HİNDİSTAN’IN ÖYKÜSÜ
Salman Rushdie son romanı “Soytarı Şalimar”da Hindistan tarihini eşsiz bir paralellik içinde birkaç kahramanın yaşamı içinden kurgulayarak anlatıyor. Roman kahramanlarına yüklediği aşk, ihanet, öfke ve hırs, bir ülkenin sömürülme ve parçalanmasının öyküsüne dönüşüyor. Bu romanında da sihirli gerçekçilik ustası olarak okuru büyülüyor.
“Sihirli gerçekçilik”, gerçek bir anlatımın içine yerleştirilmiş olağanüstü, hatta olanaksız olayları bir eğretileme haline sokarak inandırıcı kılar. Fantastik ve mistik öğeler çok olağan bir dille anlatılır ama fantastik anlatım romanın realist dokusuna zarar vermez, arka planda halk ayaklanmaları, devrimler, cinayetler fonu yaratırken, bazen folklorik bazen de masalsı bir anlatım, sanki atalardan beri anlatılagelmiş abartılı kahramanlık destanlarını yeniden kelimelere döker. Gözyaşları bir anda pırlanta tanelerine dönüşür, bir haykırma sesi engin denizlerde fırtınalara neden olur, çamaşır asan bir kadın elinde çarşaflarla cennete uçar... ve bunların hiçbiri romanın anlattığı gerçekliği zedelemez, aksine kahramanlara ve olaylara yoğunlaşmamızı sağlar.
Salman Rushdie, “Soytarı Şalimar” romanında kanlı yirminci yüzyıla damgasını vurmuş tarihsel olaylar ve politik gelişimlerin temel oluşturduğu yaşamları anlatıyor. Roman beş ana bölümden oluşuyor ve çok simetrik bir yapıya sahip. Birinci ve beşinci bölüm farklı başlıklar taşısa da, aynı kişiyi anlatıyor. Diğer bölümler de birkaç nesil öncesinden başlayarak sonra son bölümde tekrar aynı noktaya getiriyor.
Birinci bölüm Hindistan, ama burada anlatılan bildiğimiz ülke Hindistan değil, Hindistan Amerikalı bir diplomatın Hindistan’a görevli olarak gittiği yıllarda oralı bir kadından olan evlilik dışı kızının adı. Roman, Hindistan’ın yirmi dört yaşına bastığı gün başlıyor, yıl 1991, yer Los Angeles. Artık iyice yaşlanmış ama hâlâ kadınların çekici saydığı büyükelçi, kızının evinin önünde onun doğum günü için aldığı son model spor arabayla gelip onu yemeğe götürüyor.
***
“Soytarı Şalimar” çok geniş bir coğrafyayı anlatmaya girişmiş, ayrıca tüm yüzyılı da kurguya dâhil etmiş. Romanın neredeyse tüm kahramanları genetik ve kültürel anlamda geniş bir yelpazede yer alıyorlar. İlk başta sadece Amerikalı diplomat kimliğiyle tanıdığımız Max, aslında Fransız Yahudisi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direnişine katılmış ve kahramanlığıyla ün salmış, daha sonra da direniş sırasında tanıştığı İngiliz kadınla “yüzyılın romantik ilişkisi” şeklinde gazetelere geçen bir aşkla Amerika’da evlenmiş. Max’ın hayat hikâyesi hemen bizi çok kültürlülük hatta kültürler üstü yaşamların anlatısına sokuyor. Bir başka açıdan da, hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlamamızı sağlıyor. Herkesin geçmişinde karanlık noktalar ya da efsaneleşmiş kahramanlıklar var, ama Rushdie’nin anlatımında, iyilik ve kötülüğün eşit dozlarda roman kahramanlarına dağıtıldığını görüyoruz. Kimse saf kötü olmadığı gibi, tabii iyi de değil.
Bu romanının belki de en hoş özelliği, Hindistan (kişi) ile Hindistan (ülke) arasında simgesel bağlantılar kurması. Hindistan’ın annesi bir Keşmirli, üvey annesi ise İngiliz. İngiliz annesiyle geçirdiği çocukluk ve ergenlik yılları mutsuzluklarla dolu, başkaldırı ve özgürlük isteğiyle geçirdiği zamanların ardından elbette Hindistan tarihi gibi, bol kana bulanmış bölünmüşlük var.
Hindistan’ın babası Max Ophuls’la da mesafeli ama tutkulu bir ilişkisi var. Ayna karşısında çıplak bedenine bakarken babasının bedenini hayal eden genç kadın, bunu bir sapkınlık olarak değil, babasına karşı duyduğu tutkuyla yapar. Erkekler onu çekici bulur ama o kolay ilişkiyi giremez, temelde erkeklere güvenmemesi, ünlü bir çapkın olan babasının aniden ortadan kaybolmaları ile bağlantılı olara gelişmiş bir güvensizliktir. Hindistan hakkında bildiğimiz bir diğer şey, otel odalarında porno film seyretmeyi sevmesi ve gece uykusunda ürkütücü hırıltılar çıkararak olası sevgili sayısını azaltmasıdır.
***
Rushdie, geçmiş Hindistan günlerini barış ve huzur dolu bir dönem olarak aktarıyor. Romanın en önemli bölümü Himalaya’ların eteklerinde, Keşmir’de bir köyde geçiyor. Burada nesiller boyu süregelen, Hindularla Müslümanların huzur içinde birlikte yaşadıkları günler hızla yok olmaya başlamıştır. Sömürgeci güçler parçalanmaya destek olurlar, halk da daha önce ayırt etmedikleri dini ve etnik farklılıkları önemsemeye başlar. Kâhinin de dediği gibi, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Keşmir’de yaşanan gerilimi iki gencin öyküsüyle anlatılıyor. Müslüman ip cambazı Şalimar ile Hindu dansçı Bunyi’nin aşkları ilk başta köyde telaş yaratıyor. Telaş anlaşmazlık ya da ailelerin uyumsuzluğundan kaynaklanmaz, sorun daha basit bir noktaya kilitlenmiştir: iki genç, Müslüman düğünüyle mi yoksa Hindu gelenekleriyle mi evlenilecektir. Ailelerin hoşgörüsü bugünün gözüyle bakınca inanılmaz görünür fakat farklılıkların sorun yaratmadığı bir dönemde yaşıyordur hala Hindistan.
Şalimar ile Bunyi’nin aşkı güzel başlar fakat evlendiği gün Bunyi, bu yaşamda boğulacağını hisseder. Bundan sonra, aklındaki tek şey bir an yaşamını önce daha iyi bir hayat ile değiştirmektir. Fakat küçük hazlar ya da küçük zaferler peşinde değildir, ulaşılmaz görüneni, dünya çapında şöhreti ister. Karşısına kendinden yaşça büyük, efsanevi üne sahip büyükelçi Max çıkınca, onu dansıyla baştan çıkarır ve ona “büyük bir dansçı olmak istiyorum… bana yolu göster” der. Max, tabii yapacağını ama karşılığında ne alacağını sorduğunda da “istediğin her şeyi, istediğin anda yapacağım. Bedenim senin emrinde olacak ve sana itaat etmekten mutluluk duyacağım” diye yanıtlar.
İki ülke arasındaki anlaşmalar gibi her ikisi de alacaklarından memnundur fakat bir zaman sonra Bunyi, özgürlük yerine, bir esaretten diğerine geçtiğini fark eder. Ülkesini, ailesini geride bırakması, bir anlamda herkese ihanet etmesi, sanki tarihi olayların gelişimini simgeler. Huzurlu evliliği, artık sonsuza kadar yok olmuştur, aynı ülkesi için huzurlu barış günlerinin yok olması gibi. Bunyi’ye güzel bir gelecek sunan büyükelçi aynı zamanda ülkenin bölünmesi için azınlıkları silahlandırıyordur. Bundan sonra yaşam Bunyi için olmadığı gibi, Hindistan için de hızla parçalanmaya doğru gider.
“Soytarı Şalimar” özellikle Keşmir’i anlattığı satırlarda olağanüstü bir güzellik yakalıyor. Bedenini satmaya hazır dansçı kızın dramı ile koca bir ülkenin dramını anlamamızı sağlıyor. Aslında üçüncü dünya ülkeleri üzerinde oynanan oyunlar karşısında yazarın ne denli net bir bakışa sahip olduğunu da görüyoruz.
Biraz da romanın olumsuz yanlarından söz edersek, ilk bakışta dikkat çeken, Hindistan’la ilgili bölümler ne denli güzelse, ikinci dünya savaşı yıllarında Franko-Alman savaşı ve direnişle ilgili bölümlerin de o denli sıradan olduğu. Buradaki anlatım gazeteci ağzından öteye gidememiş, yazarın diğer bölümlerdeki alaycı, komik ve bir o kadar da acı dolu kalemi burada sadece araştırmacı bir yazarın kalemine dönüşmüş. Doğuyu anlatırken kullandığı şiirselliği Batı savaşını anlatırken kullanamamış ve bence bu önemli bir eksiklik. Neyse ki bu eksiklik romanın bütünlüğünü etkilememiş.
Bir de romanın çevirisinden söz etmek gerekir, çünkü bu kalitede bir çeviri uzun zamandır okumadım. Salman Rushdie çok zor çevrilen bir yazar olarak bilinir, gerçekten de tümcelerinde küçük labirentler yaratmayı çok sever. Bazen gizli özne kullanarak okurun şaşırmasını sağlar. Ayrıca, İngilizce yazar ama uzak bir kültürden beslenir ve eserlerinde başka dilleri kullanmaktan hoşlanır. Tüm bu nedenlerden dolayı, çevrilmesi kolay değildir. Çevirmen Begüm Kovulmaz nefis bir iş başarmış, sanırım böylesi bir çeviri sayesinde ülkemizde de çok sevilen yazarlardan biri olacak.
Soytarı Şalimar / Salman Rushdie / çev.: Begüm Kovulmaz / Can Yayınları / 445 sayfa.
Salman Rushdie son romanı “Soytarı Şalimar”da Hindistan tarihini eşsiz bir paralellik içinde birkaç kahramanın yaşamı içinden kurgulayarak anlatıyor. Roman kahramanlarına yüklediği aşk, ihanet, öfke ve hırs, bir ülkenin sömürülme ve parçalanmasının öyküsüne dönüşüyor. Bu romanında da sihirli gerçekçilik ustası olarak okuru büyülüyor.
“Sihirli gerçekçilik”, gerçek bir anlatımın içine yerleştirilmiş olağanüstü, hatta olanaksız olayları bir eğretileme haline sokarak inandırıcı kılar. Fantastik ve mistik öğeler çok olağan bir dille anlatılır ama fantastik anlatım romanın realist dokusuna zarar vermez, arka planda halk ayaklanmaları, devrimler, cinayetler fonu yaratırken, bazen folklorik bazen de masalsı bir anlatım, sanki atalardan beri anlatılagelmiş abartılı kahramanlık destanlarını yeniden kelimelere döker. Gözyaşları bir anda pırlanta tanelerine dönüşür, bir haykırma sesi engin denizlerde fırtınalara neden olur, çamaşır asan bir kadın elinde çarşaflarla cennete uçar... ve bunların hiçbiri romanın anlattığı gerçekliği zedelemez, aksine kahramanlara ve olaylara yoğunlaşmamızı sağlar.
Salman Rushdie, “Soytarı Şalimar” romanında kanlı yirminci yüzyıla damgasını vurmuş tarihsel olaylar ve politik gelişimlerin temel oluşturduğu yaşamları anlatıyor. Roman beş ana bölümden oluşuyor ve çok simetrik bir yapıya sahip. Birinci ve beşinci bölüm farklı başlıklar taşısa da, aynı kişiyi anlatıyor. Diğer bölümler de birkaç nesil öncesinden başlayarak sonra son bölümde tekrar aynı noktaya getiriyor.
Birinci bölüm Hindistan, ama burada anlatılan bildiğimiz ülke Hindistan değil, Hindistan Amerikalı bir diplomatın Hindistan’a görevli olarak gittiği yıllarda oralı bir kadından olan evlilik dışı kızının adı. Roman, Hindistan’ın yirmi dört yaşına bastığı gün başlıyor, yıl 1991, yer Los Angeles. Artık iyice yaşlanmış ama hâlâ kadınların çekici saydığı büyükelçi, kızının evinin önünde onun doğum günü için aldığı son model spor arabayla gelip onu yemeğe götürüyor.
***
“Soytarı Şalimar” çok geniş bir coğrafyayı anlatmaya girişmiş, ayrıca tüm yüzyılı da kurguya dâhil etmiş. Romanın neredeyse tüm kahramanları genetik ve kültürel anlamda geniş bir yelpazede yer alıyorlar. İlk başta sadece Amerikalı diplomat kimliğiyle tanıdığımız Max, aslında Fransız Yahudisi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direnişine katılmış ve kahramanlığıyla ün salmış, daha sonra da direniş sırasında tanıştığı İngiliz kadınla “yüzyılın romantik ilişkisi” şeklinde gazetelere geçen bir aşkla Amerika’da evlenmiş. Max’ın hayat hikâyesi hemen bizi çok kültürlülük hatta kültürler üstü yaşamların anlatısına sokuyor. Bir başka açıdan da, hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını anlamamızı sağlıyor. Herkesin geçmişinde karanlık noktalar ya da efsaneleşmiş kahramanlıklar var, ama Rushdie’nin anlatımında, iyilik ve kötülüğün eşit dozlarda roman kahramanlarına dağıtıldığını görüyoruz. Kimse saf kötü olmadığı gibi, tabii iyi de değil.
Bu romanının belki de en hoş özelliği, Hindistan (kişi) ile Hindistan (ülke) arasında simgesel bağlantılar kurması. Hindistan’ın annesi bir Keşmirli, üvey annesi ise İngiliz. İngiliz annesiyle geçirdiği çocukluk ve ergenlik yılları mutsuzluklarla dolu, başkaldırı ve özgürlük isteğiyle geçirdiği zamanların ardından elbette Hindistan tarihi gibi, bol kana bulanmış bölünmüşlük var.
Hindistan’ın babası Max Ophuls’la da mesafeli ama tutkulu bir ilişkisi var. Ayna karşısında çıplak bedenine bakarken babasının bedenini hayal eden genç kadın, bunu bir sapkınlık olarak değil, babasına karşı duyduğu tutkuyla yapar. Erkekler onu çekici bulur ama o kolay ilişkiyi giremez, temelde erkeklere güvenmemesi, ünlü bir çapkın olan babasının aniden ortadan kaybolmaları ile bağlantılı olara gelişmiş bir güvensizliktir. Hindistan hakkında bildiğimiz bir diğer şey, otel odalarında porno film seyretmeyi sevmesi ve gece uykusunda ürkütücü hırıltılar çıkararak olası sevgili sayısını azaltmasıdır.
***
Rushdie, geçmiş Hindistan günlerini barış ve huzur dolu bir dönem olarak aktarıyor. Romanın en önemli bölümü Himalaya’ların eteklerinde, Keşmir’de bir köyde geçiyor. Burada nesiller boyu süregelen, Hindularla Müslümanların huzur içinde birlikte yaşadıkları günler hızla yok olmaya başlamıştır. Sömürgeci güçler parçalanmaya destek olurlar, halk da daha önce ayırt etmedikleri dini ve etnik farklılıkları önemsemeye başlar. Kâhinin de dediği gibi, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Keşmir’de yaşanan gerilimi iki gencin öyküsüyle anlatılıyor. Müslüman ip cambazı Şalimar ile Hindu dansçı Bunyi’nin aşkları ilk başta köyde telaş yaratıyor. Telaş anlaşmazlık ya da ailelerin uyumsuzluğundan kaynaklanmaz, sorun daha basit bir noktaya kilitlenmiştir: iki genç, Müslüman düğünüyle mi yoksa Hindu gelenekleriyle mi evlenilecektir. Ailelerin hoşgörüsü bugünün gözüyle bakınca inanılmaz görünür fakat farklılıkların sorun yaratmadığı bir dönemde yaşıyordur hala Hindistan.
Şalimar ile Bunyi’nin aşkı güzel başlar fakat evlendiği gün Bunyi, bu yaşamda boğulacağını hisseder. Bundan sonra, aklındaki tek şey bir an yaşamını önce daha iyi bir hayat ile değiştirmektir. Fakat küçük hazlar ya da küçük zaferler peşinde değildir, ulaşılmaz görüneni, dünya çapında şöhreti ister. Karşısına kendinden yaşça büyük, efsanevi üne sahip büyükelçi Max çıkınca, onu dansıyla baştan çıkarır ve ona “büyük bir dansçı olmak istiyorum… bana yolu göster” der. Max, tabii yapacağını ama karşılığında ne alacağını sorduğunda da “istediğin her şeyi, istediğin anda yapacağım. Bedenim senin emrinde olacak ve sana itaat etmekten mutluluk duyacağım” diye yanıtlar.
İki ülke arasındaki anlaşmalar gibi her ikisi de alacaklarından memnundur fakat bir zaman sonra Bunyi, özgürlük yerine, bir esaretten diğerine geçtiğini fark eder. Ülkesini, ailesini geride bırakması, bir anlamda herkese ihanet etmesi, sanki tarihi olayların gelişimini simgeler. Huzurlu evliliği, artık sonsuza kadar yok olmuştur, aynı ülkesi için huzurlu barış günlerinin yok olması gibi. Bunyi’ye güzel bir gelecek sunan büyükelçi aynı zamanda ülkenin bölünmesi için azınlıkları silahlandırıyordur. Bundan sonra yaşam Bunyi için olmadığı gibi, Hindistan için de hızla parçalanmaya doğru gider.
“Soytarı Şalimar” özellikle Keşmir’i anlattığı satırlarda olağanüstü bir güzellik yakalıyor. Bedenini satmaya hazır dansçı kızın dramı ile koca bir ülkenin dramını anlamamızı sağlıyor. Aslında üçüncü dünya ülkeleri üzerinde oynanan oyunlar karşısında yazarın ne denli net bir bakışa sahip olduğunu da görüyoruz.
Biraz da romanın olumsuz yanlarından söz edersek, ilk bakışta dikkat çeken, Hindistan’la ilgili bölümler ne denli güzelse, ikinci dünya savaşı yıllarında Franko-Alman savaşı ve direnişle ilgili bölümlerin de o denli sıradan olduğu. Buradaki anlatım gazeteci ağzından öteye gidememiş, yazarın diğer bölümlerdeki alaycı, komik ve bir o kadar da acı dolu kalemi burada sadece araştırmacı bir yazarın kalemine dönüşmüş. Doğuyu anlatırken kullandığı şiirselliği Batı savaşını anlatırken kullanamamış ve bence bu önemli bir eksiklik. Neyse ki bu eksiklik romanın bütünlüğünü etkilememiş.
Bir de romanın çevirisinden söz etmek gerekir, çünkü bu kalitede bir çeviri uzun zamandır okumadım. Salman Rushdie çok zor çevrilen bir yazar olarak bilinir, gerçekten de tümcelerinde küçük labirentler yaratmayı çok sever. Bazen gizli özne kullanarak okurun şaşırmasını sağlar. Ayrıca, İngilizce yazar ama uzak bir kültürden beslenir ve eserlerinde başka dilleri kullanmaktan hoşlanır. Tüm bu nedenlerden dolayı, çevrilmesi kolay değildir. Çevirmen Begüm Kovulmaz nefis bir iş başarmış, sanırım böylesi bir çeviri sayesinde ülkemizde de çok sevilen yazarlardan biri olacak.
Soytarı Şalimar / Salman Rushdie / çev.: Begüm Kovulmaz / Can Yayınları / 445 sayfa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder