30 Mart 2006

Sema Kaygusuz

YERE DÜŞEN DUALAR


Şarap şişelerinin üzerindeki etiketlerde, kullanılan üzümün hangi yılın ürünü olduğu yazılır. Yıl, şarap kalitesinin en önemli göstergelerinden biridir, yıldan yıla, yöreden yöreye değişen hava koşulları, üzümün niteliğini doğrudan etkiler.
Bazen düşünürüm, şarapların kalitesini belirleyen hava koşulları gibi, bir yörenin ve çağın sanatı, o günün koşullarından ne denli etkileniyordur diye. Kuşkusuz ekonomik, sosyal ve politik olaylar bilim, sanat ve felsefe üçgeninde yaratıcılığı etkiliyordur. Nasıl güneşten ve rüzgârdan besleniyorsa üzümler, sanatçı ve düşünürler de, ortak birçok şeyden etkileniyorlardır. İlkçağda Ege’nin Doğu ve Batı kıyılarında onca filozofun yaşamış olması bir rastlantı olamaz, mutlaka gündelik hayatlarında bu olağanüstü çıkışı destekleyen olaylar vardı. Tarihsel incelemelerde bilim ve felsefedeki gelişmelerin politik ortamdan etkilendiği kolayca görülür oysa şiir için durum farklıdır, tüm politik ve sosyal kısıtlamalara, baskılara, zorbalığa rağmen, şiir yeşereceği toprak bulur.
Roman, bu anlamda galiba şiir denli bağımsız değil. Sadece politik ve sosyal olaylardan etkilenmekle kalmıyor, daha olumsuz bir anlamda, piyasanın ve sıradanlaşmanın etkisi altına da girebiliyor; fakat bir de olumlu yan var, aynı şaraba tadını veren üzümler gibi, doğal ortamdan etkilenmeleri sayesinde bir yörenin ya da bir çağın romancılarında ortak özellikler göze çarpabiliyor.
Romanlarda bir iklimin kokusu ya da bir çağın sesini duymak her zaman heyecan vericidir. Şaraba sinen üzümün tadı gibi, Türkçe romanlarda da yeni bir tat kendini gösteriyor son yıllarda. Bunun iyi örneklerinden birini bu hafta okudum. Daha önce öykülerini okuyup hayranlık duyduğum Sema Kaygusuz, “Yere Düşen Dualar” adlı ilk romanında, yeni nesil romancılarımızın yeteneğine iyi örnek oluyordu.
İki Roman
“Yere Düşen Dualar” birbirlerine hiç benzemeyen, “Üzüm” ve “Altın” başlıklı iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm yakın bir tarihte, Türklerle Rumların birlikte yaşadığı küçük bir adada geçiyor. Adını pek söylemek istemeyen (ve bu yüzden de adıyla ilgili bir sırra bizi hazırlayan) anlatıcı, genç bir kız. Çok sevdiği amcasının ölümü ve annesinin evi terk etmesi sonunda babasıyla yalnız kalıyor. Romanın birinci bölümü onun öyküsünü, onun ağzından anlatıyor. Kütüphanedeki işi, garip kitap koleksiyonu, sevgilisi ve en önemlisi de babasının kendinden sakladığı sırrı kendi bakış açısıyla dile getiriyor.
İkinci bölüm “Altın” bambaşka bir havada başlıyor. Anlatı, birinci tekil şahıstan üçüncü sahsa geçiyor. Her an adada yaşayan genç kızın hayatına dönmeyi bekleyerek okuyoruz ama bu romanın son sayfasına dek gerçekleşmiyor. Birinci ve ikinci bölümler birçok açıdan farklılar, ilk başta, farklı zaman dilimlerini dile getiriyorlar. Ayrıca burada yeni karakterler sunuluyor, birinci bölümdekilerle aralarında bir bağlantı kurulamıyor. Ama bunlardan önemlisi birinci bölümdeki yalın anlatım ikinci bölümde şiir ve masal karışımı bir anlatıma dönüşüyor. Bir başka farklılık, “Üzüm”de bütünlüğe giden, birbirine bağlanan öyküler, “Altın”da, dağılan bölünen öyküler şeklini alıyor.
Ölümsüzlük
Jean-Jacques Rousseau “L’Emile” adlı eserinde şu soruyu sorar “Eğer yeryüzünde ölümsüzlük sunulsaydı, hangi bahtsız insan bu hazin armağanı kabul ederdi?” Ölümsüzlük konusu edebiyatta bir lanet olarak sunulur, hep genç ve dinç kalmak bir yandan imrenilen ve arzulanan şeydir ama öte yandan sonsuza dek acı anlamına da gelir.
Par Lagerkvist “Barabbas” adlı romanında, tanrının laneti olarak sunar ölümsüzlüğü. Simone de Beauvoir ise “Tüm İnsanlar Ölümlüdür” (Tous Les Hommes sont Mortels) adlı ütopik romanında, 14. yüzyılda ölümsüzlük iksiri içmiş ve sonsuzluğa lanetlenmiş bir adamı anlatır. Beauvoir ölümsüzlük istemini, insanın zayıflık anında, gereksiz ve yersiz yaşama hırsı olarak açıklar; ona göre, tanrıların laneti değil, insanın açgözlülüğüdür bunun nedeni.
Sema Kaygusuz, adı geçen romanlarda olduğu gibi, ölümsüzlüğü bir lanet olarak ele almış ama konuya çok farklı yaklaşmış. Her şeyden önce, ölümsüzlük nedenini sorgulamamış, bir anneden kızına geçen kehanet yeteneği gibi, ölümsüzlüğü bir nesilden diğerine aktarılan bir “lanet” olarak göstermiş. Beauvoir sonsuzluk içinde aşkın, sevginin, sadakatin hiçbir anlamı kalmadığını anlatmıştı romanında, örneğin uzun yıllar süren mutlu bir beraberlik, sonsuzluk içinde on beş dakika gibi kalacaktır. Ya da deliler gibi sevdiği kadın, mutlak bir gün gelecek hatırlanmayacak kadar uzak kalacaktır. Ölümsüzlüğün laneti, sevdiğin tüm ölümlüleri sonsuzca kereler kaybetmektir.
Kaygusuz romanı aynı duygu üzerine kurmuş, kocalarını ve çocuklarını gömmek zorunda kalan bir Çingene kadının yaklaşımıyla sunmuş ölümsüzlüğü. “Yere Düşen Dualar” sonsuzluk hissini, her nesil yaşanan acıların tekrarlanması ile veriyor. Annenin evi terk etmesi, bir türlü ölememek gibi temalar başka yaşamlar içinde tekrarlanıyor.
Şarap
Romanda beni en çok etkileyen bölümler üzümün ve şarabın kokusunu, tadını hissettiren satırlar oldu. Romanın birinci bölümü gerçekle gerçeküstünü birleştiren nefis bir anlatıya sahipti. Daha romanın ilk satırlarında roman kahramanı çok gerçek ve inandırıcı geldi, anlattığı hikâye ise gerilim ve sırlarla dolu olduğu için inanılmaz bir sürükleyiciliğe sahipti. Ancak ne yazık ki ikinci bölümde bu gerilimin kaybolduğunu hissettim. Aslında roman başında bize geçmişten bir açıklama getireceğini söz veriyor ve bunu aynen yerine getiriyor fakat geçmişe o denli derin dalıyor ki, neden bunların anlatıldığı önemini kaybediyor. Okurken iki bölüm (ya da iki roman) arasında bağlantı noktaları bulmaya çalışmak fazla zorlayıcı oluyor.
Bu romandan zevk almak için, ikincisinde birincisinin gizi saklı iki farklı roman olarak düşünmek belki daha doğru olur. Her ikisinin eşsiz güzellikte olduğunu da eklemek gerekir.

Yere Düşen Dualar / Sema Kaygusuz / Doğan Kitap / 2006 / 333 sayfa.

Hiç yorum yok: