SUÇLUYORUM!
Ülkenin her köşesinde, her vatandaş, her gün, siyasi konuları konuşup endişelenirken, kendi köşemde sanat ve edebiyatla ilgili konular hakkında yazmak bazen bana büyük bir lüks olarak görünür. Sanatlarla ilgilenen aydınlar bazı günler kendini Marie-Antoinette gibi hissedebilir; son zamanlarda ben de böyle hissediyorum. Bunca açlık varken, biz pastadan mı söz ediyoruz? Adaletin eşit dağıtılmadığı bir yerde, her konu pasta olmuyor mu? Neyse ki adalet duygumu güçlendiren, insanlığa olan inancımı tazeleyen eserler okuyup onlar hakkında yazmak, dengemi bulmama yardımcı oluyor.
Ülkenin her köşesinde, her vatandaş, her gün, siyasi konuları konuşup endişelenirken, kendi köşemde sanat ve edebiyatla ilgili konular hakkında yazmak bazen bana büyük bir lüks olarak görünür. Sanatlarla ilgilenen aydınlar bazı günler kendini Marie-Antoinette gibi hissedebilir; son zamanlarda ben de böyle hissediyorum. Bunca açlık varken, biz pastadan mı söz ediyoruz? Adaletin eşit dağıtılmadığı bir yerde, her konu pasta olmuyor mu? Neyse ki adalet duygumu güçlendiren, insanlığa olan inancımı tazeleyen eserler okuyup onlar hakkında yazmak, dengemi bulmama yardımcı oluyor.
Emile Zola’nın “Suçluyorum” adlı makalesi bunlardan biri. Tarih kitaplarından ve filmlerden bildiğim makalenin kendisini ilk kez okuma fırsatını bu hafta buldum. Tam da zamanıydı. Emile Zola yüzyıl öncesinden, adalet sisteminin iyi işlemediği zamanlarda örnek bir aydının duruşunu gösteriyor “Suçluyorum”da.
Zola makalesini, 13 Ocak 1898 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı Felix Faure’ya bir açık mektup şeklinde kaleme almış. L’aurore Gazetesinde yayımlanan makale, bir edebiyatçının yazdığı belki de en güçlü siyasi metindir. Yayımlandığı gün gazetenin 300,000 kopyasının birkaç saat içinde tükenmiş olması, konuya sadece Marcel Proust gibi genç yazarlar, Claude Monet gibi ünlü ressamlar değil, halkın da büyük ilgi gösterdiğinin kanıtıdır.
Bu ünlü makaleyi okurken Zola’nın ne denli az genelleme yaptığını görmenin beni şaşırttığını söylemeliyim. Yazar belirli bir konuyu ele alıp, sadece o konuda belli görevlilerin yaptığı hatalar üzerinde durmuş ve konuyu başka yönlere çekmekten özellikle sakınmıştır.
Olay, Fransız ordusunda gittikçe güçlenen Yahudi düşmanlarının, suçsuz bir subaya iftira atmaları ile başlar. Suçsuzluğunu haykırsa da, kimse duymak istemez, subay Dreyfus vatan haini ilan edilerek görevinden alınır ve ömür boyu hapis cezasını çekmek üzere Fransız Guyana’sındaki Şeytan Adasına sürülür. 19. yüzyıl Fransa’sının bu olaydan sonra, solcu – sağcı ya da sosyalist – dindar gibi ayırımlar yerine yeni bir ayırım gelir, Dreyfus olayı taraftarları ve karşıtları. Gerçekten de o günlerin gazetelerinden anlaşıldığı üzere, ülke tam anlamıyla ikiye bölünmüştür. Bir yanda aşırı milliyetçi Yahudi düşmanları diğer yanda ise o yılların önde gelen aydın kişileri.
Emile Zola’nın “Suçluyorum” başlığıyla yayımlanan yazısı, bölünmeleri ve nefreti arttıran bir unsur olur. Yazarın sadece gazetede yayınlanan makalesi değil, tüm kitapları yakılır, kendisi de vatan hainliği ve Fransa ordusunun onurunu zedelediği için mahkeme önüne çıkarılır.
Aradan bir yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, Zola’nın sesini bugün ülkemizde duymak her zamankinden daha önemli. Bu makaleye önce tamamen eleştirel bir gözle bakarsak, Zola’nın konudan hiç kopmadan, hiçbir detayı kaçırmadan olayları anlattığını görüyoruz. Bu bölümlerde kaleminin gücünden çok, doğruluk ilkesiyle hareket ediyor. Makalenin sonunda ise tamamen kaleminin ucunu iyice sivriltip, tek tek kimleri suçladığını, nedenlerini en acımasız şekilde eleştirerek dile getiriyor.
Kendi türü içinde bir başyapıt sayılan makale bu özellikleriyle dikkat çekiyor. Politik bir isyan dile getirdiği halde hiçbir yerinde ucuz bir hesaplaşmaya girişmiyor, aksine hep doğrulardan, bilinen az sayıda somut olaydan yola çıkarak argüman hazırlıyor. Fakat sonunda yine de vurucu darbesini yapmadan bırakmıyor, argümanı o denli güçlü ki, makalenin sonunda sertleşen dili okur hiç yadırgamıyor.
Bu makaleyi okumadan önce daha temel insan hakları savunuculuğu yaptığını zannederdim. Zola’nın sadece Dreyfus olayına odaklanmış olması aslında beni biraz şaşırttı. Bu örnekten yola çıkarak daha genel anlamda insan hakları ve adaletten söz etmesini bekledim fakat sanırım makale gücünü de tam buradan alıyor: ele aldığı konuyu saptırmadan ve genelleme yapmadan bir argüman sunuyor. Yine de tabii eseri bugün okuyan birine Zola’nın makalenin sonunda sıraladığı suçlamalar içinde bazıları özellikle daha önemli gelecektir. Bunların başında, kanıtların hasıraltı edilmiş olması, saygın bir kurumu (bu durumda orduyu) korumak adına adaletin hiçe sayılmış olması, aldatıcı ve hileli raporlar sunulmuş olması ve gazetelerin kendi kusurlarını örtmek için kamuoyunu yanıltması okura (burada adı geçen kişilerin kimliğini bilmese de) çok anlamlı gelecektir. Çünkü Zola’nın yazının sonunda dediği gibi “benim bir tek tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.”
“Suçluyorum” gerçekten çok güçlü bir metin. Bugün hala bu denli ilgi görüyorsa bu hem çok iyi yazılmış olmasından hem de dünyada hala adaletsizliğin gündemden inmemiş olmasındandır. Dreyfus olayına yabancı iseniz bile, Tahsin Yücel’in kaleme aldığı önsöz ve sonrası, bu tarihi olayı etraflıca anlamanıza yardımcı olacaktır. Tarihte aydınlanmış bu olaylar, bir bakıma bugüne de ışık tutarlar.
Suçluyorum / Emile Zola / çev.: Tahsin Yücel / Can Yayınları / 2008 / 42 sayfa.
Suçluyorum / Emile Zola / çev.: Tahsin Yücel / Can Yayınları / 2008 / 42 sayfa.
(Bu yazı 22 Nisan 2008'de Taraf Gazetesinde yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder