyoruz. Hep zavallı bir hayat sürüyor. Generalin emrinde geçirdiği son yıllarında ise hayatında ona tazelik aşılayan tek kişi aşçı Selma, ama o bile çok uzağında duruyor hep.
“Kırk” aslında çok zor okunacak bir roman gibi görünüyor, çok yoğun duyguları, çok yoğun bir biçimde dile getiriyor. Fakat yazarın tekerleme şekline dönüştürdüğü şiirsel anlatı sayesinde kolayca akıyor. Yazarın sık yaptığı bir şey, bir önceki cümlede geçen sözcükle yeni bir cümleye başlamak, örneğin “…dışarıya koşarak çıkardı. Çıkınca ben de hayat dolu bu adamın peşinden giderdim.” Bu basit tekrarlama, anlatıcının hem masalsı hem de çocuksu bir hava ile anlatmasına izin veriyor. Anlatıcıyı hep saf bir karakter olarak görmemizi de sağlıyor.
Duman’ın 2003 yılında “Piri” adlı romanını da çok sevmiştim. “Kırk” dil açısından bir önceki romana belki benziyor fakat politik bir ironi olarak kurguladığı için temelde çok farklı. Ben sanırım Piri kadar sevmedim Kırk’ı ama yine de okuduğum diğer romanlardan o denli farklı ki, hayranlık duymadan edemedim.


Kırk / Faruk Duman / Can Yayınları / 2006 / 111 sayfa.

23 Mayıs 2006

Dostoyevski


YAZIN SANATI – KİTAP EKİ #848
18Mayıs 2006 -- Asuman Kafaoğlu-Büke


SUÇ ve CEZA


Yayımlanan onca roman arasında kaybolmamak için, bence yılda en az bir kere dönüp edebiyat tarihinin dev klasiklerinden birini okumak gerekiyor. Geçen sene “Karamazov Kardeşler”i okuduktan sonra bu sene de “Suç ve Ceza”yı okumaya çok önceden karar vermiştim. Bu iş için üç ayrı çeviri edindim ve birinden diğerine atlayarak okuduğum için çevirileri de karşılaştırma fırsatım oldu.
Değer Yargıları
Sıradan günlük yaşamlarımızda, ahlaksal değerlerimizi ölçecek alan bulamayız çoğunlukla. Büyük ahlaksal ikilemler neyse ki karşımıza çok sık çıkmazlar. Ama çıktıklarında, çoğu insanın, o güne kadar ona öğretilenler ışığında doğruyu bulmaya çalıştığını görürüz. Başka bir deyişle, ahlaksal değerleri sorguladığında ve doğru karar vermek istediğine, büyük bir çoğunluğun din adamalarına, kutsal kitaplara ya da en iyi durumda bilge saydığı kişilere danıştığını görürüz.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna, kendi karar veremez mi insan? Neden kendinden önce kararlaştırılmış doğru ve yanlışları kabul etmesi gerektiğini düşünür? Aslında asıl sormamız gereken soru, tarihsel olarak kemikleşmiş doğruların gerçekten doğru olup olmadıklarıdır. Ahlaksal değerler neye dayanırlar?
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, romanlarında en çok bu sorulara yanıt arar. Onun roman kahramanları ahlaksal değerleri kendileri bulmaya çalışırlar. Örneğin Hıristiyan olduğu için bu dinin öğretisini doğrudan kabul etmez, önce bunu sorgular. Ama genel anlamda insan kitleleri bunu yapmazlar, doğrular belirlenmiştir, kendi doğrularını bulmak için de insanlar, öğretilerden yararlanırlar. Hangi topluluğun üyesi ise, o topluluğun kabul etiği doğruları kendi doğruları sayar.
Dostoyevski, kahramanlarına sıradan doğrularla yetinmeyi handiyse yasaklar. Onun romanlarında kişiler en çarpıcı ve en olmadık durumlar karşısında karar vermek zorunda bırakılırlar. En uç noktalara kadar getirdiği karakterler, tüm dğer yargılarını gözden geçirmek zorundadır. Açlık sınırında zorlukla hayatta kalan bir ailenin değer yargıları kuşkusuz farklı olacaktır. Öğretilmiş basit doğrular yanlışlar, çocuklar açlıktan ölmeye başladığında doğal olarak boyut değiştirir.
Varoluşçu felsefenin ahlak kuramı ilk başta insanın kendi doğruları bulma gereği üzerinde durmuştur. Dostoyevski gibi, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus de roman kahramanlarını doğru ile yanlış arasında bir noktaya yerleştirirler ve bırakırlar karşılarında görünen seçenekler arasından özgürce seçimlerini yapsınlar.
Temalar
“Suç ve Ceza” edebiyat tarihi açısından tam bir kilometre taşıdır. Dostoyevski, kendi göremediği 20. yüzyılı en çok etkileyen birkaç yazardan biridir. “Suç ve Ceza” çok farklı açılardan ele alınıp incelenebilir. En başta, heyecanlı bir tempoda akan bir polisiye roman gibi okunabilir. Olaylar hızlı gelişir, okur tüm karakterleri yakından tanıma fırsatı bulur. Gereksiz bir yük yoktur öykünün içinde, bu sayede romanın merkezine yerleştirilen felsefe ve psikoloji alanlarını ilgilendiren tartışmalar romanı ağırlaştırmaz. Buna rağmen “Suç ve Ceza” asıl merkezinde yer alan bu tartışmalar etrafında derinlik kazanır.
Aslında konu çok basittir. İşlediği çifte cinayet sonrası roman kahramanı Raskolnikov vicdanında bu suçun ağırlığını hisseder. Romanın ortalarında polis müfettişi ile Raskolnikov suçun doğası üzerine derin bir tartışmaya girerler. İki adam satranç tahtasında stratejiler geliştiren oyuncular gibi, diğerinin bir sonraki hamlesini tahmin etmeye çalışır. Her ikisi de diğerinin tam olarak neleri bildiğini öğrenmek ister. Polis müfettişi karşısındaki adamın zayıflıklarını hissettiği için psikolojik olarak yıpratma peşindedir. Çok zeki ve sezgileri güçlü olduğunu bildiğimiz Raskolnikov ise oyunu sezdiği halde oynamaktan vazgeçmez.
Bu noktada biraz durup Raskolnikov’un kişiliğine bakmak gerekir. Romandaki en önemli karakterlerden biri olan annesi ile ilişkisi aslında çok belirleyicidir. Anne oğul ilişkisi çok karmaşıktır. Raskolnikov annesini ve kız kardeşini çok sevmesine rağmen, onların varlığını çoğu kez bir ağırlık olarak duyumsar. Birkaç kez roman boyunca onların sevgisini “Ah şu aşağılık insanlar! Nefret eder gibi severler” diye tanımlar. Kendisinden beklenen çok fazladır toplumdaki yerini ancak erkeğin sahip olduğu güçle elinde tutan 19. yüzyıl kadını, bu anlamda kendi varlığını erkeğinki ile belirler. Kız kardeşi ve annesi tarafından aşırı yüceltilmiş olması çok kereler karşımıza çıkar. Kız kardeşi ayrılmak üzere olduğu nişanlısına şöyle sitem eder: “Yaşamımda bugüne dek en değer verdiğim her şeyle, bugüne dek yaşamımın tümünü oluşturan şeyle sizi bir tutarken, size az değer veriyorum diye güceniyorsunuz ha!” Burada hız kardeşin sözünü ettiği “en değer verdiğim her şey” Raskolnikov’un ta kendisidir.
Suç
Erkeğin aile kadınları tarafından yüceltilmiş olması bambaşka bir noktada tekrar karşımıza çıkar. Raskolnikov’un suç üzerine ilginç bir teorisi vardır. Ona göre, sıradan insanlar kurallara uymak zorunda iken, “olağanüstü” olarak tanımladığı insanlar kuralların üstünde yer alırlar. Buna örnek olarak peygamberleri, bilim adamlarını ve tarihe yön veren kişileri gösterir. Tezini şöyle açıklar: “Olağanüstü insanın, ancak bir düşüncesini gerçekleştirmesi gerekiyorsa, vicdanının sesine kulak verip… bazı engelleri şamaya hakkı olduğunu ama bu hakkın elbette yasal bir hak olmadığını söylüyorum (…) sürüden ayrılan, yani söyleyecek bir sözü olan insanların tümü kesinlikle birer suçlu olmak zorundadır. Yoksa sürüden ayrılmaları çok güç olur. Sürüde kalmaya, gene yaradılışları gereği razı olamazlar.”
Raskolnikov’un kendini bu “olağanüstü” insanlarla bir tuttuğunu, kendini yasaların üzerinde gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Romanı bu sefer okuyuşumda daha önce fark etmediğim bir şey dikkatimi çekti. Kendini olağanüstü kategorisine yerleştirmesinin altında annesinin ve kız kardeşinin ondan olağanüstü başarılar beklemeleriydi. Hem bu yükün altında eziliyor hem de buna uygun davranmak istiyordu.
Ve Ceza
“Suç ve Ceza”daki suç üzerine geliştirilen kuramları anlamak nispeten kolay, asıl zor olan cinayet nedenini anlamak. Rehinci yaşlı kadını öldürme nedenleri sıralanabilir. İlk başta maddi nedenler olabilir, para için ya da kadına karşı nefret duyguları beslediği için gibi açıklamalar gelebilir akla. Fakat daha sonra parayla ilgilenmediğini, kadını fazla tanımadığını dikkate alırsak, başka nedenler çıkıyor ortaya: kötülüğü yenmek için; insanlık adına bir misyon yüklendiği için; öldürmekle topluma hizmet ettiğini sandığı için… Fakat bunların hepsi de paltosunun içine balta saklayarak giden Raskolnikov tarafından asla açılanmıyor. Dostoyevski cinayetleri bir hastalık nöbeti gibi açıklamayı tercih ediyor sanki.
Hastalık gerçekten de Raskolnikov için roman boyunca süren bir durum. Romanın başlarında bir düş anlatılıyor, sonralarına doğru bir başka düşle bağlantı kuruluyor. Öldürülene kadar kamçılanan bir atın imgesinden, tüm Avrupa’yı saran salgın hastalık düşleri romana belli bir ton veriyor. Aslında garip biçimde anlıyoruz ki, insanlar yüksek ateşli ve hasta olduklarında gerçeklikten kopuyorlar, dünyayı bulanık görüyorlar, oysa rüyalar renkli ve hiç olmadıkları kadar canlı olabiliyor.
Roman boyunca Raskolnikov’un ruh hali, sayıklayan, benzi solmuş, hastalıklı, kötü beslenmiş, kendinde değil gibi betimlemelerle anlatılıyor. Okuru da karanlık ruh hali içine çekmeyi beceriyor yazar, zihinlerin berrak olduğu ama düşüncelerin bulanık olduğu bir âlem sunuyor bize.
Ama roman epilog bölümünde aniden ton değiştiriyor. Artık bulanık gerçekler içinde yaşamıyor Raskolnikov. Ayık ve kendinde. Karamsar havayı eşsiz bir ustalıkla dağıtıyor Dostoyevski. Çok kısa bir bölüm olmasına rağmen, roman kahramanında dramatik değişim büyük etki yaratıyor okurda.
“Suç ve Ceza”da benim en sevdiğim bölüm, Raskolnikov’un yaşlı rehincinin evinin kapısında beklediği an “hiç kuşku yok, tıpkı dışarıda kendisinin yaptığı gibi, birisi de içeride kapının dibinde sessizce duruyor, belki gene onun gibi kulağını kapıya dayamış, dışarıyı dinliyordu.” Kısa bir süre sonra, roller değişmiş şimdi Raskolnikov içeridedir “Biraz önce Raskolnikov’la yaşlı kadının olduğu gibi şimdi de ikisi, biri kapının iç kısmında, biri öteki yanında duruyorlardı.” Saldırgan ile kurban yer değiştirmişlerdir. Dostoyevski bu sayede Raskolnikov’u – işlediği suçu bildiğimiz halde – bilinmezler karşısında kurban olarak göstermeyi başarır.
Birkaç sözcükle çevirilere de değinmek gerekir. Her üç çeviriyi bu denli iyi bulacağımı hiç sanmıyordum. Bir çeviriden diğerine geçtiğimde okuma ritmini kaybetmekten korkmuştum en çok, fakat bu olmadı. İletişim yayınlarının baskısı 1970 Moskova baskısında kullanılan dipnotları kullanmış ve romanın başında Murat Belge’nin çok güzel bir makalesi yer alıyor. Kitap formatı olarak çok sevdiği Bordo Siyah yayınlarının baskısında ise Veysel Atayman’ın önsözü yer alıyor. Karınca yayınları ise çok iyi bir çeviri olmasına rağmen, ne yazık ki çok fazla dizgi hatasıyla piyasaya sürülmüş.

Suç ve Ceza / İletişim / çev.: Ergin Altay / 644 sayfa
Suç ve Ceza / Bordo Siyah / çev.: Osman Çakmakçı / 763 sayfa
Suç ve Ceza / Karınca / çev.: Hüseyin İzzet Burakoğlu / 2 cilt

11 Mayıs 2006

Mehmet Coral

TIMARHANE ADASI


Son haftalarda okuduğum romanlarda karşıma çok sık Hıristiyanlık teması çıkar oldu. Tamamen rastlantı olabilir ama geçen hafta okuduğum Ahmet Ümit’in “Kavim” adlı romanında “İsa Peygamber hakkında kitaplar filan çok modaymış şimdi” sözleri de bir yandan aklıma takılıverdi. Öte yandan aklıma takılan bir başka konu da, acaba kendi klasiklerimizden daha fazla Hıristiyanlık klasiklerini mi taşıyoruz belleğimizde sorusu? Dünyaya egemen olan Batı kültürü, çağımızın neredeyse tüm aydınları tarafından dile getirildiği gibi, diğer kültürleri ve inançları korkunç bir hızla yok ediyor. Romanlarımızda da bu yokoluşun izlerini görmemiz son derece doğal olabilir.
Yine de çabucak anlaşılacak ya da değerlendirilecek bir durum olmadığı kesin. Roman kahramanlarımızı gözümüzde canlandırırken, çok büyük bir çoğunluğu camiler yerine kilise içinde daha uyumlu duruyorlarsa, bunda sadece kurgu değil, bir anlamda “dekor” ya da mekân olarak kiliselerin çağdaş anlatıma ve çağdaş karakterlere uyumundan söz edilebilir. Konunun kültürel araştırmasını uzmanlarına bırakmak daha doğru, diyerek bu haftaki kitabımıza dönelim.
Meryem Ana
Mehmet Coral yeni romanı “Tımarhane Adası”nı, mübadele öncesi Ayvalık yöresinde yaşayan bir ailenin hikâyesi üzerine kurgulamış. Roman her şeyden önce bir aşkı anlatıyor. Çok varlıklı bir Rum ailenin kızı Eleni ile bu ailenin sahip çıkıp büyüttüğü, papazlar tarafından eğitilmiş Ali arasında çocukluk yıllarında gelişen, sonra vazgeçilmez bir tutkuya dönüşen aşklarını merkeze almış. Küçük yaşlarda birbirlerine bağlanan bu iki çocuk, despot babanın karşı çıkmalarına rağmen gizlice aşklarını geliştirecek ortam yaratılırlar.
Tek sorun zorba baba değildir. Osmanlı topraklarında çıkan savaş, eli silah tutan herkesin cephede görev alması, tüm toplum gibi sevgilileri de etkiler. Onlar için durum belki herkesten daha zordur, aynı aile içinde büyümüş olmalarına rağmen, biri Rum diğeri Türk olduğu için, sorunlar katlanır.
Roman içindeki bir başka öykü ise, bir söylentiye göre, oğlunun çarmıha gerilişinden sonra Yuhanna ile birlikte Efes’e gelip, çevredeki küçük bir Hıristiyan kolonisiyle birlikte zamanını sürekli ibadet ederek geçiren Meryem ananın yaşam öyküsü.
Bu iki öykü farklı yerlerden birbirlerine bağlanıyorlar. İlk başta, Meryem ana gibi henüz evlenmeden gebe kalan genç kadın, en sevdiği kutsal bakire ile aynı kaderi paylaşıyor, çevresi tarafından dışlanıyor. İkisi de çevreden uzak, gizli gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar oğullarının doğumunu.
Baba ve Oğul
Bir başka bağlantı noktası ise, doğan bu çocuk, yıllar sonra Meryem Ananın mezarını aramayı kendine iş edinen bir arkeolog oluyor. Hıristiyanlık tarihini etkileyecek bilgiler üzerine araştırma yaparken bir yandan da ölüm ötesinde anne ve babasıyla ilk kez yakınlaşma şansı buluyor.
Mehmet Coral roman boyunca bazı temaları tekrarlayarak insanların benzer kader çizgilerini vurgulamış. İlk dikkat çeken – hatta ilk başlarda biraz akıl karıştıran – benzerlik, baba oğul ikisinin de annesiz büyümeleri. Önce, annesinin ölümünün ardından marangoz babasıyla kalan Ali’nin öyküsünü öğreniyoruz. Burada babanın marangoz oluşu ve oğlunu küçük yaşta yanında çalıştırması İsa peygamberin hayat çizgisi ile örtüşüyor.
Daha sonra Ali’nin oğlu Mustafa Kemal’i tanımaya başlıyoruz. Annelerin hep genç yaşlarda ölmüş olmaları hemen bu iki adamı birbirlerine bağlayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca babayı oğla bağlayan unsur da oluyor. Mustafa’nın hem annesinin ölümü ardındaki gizemi, hem de Meryem ananın mezarının aranışı, yinelenen temalara zenginlik getiriyor. Yüzyıl öncesinin Ayvalık’ında başlayan hikâye ancak mistik bir yolculuk sonucunda tamamlanıyor.
Yıllar ve Nesiller
Romanda daha önce de akıl karıştırıcı olarak belirttiğim nokta ise tam da yıllarla ilgili. Mustafa Kemal’in öyküsü anlatılırken bize onun 14 Mart 1920’de doğduğu söyleniyor. Bu durumda cep telefonlarının, bilgisayar programlarının yaygın şekilde kullanıldığı yıllarda Mustafa yetmişlerinde hatta seksenlerinde olmalı diye düşünüyoruz. Fakat romanda bunu doğrulamayan birkaç nokta göze çarpıyor.
İlk başta sağlık görevlileri tarafından bulunduğunda şöyle betimleniyor Mustafa “Çam yarması gibi enine boyuna iri bir adamdı. Yüzünün hatları çamurdan pek seçilmiyordu, ama saçlarının sarı kahkülleri belli oluyordu.” Anlatılan kişinin sarı kahküllerinden, onun genç biri olduğu izlenimi ediniyoruz. Ayrıca onun hayatını kurtarmaya çalışan doktorlar da yaşı ile ilgili bir tek söz etmiyorlar.
Yine Mustafa’nın yaşıyla ilgili bir başka akıl karıştırıcı noktalar var. Aslında baba ve oğlun son gecesi, birlikte yemek yemeleri, müzik dinlemeleri ve ardından seksen yaşında Ali’nin “kollarını avına saldırmaya hazırlanan kartallar” gibi kaldırarak dans etmesi, yeri göğü inletmesi, gerçekten de romanın en güzel bölümlerinden biri. Fakat burada genç yaşta baba olduğunu bildiğimiz Ali seksen yaşında ise, oğlu Mustafa’nın da en aşağı elli yaşında olacağını tahmin etmemiz gerekiyor. Oysa ilerleyen sayfalarda babasının ölümü ardından “gençliğimin tüm enerjisi ile hayatın içinde kozmik bir ateş topu gibi geziniyordum” ya da bir sonraki paragrafta “cinselliğimi yeni keşfediyordum” sözleri elli yaşını geçmiş birisi için uygun düşmüyor.
Bu tür detaylar aslında bir romanı sevmemizi engelleyen unsurlar olmuyor hiçbir zaman. Bu yazıda özellikle bunları öne çıkarmamın nedeni, epeyce bir bölümü okurken kimin kim olduğunu çıkartamadığım içindir. İki farklı karakterin de birinci tekil şahısta yazılmış olması, bence bu kısa romanı karmaşık hale sokmuş. Bir karakterin anlatısından diğerine geçerken farklı fontlar kullanılmış olması işi başlarda kolaylaştırıyor fakat buna fazla dikkat edilmemiş, örneğin dördünce bölüm Ali’nin ağzından anlatıldığı halde Mustafa’nın anlatısında kullanılan font kullanılmış.
Bu pek önemli olmayan kusurların dışında romanı, özellikle 1900’lerin başında Ege’nin kokusunu, tadını veren satırlarda çok sevdim. Eleni ile Ali’nin aşkı, edebiyatın klasik aşkları gibi, birliktelikten çok ayrılığı, sevinçten çok acıyı ve hepsinden önemlisi, ölümden çok ölümsüzlüğü anlatan yapısıyla zevk verdi. Mübadele yılları ve özellikle de İstiklal Savaşı, son yıllarda romanımızda sık ele alınan konulardan biri. Coral o yıllara geniş bir açıdan bakmış, bir yandan cephede olanları anlatırken, sıradan insanların hayatlarının savaştan nasıl etkilendiğini de dile getirmiş.

Tımarhane Adası / Mehmet Coral / Doğan Kitap / 2006 / 111 sayfa.

04 Mayıs 2006

Ahmet Ümit

KAVİM


Bu köşenin okurlarından en sitemli mesajlar, bir romanın gerilimli konusunu açıkladığımda geliyor. Kilit noktalarına değinmeden bir romandan söz etmek her zaman kolay değil. Romanlar hakkında yazarken, makaleyi okuyan kişinin, kitabı da okuduğunu varsayıyoruz. Ben, kitap üzerine sohbet ettiğimi düşünmeyi seviyorum; beni etkileyen yerlerinden sanki bir dostumla konuşuyormuşum gibi yazmaya çalışıyorum. Bu yüzden hakkında yazdığım kitabın mutlaka piyasaya sürülmüş olmasını bekliyorum.
Böyle bir giriş yapmamın nedeni bu hafta Ahmet Ümit’in “Kavim” romanından söz edeceğim için. Bir polisiyeden, katilin kim olduğunu ele vermeden söz etmek iyice zor, romanın sonunun nasıl geliştiği, yazarın öyküyü hangi ipuçlarına dayandırdığı özellikle önem taşıyor. Bu durumda, yazının gerisini okumadan önce romanı bitirmeniz zorunlu. Gerilimin benim yüzümden kaybedilmesine dayanamam.
Polisiye Türleri
Polisiyeler bambaşka yollarla gerilim yaratabilir. En bilinen örnek roman boyunca verilen ipuçlarının, romanın sonunda dedektif tarafından açıklanmasıdır. Bu türde, genelde romanın sonunda, bütün karakterler bir odaya toplanır, tek tek her birinin güdüsünün ne olabileceği tartışıldıktan sonra gerçek suçlunun kimliği ortaya çıkar.
Bir diğer polisiye türünde ise, roman boyunca ipuçları okura yavaş yavaş verilir, sanki okur dedektif ile aynı anda çözüyordur cinayeti. Dedektifin akıl yürütmesi sona ana bırakılmaz, roman boyunca her yeni olay değerlendirilir ve olasılıklar üzerinde durulur.
Ahmet Ümit son romanı “Kavim”de ikinci türde geliştirmiş kurguyu. Son ana kadar kimin katil olduğunu tam olarak bilmesek de, roman kahramanı dedektif ile aynı konumdayızdır. Sona doğru artık, aynı dedektif gibi biz de tahminler yürütmeye başlarız. Fakat “Kavim” bu açıdan bana çok ilginç geldi, yazar burada bize sanki dedektifin bildiğinden daha çok bilgi veriyordu, ayrıca en sonunda bile zeki katilin cinayetleri inkâr etmesi (sinsi gülüşlerin ardında bile olsa) başka şekilde yorumlanabilir mi sorusu kalıyordu geriye.
Temalar
Polisiye romanların bir özelliği, her seferinde farklı, hatta egzotik denilecek mekânlarda geçerek bildik konuya yenilik getirmeleridir. Manastırlar, tiyatro kulisleri, yatılı okullar ya da transatlantik gemiler hoş ortam yaratırlar. Yazar bu sayede, para hırsı ve güç istemi dışında, yeni cinayet nedenleri bulmak zorunda kalır. “Kavim”de de Ahmet Ümit, Başkomiser Nevzat’ı, bu sefer Ortaköy’ün barlarında ve yeraltı dünyasında sorunları çözerken işlemeyi seçmiş fakat bunlardan başka konuya asıl derinlik kazandıran unsur, dinler tarihini farklı boyutlarda kullanmış olması. Kutsal kitaplardan alıntılanan bölümler, simgesel boyut kazandırmış cinayetlere.
Çok hızlı bir tempoyla başlayan roman daha ilk satırlarında, kutsal kitapların gizemli satırları arasında canlı bir ortam yaratıyor. Hollywood filmlerine benzer gizemli cinayetler bir yandan emniyet görevlilerini heyecanlandırırken, bir yandan da gerçekçi Türk polisinin başına bunca ilginç olay gelir mi sorusu ile alay etme şansı buluyor yazar. Başkomiser Nevzat’ın bir iş arkadaşı “Vay be, şu Amerikalıların çevirdiği cinayet filmleri gibi desene (…) Yok yok Nevzat, bizde öyle cinayetler olmaz. Bak görürsün, bu işin altından ya basit bir alacak verecek davası ya da karı meselesi çıkar” diye yorum getiriyor. Bir başka yerinde de yazar kendi romanıyla alay ediyor: “İsa Peygamber hakkında kitaplar filan çok modaymış şimdi.”
Hemen söylemeli, Ahmet Ümit modanın kabaca peşine takılmıyor. Bu romanda biraz “Beyoğlu Rapsodisi”nde yaptığı gibi, hem İstanbul’un hem de Anadolu’nun çok kültürlü geçmişine hasretle bakıyor. Başkomiser Nevzat şöyle diyor “Sanırım beni şaşkınlığa boğan Hıristiyanlık düşencesinin bu kadar içimizde oluşu, bu kadar bizden oluşu ve benim bu gerçeğin farkında olmayışım. Belki İstanbul’da Rum bir tanıdığım, mesela Dimitri Amca bunları anlatsa yadırgamayacağım. Galiba, bir zamanlar İstanbul’un Doğu Roma’nın başşehri olması nedeniyle. Ama Güneydoğu’da birdenbire karşıma çıkan bu kadim kültür beni şaşkına çeviriyor.”
Derin Devlet
“Kavim”de işlenen bir başka tema, milliyetçilik ve derin devlet. Yazar bu sayede, polisiyelerin sevdiği klasik, iyi polis – kötü polis konusunu romanın merkezine yerleştiriyor. Romanda emniyet müdürlüğüne gözünü dikmiş hırslı devlet görevlileri var ama Başkomiser Nevzat bunlardan çok devletin gücünü kendi çıkarları için kullananları eleştiriyor “İşkence ediyorlar, öldürüyorlar, hırsızlık yapıyorlar, uyuşturucu satıyorlar sonra da çıkıp ne yaptıysak vatan için, millet için, devlet için diyorlar.”
“Kavim”i okurken, adaleti doğrudan sorgulayan roman türü olduğu için bir kez daha sevdim polisiyeyi. Adaleti soyut anlamda değil, yasaların nasıl işlediğini aracısız gösterme fırsatı veriyor yazarına da. Ahmet Ümit roman boyunca çok kereler bu konuya değiniyor. “Yasa ile adaletin aynı şey olmadığını biliyorum” diyor Başkomiser Nevzat, “Yasalar, adaleti korumak için varsa da, çoğu zaman başarılı olamadıklarını da biliyorum. Daha doğrusu böyle olmadığını her gün yaşayarak, öğreniyorum. Çünkü mükemmel yasa yok. Belki de bu yüzden yasalar sürekli değişip duruyor. Belki hep değişecek. Sanırım adalet, vicdanımız ile yasa arasında bir yerde duruyor. Bu nedenle yasa, adaleti sağlamakta tek başına yeterli olamaz. Ama adaleti sağlamak için yasalara inanmaktan başka da çaremiz yok.”
Bir acı gerçeği de fark etmeden geçemiyor bu romanın okuru, bu ülkede gerçek anlamda adaleti sağlayan yani suçlulara cezasını veren sistemi olmuyor. Bu romanda bürokrasinin ağır işleyen çarklarında adalet aramanın olanaksızlığı da sık sık vurgulanıyor. Dosyalar merkezden gizlice çıkartılıyor, polisler bilgiye pek de yasal olmayan yollarla ulaşıyorlar, ayrıca zanlıları sorgularken verdikleri gözdağı ya mafya ya da derin devlet. İşin ilginç yanı bunları yapanlar “iyi” polisler. Bu romanda suçluların hiç biri yargılanmıyor, infaz kararını mahkeme değil mafya yerine getiriyor.
Katil Kim?
Bu romanın bence en ilginç özelliği, yazının da başında değindiğim gibi, Ahmet Ümit’in romanın sonunu bir nebze açık bırakmış olması. Polisiyelerin sonunda katilin her şeyi itiraf etmesi, cinayet nedenlerini kendi açısından açıklaması beklenir, bu romanda aslında çok konuşkan olduğunu başından beri bildiğimiz katil, bu konuda en sonuna kadar suçunu inkâr ediyor.
Aslında tüm olgular dikkatleri katilin üzerine çekiyordu. İpuçları ve gerilim çok yerindeydi. Ben ilk kez katilden “Ben olanlardan haberim olmadığını söylemek istedim sadece” sözlerini birkaç kez tekrarladığı için şüphelenmiştim. Polis tarafından sözlerinin duyulduğundan emin olmak istemesi kuşkumu çoğalttı. Ancak, katil zeki ve kurnaz olduğu için, kuşkulandığım andan itibaren cinayetleri kendi eliyle değil, bir başkasını bu amaçla kullandığı da aklıma geldi. Bu düşünceyi desteleyen birkaç ipucu vardı. Cinayet mekânında, İncil’in Zekarya bölümlerinden bazı bapların altlarının çizilmiş olması, hemen akla saf ve kolay etkilenebilir görünen Zekeriya’yı getiriyordu. Katil, Zekarya bölümünü kullandığı gibi, cinayetler için Zekeriya’yı kullanmış olamaz mıydı? Kendi intikamını almak için kışkırtamaz mıydı genç Zekeriya’yı?
Bu düşünceler kuşkusuz romanın dışına taşıyorlar. Ama bence Ahmet Ümit hoş bir biçimde, hiçbir zaman mutlak suçlu olmadığını, her zaman yargının ötesinde kuşku kaldığını gösteriyor.


Kavim / Ahmet Ümit / Doğan Kitap / 2006 / 382 sayfa.

28 Nisan 2006

Müge İplikçi

CEMRE



Bir kahramana neden yakınlık duyarız? Hollywood filmlerinde, kahraman kötü adamları “haklamadan” önce, mutlaka büyük haksızlığa uğrar ya da fena halde dayak yer. Sonunda uğradığı haksızlıklara karşı direnmesi içimizde sevinç yaratır. Hakarete ya da haksızlığa uğrayan, iftira edilen ile bir çeşit özdeşleştiririz kendimizi.
Masal kahramanları için hissettiğimiz de farklı değildir. Külkedisinin ağır yaşam koşulları, dışlanması, hor görülmesi içimizde acıma hissi uyandırır. Masallar böyle şekillenir içimizde. Haksızlığa uğradığını düşünen çocuk, masallarla avunur.
Bir Masal Kahramanı
Müge İplikçi’nin “Cemre” adlı yeni yayımlanan romanı, büyümeye direnen Yıldız adında bir kız çocuğunu anlatarak başlıyor. Romanın ilk bölümünde ona bir masal anlatılıyor. Masalda görkemli Topkapı Sarayının hareminde cariye olarak yaşayan Nimet adlı bir kızın hikâyesini dinliyor Yıldız. Hiçbir büyük harfin kullanılmadığı masal şöyle anlatılıyor: “kendi kaderine eş birini seveceğine tutmuş şehzadenin ta kendisini sevmiş nimet aldı bedbaht. onu kıskanan öbür cariyeler iftira atmışlar ona. o sıra aynalı kolyesi kayıpmış şehzadenin geleceği gösteren, müstahakına sonsuzluğu ve olanaksızı vaat eden hünkar babasının şam’dan getirdiği sedef işlemeli, aynalı bir kolye. demişler ki tam sırası iftiranın, demişler ki al işte şehzadem geleceğinin aynasını bu çaldı. o nimettir… her derdin belası nimet.” Bu acı iftira karşısında, şehzadenin de iftira inanması üzerine “işte o gün atmış kendini haremin içindeki havuza nimet.” Geride bıraktığı intihar mektubunda “şu üç günlük dünyada beş kuruşluk ayna için beni hırsız tuttular buna yanmam, senin onlara kanmana yanarım şehzadem” diye yazmış.
Roman boyunca eskinin bu masalı hem öyküyü şekillendirir hem de Yıldız’ın hayatını. Farklı yıllarda ve farklı coğrafyalarda Nimet adında genç kızların kaderi hep bu masala bağlanır. Haksızlığa uğrayan genç Nimet’ler, masumiyeti simgelerler. Çok sayıda Nimet çıkar romanda karşımıza (ya da Yıldız’ın karşısına) ve hepsi sonunda doğalarında var olan su ile bütünleşirler.
Su
Müge İplikçi “Cemre”de farklı simgeleri yineleyerek romana bütünlük kazandırmış. Bunların başında, kadın kahramanların çoğunun su cemresinin düştüğü gün doğmaları geliyor. Su, özel bir anlam taşıyor romanda. İlk başta masalda anlatılan Nimet’in kendini haremin küçük havuzunda boğmasıyla su teması giriyor romana. Daha sonra Seine nehrine kendini atan ya da ağabeyi tarafından ölmüş sanılan Nimet’in belediyenin önündeki havuza atılması ya da boğaz sularına cesedi atılan bir başka Nimet’in kıyıya vurması vb… Bu olaylar 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda ya da çok daha önce 70’li yıllarda geçiyor ama hepsinin kaderi aynı, hepsi masumiyeti simgeleyen bu genç kadınlar ölümleri için aynı yolu seçiyorlar. Ayrıca roman boyunca neredeyse hiç durmadan yağmur yağıyor. Yağmur, suyun yansıtıcı özelliği gibi bir ayna oluşturuyor.
Yazar ilk başta anlattığı masaldaki diğer simgeleri de roman içine hep yerleştirmiş. Masalda anlatılan aynalı kolye tüm roman kahramanlarını birbirlerine bağlayan unsurların başında geliyor. Ayrıca aynanın Şam’dan getirtilmiş olması da Suriye’nin ve Şam’ın başka biçimlerde metinde yer almalarına yarıyor. Bu bazen Şam fıstığı, bazen Suriye ile Türkiye’nin politik ilişkileri şeklinde değişiyor ama yazar bir tek hayatı anlatırken, tüm hayatları onun içinde yer alacak şekle sokuyor.
Amca-baba
Romanda anlatılan onca kadın kahramanın öyküsü merkeze yerleştirilmişken, erkek karakterler bir bakıma var ile yok arasında beliriyorlar. Baba figürü genelde, olmayan bir baba yerine konulmuş yedek babalar ya da romanda dendiği gibi amca-babalar. Bu babalar despot değil, çok fazla gereksinim duyulan babanın yerine konmuş kişiler fakat kötü olmamalarına rağmen romandan bir şeylerin eksik olduğu izlenimi ediniyoruz.
Babalar olumsuz anlatılmasa da, erkekler genelde pek olumlu değil roman boyunca. Aslında erkeklerden çok erkekliğin kendini ifade ediş biçiminin altını çiziyor yazar. Töre cinayetlerine, faşizm, gericilik, cinsel ayırımcılık da eklenince anlatılanların sadece kültürel bir boyutta kalmadığını, çok daha derin siyasi bir duruşu simgelediğini anlıyoruz. “Kanlı savaşların anlamsızlıklarına denk düşerdi büyümek. Bir tür pusuydu hayatın genç insanlara kurduğu. Aklın büyümesiydi ruh karşısında. Aklın büyümesi, kısaca, taraf olmak demekti. Taraf olmaksa bedel. Bedel demek dağlara, taşlara, bayırlara, “En büyük biziz,” diye yazmak. Aklın büyümesi ile birlikte gelirdi ölüm, cephe, kutup, eşik, sınır, kan, meni, hırs.”
Diğer Karakterler
“Cemre” yoğun anlatımı olan bir roman. Yer yer, birbirlerine benzer karakterlerden oluştuğu için akıl karıştırıcı olabiliyor. Elbette birçok kadına aynı adı vermesi (Nimet) kurgu içinde çok anlamlı fakat Turunç, Gülperi, Yiğit, Cenk, Hilmi vb. çok sayıda karakter romanın temalarına pek katkıda bulunmadan varlar. Roman ancak bittikten sonra karakterleri yerlerine oturtabiliyor okur.
Okur bazı kilometre taşlarına gereksinim duyar, bu romanda bunlar sayıca az oldukları gibi, karmaşık bir kronoloji ile verildikleri için düzene sokmak hiç kolay değildi. Örneğin Yıldız’ın Nimet’in halası olduğundan roman bittiğinde bile emin olamadım. Diyaloglarında Yıldız’a hala dememesini normal karşılasak bile polisin ilk arayan olmasına neden bu denli şaşırdığını anlamak mümkün değil. “Cemre”de biraz daha belirleyici noktalar olsa, metin daha rahat okunabilirdi. Romanda beni rahatsız eden şey sanırım bazı karakterleri bir yere koyamamak oldu. En zor çözülen sanırım Yılan adam adlı karakterdi. Romanda onun rolünü ve anlamını ben çözemedim.
Romanda çok hoşuma giden şeylerin başında ise, şehir hatları ring otobüste başladığı yere dönen mini yolculuklar boyunca otobüse binen birilerinin anlattığı masallar oldu. İlk masal Yıldız’ın amca-babasına anlatılmış, bir başka öyküyü de Cemre adlı genç kız otobüse bindiğinde Yıldız’a anlatıyor. Sanki hep süren bir otobüs yolculuğu anlatılıyordu. İstanbul’un semtlerinden geçerken hep bir şeyler çağrıştıran, eskiye döndüren hikâyeler doluydu.
Bir de tabii her biri haksızlıklara kurban edilmiş Nimet’ler önemliydi romanda. Ağabeyi tarafından öldürülen genç kız, derin devletin sırlarını dile getiren gazeteci bir diğer kız, kocası tarafından gördüğü şiddet yüzünden korunma misafirhanesine yerleşmiş bir diğeri… bu genç kadınların hep aynı acıyı paylaşan, hep aynı şiddete maruz kalan kadınlar olarak anlatılmış olması, romana gücünü veriyordu.

Cemre / Müge İplikçi / Defne Yayınları / 2006 / 138 sayfa.