09 Haziran 2010

Ece Temelkuran "Muz Sesleri"


BEYRUT’TA SİLAH SESLERİ

Yıllar, yıllar öncesinden bir sahne gelir gözümün önüne: Yasser Arafat ile Yitzhak Rabin, sanırım Oslo’da, tarihi barış görüşmelerini Bill Clinton’un aracılığıyla yapmak üzere gitmişlerdi. Yüzlerce fotoğrafçı ve basın mensubuna yapılan kısa bir açıklama sonrasında sırayla bina girip müzakerelere başlayacaklardı. Bill Clinton geride, iki yaşlı politikacının kapıdan geçmesini bekliyordu, Arafat ise önden geçmesi için Rabin’i davet ediyordu. Rabin de nezaket icabı, önden Arafat’ın geçmesini istediğinden şiddetli bir inatlaşma başlamıştı. İki inatçı adam birbirlerine yol vermekten bir türlü içeriye giremiyorlardı, Clinton ne yapacağını şaşırmış, kendilerini arkadan izleyen basına dönüp gülmüştü sonunda. Çözülmez Ortadoğu siyasetinin bir simgesi gibi, haber bültenlerine takılmıştı bir türlü bitmeyen dakikalar, sanki ikisi de Norveç soğuğunda sonsuza dek diretmeye hazırdı. Sonunda Nobel barış ödülünü paylaştılar, ardından Rabin Oslo Barış Anlaşmasına imza attığı için aşırı sağcı bir vatandaşı tarafından öldürüldü. Hayal edilen barış da hala gelmedi.

Bu olayları yeniden zihnime düşüren, yeni yılın ilk romanı olarak okuduğum Ece Temelkuran’ın “Muz Sesleri” oldu. 1980’lerden bugüne taşıdığı romanda çok sayıda kahraman, çok sayıda hikaye var fakat hepsinin merkezinde, dünyanın başka köşelerinde geçse de, hep Beyrut duruyor. Hiç bitmeyen savaşı kaderi gibi yaşayan insanların hikayelerini anlatıyor Temelkuran. Tek kahraman etrafında gelişen bir öyküsü yok “Muz Sesleri”nin, farklı mekan ve zamanlarda yaşayan üç çift anlatılıyor.

Öykünün kahramanlarından biri, 1982 yılında, Beyrut savaş meydanı olduğunda, zengin bir ailenin yanında çalışan Filipinli bir genç kadın. Hizmetçilik yaptığı binaya düşen bombalarla hayatı altüst olan, dönecek evi kalmayan kadın, Şatila kampına sığınıyor ve savaşın ortasında burada, kısa bir süreliğine, aşk, aile ve ev buluyor kendine. Kısa süreliğine, çünkü savaş alanında kimse uzun vaadeli planlar yapamıyor. Kendi gibi kaybolmuş ruhların birbirini teskin ettiği, yaralarını sardığı kampta doktorluk yapan filistinli ile yaşadığı aşk, her iki genç için huzurlu bir liman oluyor. Fakat savaşın acımasızlığı sürekli kendini hatırlatıyor; Filipina adını verdikleri bebekleri savaş ortasında büyüyecek ortam bulamayacağından anneannesinin yanına, Filipinlere yollanıyor.

Bundan yirmi sene kadar sonra Filipina geçmişini aramaya Beyrut’a dönüyor. Hiç tanımadığı anne ve babasının izini sürmeye, doğduğu şehri tanımaya geliyor; yine annesi gibi, yaşlı bir kadının yanında hizmetçi olarak işe giriyor. Yıl 2006. Yine savaş, yine parçalanmalar ve yine geleceğe duyulan güvensizlik. Filipina’nın çalıştığı apartman binasında yaşayan diğer insanlar da romanın yan karakterlerini oluşturuyor. Her dairede farklı geçmişi olan bazıları Beyrut’lu bazıları da Filipina gibi buraya rastlantı sonucu gelmiş kişiler.

Beyrut’ta, her katında renkli öyküler barındıran bu apartman binası ile paralel anlatılan bir başka öyküde ise, Oxford’da yüksek lisans tezini yazmak üzere sevgilisi ile bulunun Deniz adında bir genç kadını tanıyoruz. Deniz, Oxford’da kendini tamamen yabancı hissediyor, ne sevgilisiyle birlikte katıldığı sosyal akşam yemeklerine ne de akademik çevreye uyum sağlıyor. Hayatında bir dönüm noktasında olduğu, yaşamının devamını nasıl sürdüreceğinin kararını verme arzusunda olduğu anlaşılıyor. Ortadoğu üzerine tez hazırlıyor ama Batı felsefesinin kalesi sayılan bir üniversitede olduğu için, ikilemlere düşüyor. Deniz kendi içindeki doğu batı savaşının da içine düşüyor. Bir yandan batılı imgesinde bir akademisyen görüntüsü diğer yandan batıl inançlarıyla doğulu kadın ve bir türlü bu iki farklı kadının içinde uyum bulamaması onun en temel rahatsızlığı olarak görünüyor. Üniversitedeki tez hocası da bunu fark ediyor: “Siz, akarken çarpacağı taşlardan korkan bir su gibisiniz. Ortadoğu’ya gitmiyorsunuz. İslami hareketler çalışıyorsunuz ama kafanız karışmıyor. Yoksulluk çalışıyorsunuz ama öfkelenmiyorsunuz. Siz niye bu kadar batılıymış gibi yapıyorsunuz? Yabancıymış gibi? (...) Deniz, siz melezsiniz. Doğu ile Batı’nın tam ortasından gelen bir melez. Melezlik, bir imkan gibi görünüyor ama bir engeldir aslında. Biri olmamanın konforu insanı çok çabuk soysuzlaştırır.”

Bu fikirde olan tek kişi tez hocası değildir üstelik. Oxford’a dayanamayacağını anlayıp Paris’e doğru yola çıktığında da yaşlı bir adamla karşılaşır. Yaşlı adam Deniz’in Türk (ya da Deniz’in deyişiyle Türkiyeli) olduğunu anlayınca “tam ortasındasınız yani. Tam ortası! Berbat! İstanbul, küçükhanım, çok üzgünüm söylemek zorundayım, berbat bir yer” der. Doğu ile Batının savaşıdır yaşlı adamın anlatmak istediği, buna göre savaşın tam ortasında da İstanbul durur.

Ece Temelkuran “Muz Sesleri”nde dünyanın hiç sarılmayan yarası olarak haritaların tam ortasında duran Lübnan’ı öykünün merkezine alıyor. Sonunda Beyrut’ta toplanan roman kahramanlarını da özellikle yabancılardan yaratmış. Böylece savaş ortamının kültür ve kimlik yitimini, yabancılaşmayı ama bir o kadar da yalnız ruhların savaş kaosu içinde birbirlerine tutunmalarını, birbirlerine muhtaç olmalarını anlatıyor. Romanda beni rahatsız eden tek şey, kurguya sürekli yeni karakterler sokulmasıydı. Bu yüzden özelllikle ilk bölümde, anlatı bir türlü başlamıyor gibi geldi. Romanın başlarında bir apartmanın dairelerinde oturanları topluca tanıtsaydı sanırım sonra onların her birinin hikayesi kurguyu bu denli bölmezdi.

Bu küçük sorun romanın ikinci bölümünde zaten ortadan kalkıyor ve konu okuru içine alıyor. İlerleyen sayfalarda aslında romanın içiçe geçen öykülerden oluştuğunu, Deniz’in de öykü içinde yer aldığını görmek hoş bir etki yaratıyor. Kendi içinde kendi öyküsünü anlatan ve kendi öyküsünü bulan bir kurgusu var romanın; zekice kurgulanmış. Ayrıca bu tür siyasi meseleler üzerine yazılan romanlarda bazen karşımıza çıkan didaktik anlatı bu romanda hiç yok. Aksine Temelkuran’ın anlattığı siyasi durumlar ve savaşın iç yüzü hep bireylerin hayatındaki etkileri temelinde veriliyor. Lübnan üzerine bir roman yazıp, bu denli kişisel öykülerle hala süren bir savaşı anlatmak çok zor görünse de, Temelkuran bunu çok hoş bir şekilde başarıyor. Yıla iyi başlatan, hoş ve mutlaka okunması gereken bir roman.

Son olarak: romanın neden “Muz Sesleri” adını taşıdığından özellikle söz etmedim, fakat silah seslerinin her sesi bastırdığı Beyrut için daha hoş bir ad düşünülemezdi.

MUZ SESLERİ / Ece Temelkuran / Everest yayınları


(8 Ocak 2010 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

1 yorum:

özge dedi ki...

kitabı okumadım ama çok iyi reklamı var diyebilirim.izmirde her yerde muz seslerinin kırmızı damgasını görüyorum. açıkçası anlam veremiyorum. kim bi kitabın damgasını yapar ve adım başı her yere basar.nasıl bi pazarlama zihniyetidir bu.