FÜRUZAN
Bazı eserleri okurken hayatımla oluşturdukları paralellik garip bir ürperti verir bana. “Füruzan: Diye Bir Öykü” adlı kitabı okurken de, hoş bir rastlantı oldu. Kitabı geçen hafta gezmeye gittiğim Kapadokya’ya yanımda götürmüştüm, dünyada en sevdiğim yer olan Kapadokya’nın büyülü atmosferinde vakit buldukça okuyordum. Bir gün Uçhisar’daki Güvercinliği gezerken bir anda güneş uzak bir noktada parlamaya başladı ve muhteşem Erciyes dağını aydınlattı. Bembeyaz görüntüsüyle aniden karşımıza çıkması inanılmazdı. Akşam kitabıma döndüğümde, Füruzan da ilk kez İstanbul dışına çıktığı yolculukta, Erciyes’i görünce nasıl heyecanlandığını anlatıyordu: “İstanbul’dan hiç çıkmamış bir İstanbullu’ydum (…) Trene binmek istedim. Ve Erciyes Dağı’nı görünce o kadar heyecanlandım ki anlatamam. Gözlerim yaşardı. Böyle bir dağ olabilir miydi? Bu çok şaşırtıcı bir doğa görüntüsüydü. Bir düzlüğün üzerinden Tanrısal bir şey gibi yükseliyordu. Benim gibi bir büyük kentlinin izlediği, doğanın içinde görkemli bir anıt doğa parçasının kendisine ait bir şeyin yükselişi. O uzun tren yolculuğunda ben hiç uyumadım. Bir şey kaçırmamak istedim o görüntülerden…” Erciyes’in görüntüsü karşısında aynı şeyleri hissetmiş olmamız, aynı yaşaran gözlerle dağı seyretmiş olmamız, kitaba – ve dolayısıyla Füruzan’a – bir anda müthiş bir yakınlık duymama neden oldu. Böylesi anlarda okur, yazarla eşsiz bir bağ kurduğunu düşünür.
Faruk Şüyün’ün Füruzan’la yaptıkları diyaloglar üzerine hazırladığı “Füruzan: Diye bir Öykü” yazarı gerçekten de yakından tanımamıza yarayan bir eser olmuş. Faruk Şüyün kendisini hiç hissettirmeden, Füruzan’ın kendi kurgusunu yapan anlatısını hiç bozmadan ve en önemlisi, bizimle birlikte yazarı tanıma sürecindeymiş gibi bir eser çıkarmış ortaya. Yazarın kendi ağzından, dolaysızca yaşam öyküsünü dinlemek çok hoş kılıyor. Bazı yerlerde Füruzan’ın “bilirsiniz herhalde” gibi Şüyün’a yönelttiği sözler aslında, okura doğrudan söylenmiş izlenimi veriyor. Şüyün ile birlikte dinliyoruz sanki.
Kitabın en ilginç yanlarından biri, bugüne dek yazar hakkında çıkan eleştiri yazılarına geniş yer vermiş olması. Özellikle Fethi Naci, Erdal Öz, Mehmet H. Doğan, Ece Ayhan gibi yazarların 1970’lerde, 1980’lerde yazdığı eleştirileri okurken, bir dönem ne denli akıllı ve güzel makalelerin yazılmış olduğuna hayranlık duymadan edemedim. Füruzan’ı ilk anlayan ve anlatanlar olarak, yazarın hayatında çok önemli rol oynamış bu yazar ve eleştirmenler. Edebiyatımızın gelişim yıllarında Füruzan’ın önemini anlamamıza yarıyor ayrıca bu makaleler. Bunlara ek olarak bugün Semih Gümüş, Tahsin Yücel, Füsun Akatlı gibi çok sayıda yazarın da makaleleri eklenmiş. Böylece yazar hakkında dünden bugüne geniş bir yelpazede düşünceleri bir arada buluyor okur.
Özgür Bir Çocukluk
Füruzan ailesini ve çocukluğunu anlatarak başlıyor. Zihninde hatıra oluşturamayacak denli küçükken kaybettiği babasının adeta izini sürüyor. Bir insanın hayatını anlatmaya başlamasıyla kuşkusuz çocukluk anılarının düğümü de çözülmeye başlıyordur; özellikle bir yazar için hatırladıkça, anlattıkça, bir yaşamın kurgusu çıkar ortaya. Füruzan hayatını önceden kurguladığı bir şeyi anlatır gibi değil, aklına geldikçe, tüm doğallığıyla anlatıyor ve sanki çözülmeler metin içinde doğallıkla oluşuyor.
Belki de İstanbul’un en güzel yıllarında geçiyor Füruzan’ın çocukluğu. Henüz okula gitmeyecek kadar küçükken yalnız ya da yaşıtı arkadaşlarıyla vapurlarda, kayıklarda, deniz kenarlarında sadece gezme amacıyla dolaşıyor, keşfediyor, tanıyor. Hemen metnin başında Füruzan’ın yaşadığı kentlerle organik bir bağ kurduğunu anlıyoruz. İstanbul ve Berlin onun yaşamında çok önemli yer tutuyorlar, sanki sevdiği, vazgeçmediği dostları gibi. Fakat yaşadığı yere bunca önem vermesi, kentlerin bozulmasıyla acıya da dönüşüyor. Bunu da sıklıkla dile getiriyor. Özgür geçen çocukluğu sayesinde İstanbul’un farklı semtlerini, farklı portrelerini tanıma fırsatı buluyor. Bu şehrin farklı katmanlarını tanımak onun için çok önemli, bunu kitap içinde de birkaç kez dile getiriyor.
Füruzan ailesini ve çocukluğunu anlatarak başlıyor. Zihninde hatıra oluşturamayacak denli küçükken kaybettiği babasının adeta izini sürüyor. Bir insanın hayatını anlatmaya başlamasıyla kuşkusuz çocukluk anılarının düğümü de çözülmeye başlıyordur; özellikle bir yazar için hatırladıkça, anlattıkça, bir yaşamın kurgusu çıkar ortaya. Füruzan hayatını önceden kurguladığı bir şeyi anlatır gibi değil, aklına geldikçe, tüm doğallığıyla anlatıyor ve sanki çözülmeler metin içinde doğallıkla oluşuyor.
Belki de İstanbul’un en güzel yıllarında geçiyor Füruzan’ın çocukluğu. Henüz okula gitmeyecek kadar küçükken yalnız ya da yaşıtı arkadaşlarıyla vapurlarda, kayıklarda, deniz kenarlarında sadece gezme amacıyla dolaşıyor, keşfediyor, tanıyor. Hemen metnin başında Füruzan’ın yaşadığı kentlerle organik bir bağ kurduğunu anlıyoruz. İstanbul ve Berlin onun yaşamında çok önemli yer tutuyorlar, sanki sevdiği, vazgeçmediği dostları gibi. Fakat yaşadığı yere bunca önem vermesi, kentlerin bozulmasıyla acıya da dönüşüyor. Bunu da sıklıkla dile getiriyor. Özgür geçen çocukluğu sayesinde İstanbul’un farklı semtlerini, farklı portrelerini tanıma fırsatı buluyor. Bu şehrin farklı katmanlarını tanımak onun için çok önemli, bunu kitap içinde de birkaç kez dile getiriyor.
Resim ve Sinema
Füruzan’ı besleyen bir başka şey yine küçük yaşta yapmaya başladığı resimler. Resimler daha sonraki yıllarda gelişen sinema tutkusunu da açıklıyor. Yazarların diğer sanatlarla bağlantıları hep ilgimi çekmiştir. Füruzan’ın sinemayla ilgilendiği hep bilinirdi ama çocuk yaşta yaptığı, hatta iki “ü” ile Fürüzan diye imzaladığı resimlere dikkatli bakınca zihninin görsel detayları nasıl algıladığını daha iyi anlıyor insan. Füruzan’ın eserleri okurun zihninde hep görsel imgelerle canlanır, yazarın resim yeteneğini görmek eserlerindeki bu görselliği kuşkusuz daha anlaşılır kılıyor.
Füruzan hayatının dönemlerini, yaşadığı yerlerle belirliyor. Bazı kadınlar hayatlarının dönemlerini yanlarında oldukları erkeklerle birlikte anarlar (babaevi gibi) oysa Füruzan’ın hayatının kilometre taşları kesinlikle eserleri. Özel hayatından hiç söz etmemesine rağmen, aşklarının izini sürmemize de izin veriyor. En büyük aşkı da 1950’lerin sonlarında yaşadığı aydınlanma, bu bölümde Füruzan’ın anlatısı doruğa ulaşıyor. Hayatına sanki bu dönemde iki aşk aynı anda giriyor. Biri zihninin aydınlanmasına, siyasi düşüncelerinin berraklaşmasına, diğeri de ruhunun zenginleşmesine yarıyor. Bu dönemi şöyle anlatıyor: “…benim düzenlediğim bir rastlantı ile başlayan derin değişim çok geniş düşünmeme neden oldu. Bütün dünyada olanları ışıklanmış bir netlikte görme başlangıcım o yıllarda başladı diyebilirim. Bellek kayıtlarımın tüm kapıları o zaman gerçekten açıldı.” Sosyalizmle tanışması, yoksulluğun nedenlerini düşünmeye başlaması, Füruzan’ın hayatında çok belirleyici bir rol oynuyor. Politik fikirlerinin olgunlaşmasıyla âşık olmasını iç içe anlatıyor Füruzan. Bu satırlarda “Sosyalizm insana en yakışır ütopyadır” gibi eşsiz derinlikte bir sözle başlayıp ardından insan sevgisine ve oradan da, bir iki paragraf içinde, konuyu aşka getirmesi, düşünceleriyle paralel gelişen duygularını çok güzel ifade ediyor. “Ben … vuran aşka çarpıvermiştim. İyi de oldu. İstanbul bambaşka oldu birdenbire. Kökten değişti sanki. (…) Âşıktım. İstanbul’un artan güzelliği şundan kaynaklanıyordu: çünkü o da bu kentte yaşıyordu. Olağanüstü bir şey. Aman yarabbim ne denli sarsıcıydı her görüntü.” Bu kısacık bölümde hayatının o yıllarda merkezindeki her şeyi, düşünsel, politik, duygusal, mekânsal, hepsini bir arada görüp, zenginleşmesini ve nedenlerini iyi anlıyoruz.
Metinde dikkat çeken bir şey, bazı konuların birkaç kez tekrarlanmış olması. Örneğin Ece Ayhan’la tanışması çok kereler başından başlayarak anlatılıyor, fakat bu tekrarlar kitaba ritim veriyor çünkü her seferinde başka bir konuyla bağlanıyor. Yine Ece Ayhan örneğini verirsek, bir seferinde eserinin yayınlanış hikâyesine bağlanırken bir başka sefer eleştirilere karşı tutumunu anlatan bir hikâyeye bağlanıyor. Dolayısıyla düşünce tekrarı değil, konuyu toparlayan tekrarlar bunlar. Ayrıca Füruzan’ın temel aldığı bazı noktalar olduğunu ve hayatını belirleyen anlara dönme gereğini de anlıyoruz. Aynı noktaya birkaç kez dönmüş olması, o anın ya da o hatıranın hayatındaki yerini anlamamızı sağlıyor.
Bulanık ama Net
En iyi otobiyografilerin hem bir nebze bulanık hem de içten olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Bazı şeyler anlatılmadığı zaman değerlidir, dile döküldüklerinde değerlerini hızla yitirmeye başlarlar. Ama içtenlik şarttır. Hem bulanık hem içten olmak bir paradoks gibi görünse de aslında yaşam öyküleri söz konusu olduğunda hiç değildir. Geride yaşam öyküsünün bıraktığı iz, detaylardan çok daha önemlidir. “Füruzan Diye Bir Öykü”yü okurken hemen herkesin tanıdığı ünlü yazar, düşünür ve sinemacı dostlarının anlatıda yer alış biçimi özellikle bu kitabın en hoş yanı. Büyük emek verilerek hazırlandığı belli olan bu kitabı özel kılan bir şey de içindeki güzel fotoğraflar. Özellikle çok güzel fotoğrafların konusu olmuş olan Füruzan’ı her yaşta, her giyim içinde izlemek ayrıca bir keyif veriyor okura. Hiç gülmeyen bir kız çocuğu olduğunu söylüyor ve çocukluk ve gençlik resimlerine görünce ona hak veriyoruz; fakat metnin sonunda yer alan (kitabın sonu değil) fotoğrafta en içten sıcak bir gülümsemeyle el sallıyor. Ve hatırımızda kalan da o görüntü oluyor.
Füruzan Diye Bir Öykü
Hazırlayan: Faruk Şüyün
Yapı Kredi yayınları
Nisan 2009
(Füruzan'ın resmi, Muammer Yanmaz)
(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinde 4 haziran 2009 cuma günü yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder