02 Mart 2006

Nefrin Tokyay


TEBRİZ'İN KIŞ GÜNEŞİ



Cellalettin Rumi, yüzlerce yıldır, sadece olağanüstü güzellikteki şiiri ve mistik felsefesi ile değil, yaşam öyküsü ile de ilgi odağı olmuştur. Bugün Afganistan sınırları içinde yer alan Belh kentindeki doğumunun ardından, ailesi Moğolların istilasından kurtulmak için Anadolu’ya yerleşir, Cellalettin Rumi de, babası Bahaeddin Veled gibi hoca ve yazar olarak saygınlık kazanır.
Bu hafta okuduğum Mevlana’nın yaşamı üzerine kurgulanmış “Tebriz’in Kış Güneşi” adlı roman, büyük şairinin hayatından bir dönemi ve hiç kuşkusuz hayatındaki en önemli ilişkiyi konu etmiş. Yazar Nefrin Tokyay, çok bilinen hikayeler ile daha az bilinenleri karıştırarak sunmuş. Roman bazı tarihi olayları temel almış ama Mevlana’nın hayatını ve felsefesini bilmeyen okur için bilgi aktarmayı hedeflememiş, dağınık öykülerle Mevlana Celalleddin Rumi’nin Şems ile ilişkisi üzerine odaklanmış.
Cellalettin Rumi ve Şems
Tarihçilere göre, 30 Kasım 1244 günü Celaleddin Rumi 37 yaşında iken, Konya sokaklarında gezinen Şems Tebrizi adlı bir derviş ile karşılaşmış ve bu karşılaşma onun yaşamında dönüm noktası olmuştur. Başka bir grup tarihçi ise Şems’i daha önceden Suriye’ye yaptığı seyahatlerde tanıdığını ortaya sürer. Bugün bu iki teoriden hangisi doğru bilemesek de, şüphe duymayacağımız bir şey, Şems ile karşılaşması Celaleddin Rumi için bir uyanış niteliğinde önemlidir: hem şair olarak hem de mistik felsefesini doruğa taşıması açıdan.
Şems geleneksel mistik kuruluşlarla ilgisi olmayan biriydi. Celaleddin Rumi ise dinsel ve politik güce sahip soylu bir aileden geliyordu, o günün koşulları için çok iyi eğitim görmüş, daha çocuk yaşlarda o dönemin büyük düşünürleri (Ferideddin Attar ve Muhyiddin Arabi) ile tanışma fırsatı bulmuştu. Aralarındaki farklara rağmen Şems’in üstün kişiliği hemen dikkatini çekti. Daha sonraki yıllarda Celaleddin, Şems’ten Tanrının ilahi büyüklüğünü ve güzelliğini öğrendiğini söyledi, halbuki ilk bakışta öğrencinin Şems olacağı kesin görünürken, öyle olmamıştı.
Bu ilişki kuşkusuz her ikisini de manevi açıdan besliyordu fakat birbirlerine yakınlıkları önceleri yakın aile çevresini daha sonra da tüm çevreyi rahatsız etmeye başladı. Öğrencilerini ve ailesini bir kenara itmiş olduğu düşüncesi ağırlık kazandı. Çok kişi bu ilişki nedeniyle kırılmıştı Celaleddin Rumi’ye. Çevrenin baskısı arttıkça Şems’in huzuru kaçtı ve sonunda Şubat 1246’da Konya’dan – isteksizce – ayrıldı.
Celaleddin’in bu duruma çok üzüldüğünü gören oğlu Sultan Veled, Suriye’ye giderek Şemsi geri getirdi. Bu geri dönüş çok önemliydi ama çevrenin Şems hakkındaki düşüncesi değişmemişti, gerginlik devam etti ve Konya’ya dönüşünün üzerinden ancak bir yıl geçmişti ki Şems ortadan kayboldu. Daha sonra Şems’in, Celaleddin’in oğullarının bilgisi dahilinde öldürüldüğü ortaya çıktı.
Kış Güneşi
Celaleddin’in hayat hikayesini anlatmak bir yazar için kolay olmasa gerek. İlk başta ulvi bir kişi olması, sıradan bir yaşam gibi anlatmayı olanaksız kılıyor. Fakat bence daha da önemlisi, sonsuz derinliğe sahip İslam mistisizmini anlatmanın zorluğu. Hem kutsal sayılan şeylerden söz ederken dili adileştirmemek hem de anlaşılır kılmak bence hiç kolay değil.
Nefrin Tokyay konunun bu iki tehlikesinden uzak durmayı başarmış romanında. Ne Mevlana’nın hayat hikayesini sıradanlaştıran unsurları koymuş ne de derin felsefesini anlatmaya girişmiş. Mevlana’nın hayat görüşünü, mistisizmi bir bakıma romanın diliyle yerine getirmeye çalışmış. Örneğin “İmad’in ince titrek sesi, hayal kırıklığının hoyrat elinden kayan sırça bir kase gibi duvarlara çarparak parçalandı” “geçmiş zamanların hastalıklı öfkeleri, sıçrayan ince bir cam parçasının açtığı yaradan sızan irin misali akmaya başladı” “Takkeli dağlarının üzerindeki bulut günlerdir kah karanlık bir sesle gümbürdüyor, kah kurşuni suskunluğunda sabırla bekliyordu.”
Nesnelerin canlanıp ruh hallerini dışa vurduğu aslında hoş olabilir ama bu romanda okurun bütünlük duygusunu iyice kaybetmesine neden oluyor. Romanın belki de en büyük sorunu bir sonraki bölümü okumaya teşvik eden, olayları akış içinde sunan bir dokuya sahip olmaması. Karakterler dağınık ve Şems dışında hiç birini tanıtmak için yeterli zaman ayırmıyor. Örneğin romanın başındaki genç nakkaşın öyküsü çok etkileyici başlıyor, Mevlana Celaleddin Rumi’nin resmini yapmak üzere eline aldığı kamışı, onun iradesinden çıkıp başka bir resim yapıyor. Hiç söylenmese de yapılan resmin Şems’in sureti olduğunu anlıyoruz. Bu giriş bölümünde karakterler ince detaylarla anlatıldığı halde onlara roman boyunca bir daha dönülmüyor, ayrıca baştaki bu mucize de bir daha açıklanmıyor.
Roman, başta anlattığı bu hikayeyi aslında temel alıyor. Celaleddin Rumi, Şems’in ölümünden sonra kendi benliğinde Şems’in yaşadığını dile getirmiştir, sevgisiyle tam anlamıyla özdeşleşme yaşadığı için şiirinin sonuna kendi adı yerine Şems’in adını koyar. Oğlu da sonraki yıllarda “kendi içinde bulduğu Şems, ay gibi ışık saçmaktadır” diye yazmıştır.
Romandaki en önemli sorunlardan biri, sürekli yeni karakterler kattığı için bir türlü öyküye odaklanamaması. Ayrıca karakterlerin her seferinde farklı isimlerini kullanmış olması, örneğin Hacib Ali, sonra Kazvinli Ali bir yerde de Yaşlı Kazvinli oluyor. Bir başka örnek önceleri sadece evlatlık kız olarak tanıtılan kişinin elli sayfa sonra adının Kimya olduğu anlaşılıyor. Anlamak için tekrar tekrar okuma gerekiyor. Bir de bunun kadar önemli bir kusur olmasa da, noktalama işaretlerinin bu denli yanlış kullanılmış olması da bir bakıma okumayı güçleştiriyor.



Tebriz’in Kış Güneşi / Nefrin Tokyay / Pan yayınları / 2006 / 160 sayfa.

Hiç yorum yok: