TIMARHANE ADASI
Son haftalarda okuduğum romanlarda karşıma çok sık Hıristiyanlık teması çıkar oldu. Tamamen rastlantı olabilir ama geçen hafta okuduğum Ahmet Ümit’in “Kavim” adlı romanında “İsa Peygamber hakkında kitaplar filan çok modaymış şimdi” sözleri de bir yandan aklıma takılıverdi. Öte yandan aklıma takılan bir başka konu da, acaba kendi klasiklerimizden daha fazla Hıristiyanlık klasiklerini mi taşıyoruz belleğimizde sorusu? Dünyaya egemen olan Batı kültürü, çağımızın neredeyse tüm aydınları tarafından dile getirildiği gibi, diğer kültürleri ve inançları korkunç bir hızla yok ediyor. Romanlarımızda da bu yokoluşun izlerini görmemiz son derece doğal olabilir.
Yine de çabucak anlaşılacak ya da değerlendirilecek bir durum olmadığı kesin. Roman kahramanlarımızı gözümüzde canlandırırken, çok büyük bir çoğunluğu camiler yerine kilise içinde daha uyumlu duruyorlarsa, bunda sadece kurgu değil, bir anlamda “dekor” ya da mekân olarak kiliselerin çağdaş anlatıma ve çağdaş karakterlere uyumundan söz edilebilir. Konunun kültürel araştırmasını uzmanlarına bırakmak daha doğru, diyerek bu haftaki kitabımıza dönelim.
Meryem Ana
Mehmet Coral yeni romanı “Tımarhane Adası”nı, mübadele öncesi Ayvalık yöresinde yaşayan bir ailenin hikâyesi üzerine kurgulamış. Roman her şeyden önce bir aşkı anlatıyor. Çok varlıklı bir Rum ailenin kızı Eleni ile bu ailenin sahip çıkıp büyüttüğü, papazlar tarafından eğitilmiş Ali arasında çocukluk yıllarında gelişen, sonra vazgeçilmez bir tutkuya dönüşen aşklarını merkeze almış. Küçük yaşlarda birbirlerine bağlanan bu iki çocuk, despot babanın karşı çıkmalarına rağmen gizlice aşklarını geliştirecek ortam yaratılırlar.
Tek sorun zorba baba değildir. Osmanlı topraklarında çıkan savaş, eli silah tutan herkesin cephede görev alması, tüm toplum gibi sevgilileri de etkiler. Onlar için durum belki herkesten daha zordur, aynı aile içinde büyümüş olmalarına rağmen, biri Rum diğeri Türk olduğu için, sorunlar katlanır.
Roman içindeki bir başka öykü ise, bir söylentiye göre, oğlunun çarmıha gerilişinden sonra Yuhanna ile birlikte Efes’e gelip, çevredeki küçük bir Hıristiyan kolonisiyle birlikte zamanını sürekli ibadet ederek geçiren Meryem ananın yaşam öyküsü.
Bu iki öykü farklı yerlerden birbirlerine bağlanıyorlar. İlk başta, Meryem ana gibi henüz evlenmeden gebe kalan genç kadın, en sevdiği kutsal bakire ile aynı kaderi paylaşıyor, çevresi tarafından dışlanıyor. İkisi de çevreden uzak, gizli gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar oğullarının doğumunu.
Baba ve Oğul
Bir başka bağlantı noktası ise, doğan bu çocuk, yıllar sonra Meryem Ananın mezarını aramayı kendine iş edinen bir arkeolog oluyor. Hıristiyanlık tarihini etkileyecek bilgiler üzerine araştırma yaparken bir yandan da ölüm ötesinde anne ve babasıyla ilk kez yakınlaşma şansı buluyor.
Mehmet Coral roman boyunca bazı temaları tekrarlayarak insanların benzer kader çizgilerini vurgulamış. İlk dikkat çeken – hatta ilk başlarda biraz akıl karıştıran – benzerlik, baba oğul ikisinin de annesiz büyümeleri. Önce, annesinin ölümünün ardından marangoz babasıyla kalan Ali’nin öyküsünü öğreniyoruz. Burada babanın marangoz oluşu ve oğlunu küçük yaşta yanında çalıştırması İsa peygamberin hayat çizgisi ile örtüşüyor.
Daha sonra Ali’nin oğlu Mustafa Kemal’i tanımaya başlıyoruz. Annelerin hep genç yaşlarda ölmüş olmaları hemen bu iki adamı birbirlerine bağlayan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca babayı oğla bağlayan unsur da oluyor. Mustafa’nın hem annesinin ölümü ardındaki gizemi, hem de Meryem ananın mezarının aranışı, yinelenen temalara zenginlik getiriyor. Yüzyıl öncesinin Ayvalık’ında başlayan hikâye ancak mistik bir yolculuk sonucunda tamamlanıyor.
Yıllar ve Nesiller
Romanda daha önce de akıl karıştırıcı olarak belirttiğim nokta ise tam da yıllarla ilgili. Mustafa Kemal’in öyküsü anlatılırken bize onun 14 Mart 1920’de doğduğu söyleniyor. Bu durumda cep telefonlarının, bilgisayar programlarının yaygın şekilde kullanıldığı yıllarda Mustafa yetmişlerinde hatta seksenlerinde olmalı diye düşünüyoruz. Fakat romanda bunu doğrulamayan birkaç nokta göze çarpıyor.
İlk başta sağlık görevlileri tarafından bulunduğunda şöyle betimleniyor Mustafa “Çam yarması gibi enine boyuna iri bir adamdı. Yüzünün hatları çamurdan pek seçilmiyordu, ama saçlarının sarı kahkülleri belli oluyordu.” Anlatılan kişinin sarı kahküllerinden, onun genç biri olduğu izlenimi ediniyoruz. Ayrıca onun hayatını kurtarmaya çalışan doktorlar da yaşı ile ilgili bir tek söz etmiyorlar.
Yine Mustafa’nın yaşıyla ilgili bir başka akıl karıştırıcı noktalar var. Aslında baba ve oğlun son gecesi, birlikte yemek yemeleri, müzik dinlemeleri ve ardından seksen yaşında Ali’nin “kollarını avına saldırmaya hazırlanan kartallar” gibi kaldırarak dans etmesi, yeri göğü inletmesi, gerçekten de romanın en güzel bölümlerinden biri. Fakat burada genç yaşta baba olduğunu bildiğimiz Ali seksen yaşında ise, oğlu Mustafa’nın da en aşağı elli yaşında olacağını tahmin etmemiz gerekiyor. Oysa ilerleyen sayfalarda babasının ölümü ardından “gençliğimin tüm enerjisi ile hayatın içinde kozmik bir ateş topu gibi geziniyordum” ya da bir sonraki paragrafta “cinselliğimi yeni keşfediyordum” sözleri elli yaşını geçmiş birisi için uygun düşmüyor.
Bu tür detaylar aslında bir romanı sevmemizi engelleyen unsurlar olmuyor hiçbir zaman. Bu yazıda özellikle bunları öne çıkarmamın nedeni, epeyce bir bölümü okurken kimin kim olduğunu çıkartamadığım içindir. İki farklı karakterin de birinci tekil şahısta yazılmış olması, bence bu kısa romanı karmaşık hale sokmuş. Bir karakterin anlatısından diğerine geçerken farklı fontlar kullanılmış olması işi başlarda kolaylaştırıyor fakat buna fazla dikkat edilmemiş, örneğin dördünce bölüm Ali’nin ağzından anlatıldığı halde Mustafa’nın anlatısında kullanılan font kullanılmış.
Bu pek önemli olmayan kusurların dışında romanı, özellikle 1900’lerin başında Ege’nin kokusunu, tadını veren satırlarda çok sevdim. Eleni ile Ali’nin aşkı, edebiyatın klasik aşkları gibi, birliktelikten çok ayrılığı, sevinçten çok acıyı ve hepsinden önemlisi, ölümden çok ölümsüzlüğü anlatan yapısıyla zevk verdi. Mübadele yılları ve özellikle de İstiklal Savaşı, son yıllarda romanımızda sık ele alınan konulardan biri. Coral o yıllara geniş bir açıdan bakmış, bir yandan cephede olanları anlatırken, sıradan insanların hayatlarının savaştan nasıl etkilendiğini de dile getirmiş.
Tımarhane Adası / Mehmet Coral / Doğan Kitap / 2006 / 111 sayfa.
1 yorum:
Ben almanyadan sevgi, gercekten cok guzel bir blog, eger twitter veya facebook sayfasi varsa hemen
ekliycegim.
Yorum Gönder