16 Mart 2006

Sibel K. Türker

ŞAİR ÖLDÜ

Ama yalnız kalınca Zerdüşt, şöyle dedi gönlüne: “Mümkün mü bu! Bu ihtiyar ermiş ormanında işitmemiş hâlâ öldüğünü Tanrının’”
Friedrich Nietzsche “Zerdüşt Böyle Diyordu” çev.: Osman Derinsu

Nietzsche, ahlak felsefesinin temeline, insanın Tanrı buyruklarından sıyrılıp kendi ahlakını yarattığı yeni bir dünya görüşünü oturtarak başladı. Batıdaki aydınlanma çağı insanı evrenin merkezine yerleştirmişti, ahlak açısından yeni çağda insan, kendi davranışlarından sorumlu olmalıydı, daha üst bir varlığa karşı hesap vererek değil, sorumlulukların bilincinde olarak.
Bu hafta okuduğum Sibel Türker’in “Şair Öldü” adlı romanı, başlığını görür görmez Nietzsche’yi düşündürdü. Zaten, ilerleyen sayfalarda yazarın Nietzsche’yi düşünerek bu başlığı verdiği de ortaya çıktı.
Yabancılaşan Nesil
Sibel Türker, “Şair Öldü”de 23 yaşında, hukuk fakültesinde öğrenci bir kızın yaşamından bir mevsimi anlatıyor. Pavyonda dansözlük yapmış annesi, sonradan deliren öğretmen babası, kendisinden çok daha güzel ablasıyla, erken büyümüş bir genç kız Ersin. Kendisine bir erkek adı verilmiş olması da, kadınlığa ve ailesindeki kadınlara yabancılaşmasının bir çeşit dışavurumu. Her anlamda dışlanmış biri Ersin, sadece ailesi tarafından değil, kendisini de – özellikle romanın başlarında – bir asi olarak tanımlamayı seviyor. Babasından genetik olarak devraldığını düşündüğü delilik kıyısında dolaşıyor olması, anti depresan ilaçlarla günlerini yaşanır kılması, onun marjinal portresine uygun düşüyor.
Roman, anne ve iki genç kızın, parasızlık içinde hayatta kalma teması içinde geçecek sanırken, Ersin’in fakülteden türbanlı bir kız arkadaş edinmesiyle yön değiştiriyor. Konu hiç beklenmedik şekilde üniversite, türban ve dolayısıyla özgürlük tanımlamaları çevresine takılıyor. Hayatına giren türbanlı arkadaşı Ersin’in yeni sorgulamalara başlamasına neden oluyor: “Kararsızım. Elif hayatıma sızdığında beri iyice kararsızım. Beni anladığını ve sevdiğini iddia eden başörtülü arkadaşım. (...) Tanrı’nın yok oluşuna ağıt. Elimde biletimle koltuğumu aradım. Ön sıralar üstün insanlar tarafında kapılmıştı. Nietzsche’nin bunaltısı... Kabul ve ret oylarıyla yürüyen mükemmel sistem. İnsan merkezli her şey... Ve şüphe içimi kemiriyor. Durduğum yeri kaybetmek istemiyorum. Durduğum yer neresi? Ateşli bir hastalığa direnç gösteriyor gibiyim. Oysa söz konusu olan kaybolmuşluğum değil.”
Türban
Roman bu noktada farklı bir yöne gidecek gibi görünüyor, dışlanmış iki kızın yakınlaşması, biri türbanlı olduğu için sınavlara sokulmuyor diğeri ise kendi bunalımlarından okul disiplininden uzaklaşıyor. Aslında ilk birkaç bölümde müthiş bir roman okuduğu izlenimine kapılan okur da bu noktada yön değiştiriyor. Bir anda Ersin’in hayat hikayesi, yüzeysel inanç tartışmaları içinde sıradanlaşmaya başlıyor. Romanın ikinci yarısında, ilk başlardaki kadar asi olmadığını, toplumdışına itilmişliğinin aslında pek de karanlık olmadığını (ya da en azından her gencin yaşadığından farklı olmadığını) görmeye başlıyoruz.
Evin içindeki bunalımlı ortam da yerini daha hafif ve eğlenceli kadınlar topluluğuna bırakıyor. Teyzesi ve küçük kızının aralarına katılması, birbirlerine çok uzak duran Ersin ve ablasının gelinlik modellerine bakarken yakınlaşması, yılbaşı hazırlıkları, hediye alışverişi, bu ortamın romanın başında tanıtıldığı kadar sevgisiz ve yalnız olmadığı izlenimi veriyor. Ayrıca Ersin’in, takı satan kadınla sıcak dostluğu, kendine kadınsı iç çamaşırlar alması gibi örneklerde, başlardaki yabani portreye uygun düşmüyor.
Türker romanında klasik bir anlatım kullanmış. Çok yerinde geri dönüşlerle Ersin’in çocukluğu ve ailesinin geçmişi anlatılıyor. Roman kahramanı (aynı zamanda anlatıcı) yaşadığı bir olaydan, çağrışım yoluyla bir anısına dönüp anlatıyor, arada hiç zorlama hissettirmeden ve olayların akışını bozmadan. Roman boyunca geri dönüşler hep sağlam tutulmuş ve orantısı roman içinde doğru dağıtılmış.
Bunu söyledikten sonra hemen eklemeli ki, romanda doğru orantılı dağılmayan bir şey dikkat çekiyor: ilk bölümlerdeki anlatım çok fazla benzetme ve metaforla dolu iken, sonralarda bunlar iyice azalıyor hatta yok oluyorlar. Örneğin s.11’de “Ortada hayat yoktu. Sulandırılmayı ve tüketilmeyi bekleyen yoğun, kokulu, kıvamlı ve korkutucu bir zaman vardı.” Romanın ilk birkaç bölümü tamamen bu türden benzetmelerle ve soyutlamalarla çok zengin duruyor. Özellikle tüm duyulara seslenen bu türden benzetmeler benim çok hoşuma gitti. Anlatıcının ruh hallerini daha iyi anlamaya yardımcı oldukları gibi, şiirsel bir hava da veriyordu romana.
Romanın içinde anlatı karakterinin değişmesi hoş değil. Yazar bunu romanın gerçekçi sonuna daha yatkın olacağı için seçmiş olabilir ama bütünlüğü zedeleyen bir unsur olmuş. Ben birkaç kez başa dönme gereği duydum, konu ve anlatı ne idi, ne oldu, aynı romanı mı okuyorum hâlâ diye sordum kendime. Oysa kusursuz bir roman gibi başlamıştı. Aslında eleştiriler beklenti yükseldikçe artıyor belki de. Yazar romanın başında öyle bir seviye tutturmuş ki, doğal olarak o seviye bekleniyor.
Roman kahramanlarına gelince, güzelliğini kullanarak kendine sosyal sınıf atlatacak bir erkekle evlenmekten başka bir düşüncesi olmayan abla portresi bence çok iyi çizilmişti. Aynı şekilde anne karakteri de, pavyonda çalışmış olmaktan dolayı aşağılanmışlığını çok güzel ortaya koyuyordu. Her iki karakterin betimlemesi çok başarılıydı. Geçmişleri iyi anlatıldığı için, bugün kim oldukları sonucu doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkıyordu.
Romanın diğer karakterlerinin işlenişine bakıldığında ise aynı titizlik görülmüyor. Başörtülü Elif, yavan ve derinliksiz olarak çıkıyor, ayrıca babası ve üvey annesiyle ilişkisi de havada kalıyor. Aynı şekilde Ersin’in fakülteden diğer arkadaşı Samim karakterini de bir yere oturtmak zor. Neden roman, bunca sayfalar dolusu bu iki karakter çevresinde döndü, bunu da anlamak zor, çünkü sonuçta temaya bir katkısı olmuyor her ikisinin de.


Şair Öldü / Sibel K. Türker / Doğan Kitap / 2006 / 254 sayfa.

Hiç yorum yok: