13 Ekim 2006

"KAR" Orhan Pamuk


KAR

Geçen hafta bir hastanenin koridorunda doktor randevumu beklerken, kapısı açık yan odada üç doktor Orhan Pamuk’un yeni çıkan kitabını tartışıyorlardı, kulak misafiri oldum. Durduğum yerden doktorların yüzlerini göremiyordum ama yaşlıca bir doktoru odaya girerken fark etmiştim; konuşmalardan, üçünün de kitabı yeni okumaya başladıkları belliydi. İçlerinden biri, sanırım yaşlı doktor, televizyonda izlediği bir röportajda Pamuk’un, kadınların kitabını okuyacağını ve seveceğini ama erkeklerin büyük bir olasılıkla romanı ne okuyacaklarını ne de seveceklerini söylediğini anlatıyordu arkadaşlarına. Şimdi ellerinde bu romanla görünmek erkekliklerine (üçü de erkekti doktorların) leke mi sürüyor diye şakalaşmaya başladılar.
***
Sanatçı ile sanatın tüketicisi arasında garip bir ilişki olduğunu düşünmüşümdür hep. Roman ya da şiir okurken, karşımda yazarı bir psikologun divanına uzandırmış, incelediğimi düşünürüm; zihninin işleyiş yöntemini, hangi dürtüyle yazdığını, bilinçaltını anlamak isterim. Bir sanat eseri, ister roman, tablo ya da müzik parçası olsun, sanatçının ve dolayısıyla insanın yaratıcı gücünün göstergesidir. Bir eseri anlayarak, onun hakkında düşünerek, insan hakkında bir şeyler anlamaya çalışmak çok doğaldır. Hayalgücünün nerelere gideceği, bir yaşamda edinilebilecek deneyimlerin ötesinde yaşam hakkında bilgilerle doludur; yaşamı aşan bir boyuttur. Immanuel Kant’ın “Yargı gücünün Kritiği”nde söz ettiği gibi aşkın (transandantal) bir durum yaratır, bunun anlamı nesnelerle değil, genel olarak nesneleri önsel ya da sezgisel olarak bilişimizle ilgili oluşudur.
Bütün bu sanatı anlama ve “hissetme” boyutuna daha önce hiç düşünmediğim yeni bir boyut eklendi, bu da sanatçının yoğun olarak sevilme isteğiydi. Sanatçı ortaya koyduğu eserle sadece anlaşılmak değil, belki bir ölçüde de sevilmek, beğenilmek istiyordu, hatta daha ileri gidip, biz tüketiciyi baştan çıkarmayı bile arzuluyordu için için. Bir eserin cazibesine kapılmamızı ve dolayısıyla sanatçı ile duygusal bir ilişkiye girmemiz için kapılar açılıyordu önümüzde.
Sanatçıyı ön plana çıkaran akım Romantizm olmuştur. 18. yüzyıldan önceki sanat akımlarında sanat eserinin, yaratıcısının önünde olduğunu görürüz. Romantizm ile klasik sanatın düzen, uyum, denge, ussallık, idealleştirme gibi ilkelerine karşı çıkılmış, bunların yerine öznellik, akıldışı, düşgücü, kişisellik konmuştur. Sanattaki yeni öznellik boyutuyla da doğal olarak sanatçının kendisini ortaya koyması ve benliği, ruh hali araştırma konusu olmuştur. Akıl süzgecinden geçirilmiş anlama yetisi yerine de insanın doğru olanı sezgisel olarak anlaması gelmiştir, bunda zihnin yaratıcı gücü – hem yaratan kişi yani sanatçının hem de sanatı “tüketen” kişinin – yeni bir noktada buluşmalarını sağlar.
Bu buluşma noktasına Orhan Pamuk çok bilinçli olarak getiriyor okurunu. Romanlarında sadece kendine benzer başkahramanlar koymakla kalmıyor, kendini de arka planda, biraz perde arkasında kalsa da varlığını hissettiriyor. “Benim Adım Kırmızı” ve “Kar” romanlarında Kara ve Ka karakterlerinde yazarı bulmamızın ötesinde, bir de Orhan adlı bir gizli anlatıcının varlığı okurların yazara doğrudan ilgi duymalarını sağlıyor. Bütün romanın kurgusal alt yapısında gerçeğe dair bir temel bulma sanırım okuru yazara da başka boyutlarla yaklaştırıyor: en başta da merak. Başka yazarların romanlarında hiç konuşulmayan konuların konuşulmasına neden oluyor: gerçekten Kars’a gitti mi Pamuk? Gerçekten bir aşk yaşadı mı? Eskiden solcu muydu? Tanrıyı buldu mu? gibi soruların okurun aklına takılmasına neden oluyor.
Halbuki bu sorular romanla hiçbir şekilde bağlantılı sorular değil. Bir roman, en gerçekçi roman bile, gerçek değildir. Kars hakkında roman yazmak için Kars’a gitmek gerekmez, diyelim ki Kars’a gitti orada bütün gün uyumuş olabilir, hiçbir Karslı ile tanışmış olması da gerekmez. Bunlar romanın değerini eksilten öğeler değildir hiçbir zaman. Romanda bahsedilen yer asla gerçek Kars olamaz – bu yüzden Karslıların romanda kentlerinin kötü tanıtımı yapıldığı için üzülmeleri çok gereksizdir. Nasıl bir yağlı boya tablodaki elma – ne kadar iştah açıcı olursa olsun – yenilemez ise, ve yenilemez oluşu ressamın bir kusuru olarak görülemez ise, bir romandaki yer ve kişiler de aynı derecede gerçekten uzaktır.
Bu yazı da romandan çok yazarından bahsettiği için belki aynı hataya düştü. Haftaya “Kar”ın ayrıntılı incelemesiyle devam edeceğiz.


KARS
KAR
KA...

İnsanların yaşadıkları yerle ilgili bir aşağılık kompleksi hissetmeleri ne denli yaygındır? Kars’ta ve küçük bir kısmı Frankfurt’ta geçen “Kar” romanında Pamuk bu olguyu ele alıyor. “Belki de hikayemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını anlamak ne kadar mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler içinde yaşayanları ne kadar anlayabiliriz? Anlamak eğer kendimizi bizden farklı olanın yerine koyabilmekse dünyanın zenginleri, hakimleri, kenarlardaki milyarlarca garibanı hiç anlayabildiler mi? Romancı Orhan, şair arkadaşının zor ve acı hayatındaki karanlığı ne kadar görebilir?” (s. 259)
Romanda sözü edilen en büyük acı, bir taşra kentinin soluk ve dikkat çekmeyen yaşamından kaynaklanan ezikliktir. Neredeyse tüm roman kahramanları bulundukları yerden dolayı bir eziklik hissettikleri için burada olmalarının nedenini hepsi bir başarısızlık öyküsüyle dile getirir. Ya mutsuz bir evlilik ya üniversite giriş sınavlarında ancak Kars eğitim enstitüsüne yetecek puan gibi, herkesin burada bulunuş öyküsünde bir başarısızlık yatar ve roman kahramanlarının hepsi, öykülerini, biraz da kendilerine acıyarak dile getirirler.
Almanya’ya onaltı yıl önce politik sığınmacı olarak yerleşen roman kahramanı Ka ise, yıllardır göçmen olarak hissettiği ezikliği Kars’ta karşılaştığı insanlardan gizleyerek bir nebze onlara üstünlük sağlamaya çalışır. Merkezden uzak yaşayan küçük şehrin, küçük insanlarını, sadece yoksul ve “başarısız” yaşamlar sürdükleri için değil, kendileri oldukları için de küçümser. Kendi yalnız ve mutsuz hayatında tek olumlu yan burada kalmak zorunda olmamasıdır, sevdiği kadına da sunacak tek şeyi onu buradan götürme vaadidir. Halbuki romanın başında bize aktardığı Frankfurt yaşamının sonra pek de parlak olmadığını görürüz; bir küçük odada, yalnızlık içinde geçen yıllar boyunca hala Almanca’yı öğrenemediğini ve Avrupa’daki işçilerle ortak yanı bulunmadığı için terk edilmişlik duygusuyla yaşadığını anlarız. Birçok göçmen gibi, artık ne buraya (annesinin ölümüyle buradaki son bağları da kopar) ne de tam anlamıyla oraya aittir.
Fakat Kars’ta bir bütünlük bulur. Bu da onun seneler sonra tekrar şiir yazmasına neden olur. Küçümsediği – “küçümsemek” kelimesinin bu kadar sık kullanıldığı başka bir roman okumadım herhalde – insanların, özlem duyduğu bütünlük duygusuyla yaşadıklarını fark eder, bu duyguyu da ancak Kars’tan yanında en önem verdiği şeyi –İpek’i – beraberinde götürerek gerçekleştirebileceğini sanır. İpek’in onca güzelliğine ve kusursuzluğuna rağmen kendisiyle birlikte Almanya’ya gelmesini isteme cesaretini de İpek’i bu unutulmuş yerden onu kurtardığını düşünerek bulur.
Romanda belki de Kars’ta bulunmaktan dolayı en az rahatsızlık duyan kişi İpek’in babası Turgut Bey’dir. Roman boyunca çok az tanıtıldığı ve çok az söz verilmesine rağmen, bir ölçüde okurun en sevecenlikle yaklaştığı karakter olarak dikkat çeker. Kendi seçimiyle Kars’ta olması gibi, diğerlerinin, özellikle kızları İpek ve Kadife’nin özgür seçim yapmalarına izin verir. Kars’taki bütünlüğü ve aile duygusunu sağlayan temel unsur odur.
Gizli Simetri
Orhan Pamuk’un romanlarında dikkat çeken simetri “Kar”da özellikle kendini çok hissettiriyor. Romanın altında yatan matematik formülü çözmek, romanı anlamak ya da sevmek için hiç gerekli değil tabii ki, fakat yapısal düzenin biçemi ortaya çıktıkça okur daha fazla zevk alıyor kitaptan.
İlk başta göze batan kuşkusuz 19 rakamı. Ka, Kars’ta bulunduğu günler içinde 19 tane şiir yazıyor, onuncu şiirin adı “Ben, Ka”, yani bu şiirden önce 9 tane, sonra 9 tane daha şiir yazıyor, gerçek anlamda tam ortaya kendini koyuyor. Ayrıca simge olarak ele aldığı kar tanesinin 6 köşesi var, herbirinin ucunu da 3 bölgeye ayırıyor, böylece 6 x 3 = 18, ortada “Ben, Ka” ile bu sayı da 19’a çıkıyor. 19 sayısının İslamiyet için mucizevi rakam sayılmasından kaynaklanıyor mu bilemem (Cenk Koray “19 mucizesi” Altın Kitaplar, 1996) ama teolojide sayıların mucizesi yüzyıllardır düşünürleri epey meşgul etmiştir. Tanrısal düzenin mucizevî dokusu, kusursuzluğu, evrenin akıl almaz bir matematik formül üzerine oturduğunu düşündürmüştür birçok insana.
Bu konu biraz kitabın dışına taşsa da, Pamuk’un bir mimar gibi yapısal temel hazırladığı kesindir, ayrıca buradan mistik anlamlar çıkarmamız da kitabın yapısına pek ters düşmeyebilir. Bir başka sayısal oyun da, Ka’nın Almanya’da kaldığı 12 yıldır. Bundan önceki yaşamını silik bir hayal gibi görürüz sadece. 12 yıl boyunca 2 kadınla birlikte olması da rastlantı değildir. İlk 4 seneyi geçirdikten sonra Nalan ile, bir 4 yıl sonra ise Hildegard ile birlikte olmuş, İpek’le birlikte olmadan önce 4 yıl geçmiştir. Dört yılda bir gelen 29 şubat gibi hayatını belirleyen aşklar bunlardır. Kars’ta 4 gün kalması, 4 yıldır yazamadığı şiirleri bugünlerde yazması da bu sayısal düzenin bir parçasıdır. Elbette tam 4 yıl sonra, yine karlı Frankfurt sokağında öldürülmesi (aslında karlı olup olmadığını bilmiyoruz ama Ka’nın dostu Orhan gittiğinde Frankfurt karlıdır) Ka’nın yaşamını belirleyen 4’lü yılların son halkası olur.
Güzellik
“Cevdet Bey ve Oğulları”nda ailenin gelini, “Benim Adım Kırmızı”da Şeküre gibi “Kar”da da kusursuz güzellik simgesi haline dönüşen bir kadın vardır: İpek. Romanın başından beri olayların çözülmesinde önemli rol alacağını bildiğimiz Kadife (adının ilk hecesi yüzünden) Necip ve Fazıl’ın gözünde kusursuz güzelliği temsil ederken, İpek de Ka ve Orhan açısından bakıldığında böyledir. Romanın başından beri güzel olduğu söylenen İpek’in ilk betimlemesi sadece 174. sayfada gelir “hafif şehla iri ela gözleri” onun güzelliği hakkında öğrenebildiğimiz tek şeydir. Bunun dışında anlatılanlar, demode kalın kemeri, “sepetteki ekmeği yoksul evlerinde yapıldığı gibi kalın kalın kesmesine, daha da kötüsü, bu kalın dilimlerden bolkepçe lokantalarında yapıldığı gibi bir piramit yapması...” (yine küçümseme, ama bu Ka’nın fark edeceğinden çok Orhan’ın ayırt edeceği bir nüans belki), bir çikolata kutusunda sakladığı takıları... sık sık güzel olduğu söylenen bu kadını güzel bulup bulmamakta tereddüt eder okur, çünkü bir tek açıdan bakılan bir güzelliği temsil ediyordur, dinamik bir güzellik yerine, tam anlamıyla statik, bir tek yönüyle gösterilen bir kadın imajıdır. Boyuttan yoksun, bir minyatürün içine hapsedilmiş güzellik gibidir. İpek’i her gördüğünde Ka’nın (daha sonra Orhan da aynı şeyi söyler) hatırladığından daha güzel bulması da onun güzelliği konusunda bir şüphe yaratır. Halbuki hiç şüphe duyulmayacak denli çok söylenir güzel olduğu.
Pamuk’un romanlarında güzelliği ele alışı, özellikle güzel olarak tanımladığı kadınlar bağlamında, yazarın güzel tanımını ve dolayısıyla da estetik kuramını anlamak açısından incelenmesi gereken bir boyuttur. Güzellik, bu romanda hem kadınlar hem de kar tasvirlerinde tamamen biçimsel bir ifade bulur. Güzellikleri biçimleriyle ilgilidir; romanda başka hiçbir şeyden bu yalınlıkta bahsedilmez, biçimsel olanın ötesinde, ifade ve sezgiler de değerlidir. Bu da yazarın salt güzelliği ulaşılmaz bir değer olarak mı sunduğu sorusunu doğurur.
İkilemler
Orhan Pamuk’un kahramanlarında çok sık rastladığımız bir başka olgu da karşıt duyguları aynı anda hissetmeleridir. Dostluk-düşmanlık, sevgi-nefret, inanç-inançsızlık, bunlar bir arada hissedilebilen duygulardır, birlikte varolmaları kahramanları zayıflatacağı yerde zenginleştirir. Kahramanların davranışlarını bildiğimiz gibi, o davranışlarda bulunurken neler hissettiğini de biliriz, bu Pamuk’un romanlarına büyük yakınlık duymamızı sağlar. Bizden bir şey saklamadığı hissine kapılırız, kendi payımıza düşen sevgi-nefret ilişkisine gireriz kahramanlarla.
Anlatıcı olarak yazarın kendisini hissettirmesi bu yakınlığı körükler. Ka’nın şiirini okuduktan sonra İpek’e sevip sevmediğini birkaç kez sorması, Necip’in Ka’ya öyküsünü okuduktan sonra ne düşündüğünü sorması gibi, Orhan aracılığıyla yazar da bize soru yöneltir. Benim yanıtım: çok sevdim.
Romanda biraz hayalkırıklığı yaratan teoloji tartışmalarının çok gerçekçi ve aşırı gündelik konuşmalar tarzında verilmiş olmasıydı. Daha derin ilahiyat tartışması Kars için gerçekdışı kalabilirdi ama romana da kuşkusuz derinlik verirdi.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Iyi gunler.Blogunuz cok hos ve sizi yine ziyaret edecegim. Benimde www.birordanbirburdan.com adında bir sitem var. Burada internet uzerinden sanat

eserleri satıyorum.

Ziyaret ederseniz sevindirirsiniz ...

Adsız dedi ki...

Çok hoş bir yazı.

arkdaşımızın sitesi gibi bir siteden bende bir alışveriş yaptım, ismi www.Tablocu.com , resimler çok hoş ve kaliteli.

resim sanatının internette yaygınlaştırılması çok hoşuma gidiyor, sanatın bu kadar yozlaştığı günümüzde sanat ve sanatçının hak ettiği değeri almasını diliyorum.Tüm herkesi sanata deseteğe davet ediyorum, gerçekten çok başarılı sanatçılarımız bulunmakta.

Adsız dedi ki...

iyi