21 Nisan 2006

John Banville

DENİZ



Geçen günlerde, bir İngiliz yazarın esprili biçimde “şu İrlandalılara dilimizi zorla öğrettik, şimdi onlar bize öğretiyor” sözlerini okudum. Gerçekten de Sheridan, Wilde, Beckett, Joyce ve Shaw gibi edebiyat tarihinin dev yazarları İngiliz dilinin gelişiminde önemli rol oynamışlardır. İrlandalı yazarlar listesine sanırım son yıllarda gittikçe parlayan John Banville’i de ekleyebiliriz.
Dili en uç noktalara götüren yazarlarına İngiltere’de ve Fransa’da okurlar çok değer verirler. Ülkemizde ise durum neredeyse tam tersini gösterir, yazarlar duyulmamış sözcükler kullandıkları için burada okurlar tarafından ağır eleştirilirler. Türkiye’de durumun farklılığı, dil kullanımı bir bakıma politik ya da dünya görüşü olarak da ele aldığımız için olabilir. Bu konuyu belki başka bir yazıda ele almak üzere şimdilik bir kenara bırakalım ve dili uçlara götürerek kullanan hatta belki zorlayan Banville’e dönelim.
Bellek
John Banville bol ödüllü, olumlu eleştiri almış “Deniz” romanında, eğer insan anımsamak için yeterince çaba gösterirse, neredeyse tüm hayatını tekrar yaşayabilir tezini ortaya atıyor. Benzer bir düşünceyi Albert Camus “Yabancı” romanında dile getirir. İdam edilmeyi bekleyen roman kahramanı, hayalinde belirli bir mutlu günü sonsuza dek tekrarlayabileceğini düşünür.
Gelişmiş bellek sayesinde tarihin ya da bireysel yaşamın bazı dönemlerini hep canlı tutmak mümkündür. Bir dönemi ya da bazı günleri özellikle zihne kaydederiz, özel bir kutlama ya da acılı bir olay, daha az önemli diğer anıları neredeyse silerek zihni ele geçirir. Banville romanında zihnin neleri nasıl anımsadığını anlatıyor.
Hemen akla takılan bir soru: mutlu bir günü hatırlamak, mutluluk getirir mi? Biliriz ki, çoğu kez mutlu bir hatırayı zihinde yeniden oynatmak mutluluk ve neşeden çok, acı ve hüzün verir. Camus gibi Banville de bu romanında, anımsamanın doğasında acı çekmenin yattığını hissettiriyor.
“Deniz,” orta yaşlı sanat tarihçisi Max Morden’in karısının ölümünün ardından çocukluğunu geçirdiği sahil kasabasına dönüşüyle başlıyor. Romanda olaylar iki temel zaman diliminde geçer, Max Morden’in on yaşlarındaki çocukluk günleri ile altmış yaşında hali arasında ani geçişlerle eski ile yeni birbirine bağlanır. Ayrıca iki zaman dilimi, iki kadını ve iki ölümü anlatır, roman da zaten iki bölümden oluşur. Bununla yazar iki ölümü birbirlerinden bağımsız düşünmediğini anlatmak ister gibidir.
Kendini “keyifli merakları ve çok az hırsı olan bir adam” olarak tanıtan Max Morden, yoksul kasabanın, en yoksul evlerinden birinde yaşar. Babası evi terk etmiş, annesi ise sert mizaçlı bir kadındır. Hayatındaki tek eğlence yazları deniz kenarına tatile gelen varlıklı kentlilerdir. Önceleri sadece uzaktan izlemekle yetindiği tatilciler arasında özellikle bir aile onun için çok önemlidir. Hayatının ilk iki aşkını barındıran bu aileye yakınlaşması, sadece kasabalı eski arkadaşlarının değil annesinin de tepkisini çeker, bir anlamda yeni dostlukları yüzünden çevresine sırt dönmek zorunda kalır.
İsimler
Çevirmenler için en zorlayıcı şeylerin başında kuşkusuz kelime oyunlarını aktarmak gelir. Bir dilde çok komik ve anlamlı olan bir şey, çevrildiği dilde aynı zevki vermez. Banville bu tür oyunları çok seven bir yazar. Roman boyunca kullandığı isimler bir şey çağrıştırır gibi. Bazılarını roman içinde yazar açıklamış, bazılarını da çevirmen dipnotlarla netleştirmiş ama bunların ötesinde belli bir anlamı olmayan ama okurun bilinçaltına uyarılarda bulunan isimler de var. Bayan Vavasour ekşi bir tat, roman kahramanı Max Morden ise maksimum ölüm çağrıştıran isimleriyle dikkat çekiyor, ayrıca Grace ailesi de, çocuğun çevresindeki kaba saba ve yoksul insanlarla karşılaştırıldığında doğal olarak zarafet çağrıştırıyorlar.
Dipnotlardan söz açılmışken burada küçük bir parantez açmak gerekir. Bazı kelime oyunlarının çevirmen tarafından açıklanmasını çok yerinde bulsam da, bir romanda dipnotları fazla abartmamak gerektiğine inanıyorum. Bu çeviride Orpheus, Pluto (s.22) gibi mitolojik karakterlerin açıklanması bana çok gereksiz geldi. Ayrıca Vermeer gibi bir ressamı okur bilmiyorsa, kendi araştırmalıdır, kaldı ki çevirmen nasıl Picasso’yu açıklama gereği duymamışsa, Vermeer’i de açıklamamalıydı. Vermeer en basit başvuru kitaplarında kolayca bulunabilecek bir sanatçı. Genel kural olarak romanlarda yazarın açıklamadığını çevirmen açıklamamalı.
İsim konusuna geri dönersek, Banville isimlerdeki gizli anlamların ötesinde karakter benzerliklerini de isimlerle vermiş. Örneğin, Carlo ile Charles roman içinde tamamen farklı karakterler olmalarına rağmen, birkaç kez birinden diğerine atlayan anlatı sayesinde aslında ilk bakışta görülenden daha fazla ortak nokta dikkat çekiyor. Max her iki adamın kızlarına âşık oluyor, ayrıca doğrudan söylenmese de bu iki adama karşı hissettiği yakınlık, aşklarını etkiliyor. Her ikisinin varlıklı olmaları da başka önemli bir nokta ama Max’a tepeden bakmayan erkekler oldukları için neden çekici geldiklerini anlayabiliyoruz.
Sanat
Banville daha önce yazdığı romanlarda da plastik sanatlara gönderme yapan bir yazar fakat “Deniz” bir sanat tarihçisi tarafından anlatıldığı için yazar burada daha derinlemesine sanatla bağlantı kurma olanağı bulmuş. Bu kuşkusuz romanın en güzel yanı. “Hafıza, nesneleri kıpırtısız tutmayı tercih ederek hareketi sevmez; anımsadığım pek çok sahne gibi bunu da bir tablo olarak görüyorum” sözleriyle bu bakışını dile getiriyor. “Kafasını ve sol omzunu eğerek, bir avcunu Rose’un gür saçlarının altında tutup öteki eliyle emaye bir tastan bol miktarda yoğun, gümüşi su dökerek tam Vermeer’in süt ibrikli hizmetçisinin pozunda duruyor.” Yazar bu tür benzetmelerle okurun gözünde canlı portreler yaratmayı başarıyor. “Burnu sola doğru biraz çarpıktır, bu yüzden tam karşıdan bakılınca tıpkı o soyut Picasso portreleri gibi hem cepheden hem de yandan görünüyor gibi gelir” şeklinde kişileri betimlediği bölümlerde de kişinin görsel olarak canlanmasını sağlıyor.
Aslında yazarların bu denli görsel imgeler yaratmaları başka bir sorunu beraberinde getiriyor. Elbiseleri, takıları, elde tutulan kadehleri vb. o denli net anlatıyor ki, eksiklikler daha fazla hissediliyor. Örneğin “boru gibi sımsıkı, askısız bir elbise giymişti” (s.76) daha sonra “beyaz askısının üstüne düşmüş olan şarap damlası…” (s.85) Bir başka yerde de “elindeki kadeh yere düştü; içindekilerin yarısı etrafa saçıldı” dedikten bir paragraf sonra “kadehi elinden alıp dudaklarıma götürdüm” (s.21) okurda şaşkınlık yaratıyor.
“Deniz” kısa olmasına rağmen, çok ağır okunan bir roman. Benzetmeler ve betimlemeler açısından Banville üstün bir yazar olarak görünüyor fakat aynı şeyi kurgu için söylemek hayli zor. İngiltere basınında Banville’in romanı, bir iki eleştiri dışında, aşırı olumlu tepkiler aldı. Çok eleştirmen onu Nabokov ile, hatta bir tanesi Joyce ile karşılaştırdı. Ben korkarım o denli olumlu olamayacağım, objeleri canlı varlıklar gibi anlatması ve doğa betimlemeleri (özellikle de denizi anlattığı bölümler) çok hoşuma gitse de, karakterlerini derin bulmadığım gibi, diyalogları da bazen televizyon dizilerinden çıkma gibi geldi.

Deniz / John Banville / çev.: Hasan Kaya / Can Yayınları / 2006 / 176 sayfa.

Hiç yorum yok: