06 Şubat 2008

Victor Hugo "Bir İdam Mahkumunun Son Günü"


Victor Hugo çok sevdiğim yazarlardan biridir. Edebiyat tarihçilerine göre Hugo’nun önemi sadece yazarlığından kaynaklanmaz, ayrıca bir dönemin şekillenmesinde rol oynamış tarihi bir figürdür.
Biz bugün Hugo’yu büyük romancı olarak tanırız, “Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” romanlarıyla edebiyat tarihinin kilometre taşlarından biri olarak görürüz. Oysa yaşadığı çağda romanlarından çok şiir ve piyesleriyle bilinen bir şairdi.
Şu sıralarda 19. yüzyıl edebiyatı üzerine çalıştığım için, daha önceki yıllarda okuma fırsatı bulamadığım yapıtları okumaktan çok memnunum. Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” romanının yeni bir baskıyla yayımlanması daha güzel bir zamana denk gelemezdi.
“Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” edebiyat tarihinin en hümanist eserlerinden biri sayılır. Victor Hugo’nun gençlik dönemi eserlerinden biri olan roman, daha ilk satırlarında okura olağanüstü bir anlatıyla karşı karşıya olduğunu hissettirir: “Sanki haftalar değil de yıllar önce, ben de herkes gibi bir insandım” sözleriyle başlayan roman, “insan olma” konusunda yazılmış çok önemli bir yapıttır.
İnsanlıktan çıkma fikri genç Victor Hugo’nun zihnini o dönemde çok meşgul eder. Bu erken dönem romanında, çarpıcı konusu sayesinde, birçok temayı işleme şansı bulur ama bunlar içinde en mide bulandırıcı olanı, insanların zevkle idam sahnesini (sanki tiyatro izler gibi) seyretmesidir. Romanın başında anlatıcı bize insanlıktan çıktığını söyler ama ilerleyen sayfalarda anlarız ki, insanlıktan çıkan o değil, ölümü bir gösteri haline getirenlerdir.
Victor Hugo bir soru ile sarsar okuru: ölüme hazırlıklı olunur mu? Romanın birkaç yerinde bu soruya döndüğünü görürüz. İdam tarihini hatta saatini bilen kişinin, bu bilgiyi edindikten sonra yaşadığı söylenebilir mi? insan bundan sonra kalan günleri normal duygularla, normal bellekle yaşayabilir mi?
Bu romandan sonra yazdığı bir makalede Hugo bu eserinde aslında geçmişi sorguladığını açıklar: “Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: ‘Tanrılar çekip gitsin!’ Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: ‘Krallar çekip gitsin!’ Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: ‘Cellâtlar çekip gitsin!’ Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır.”
Hugo’nun bu sözlerinin değerini anlamak için, yaşadığı döneme göz atmak gerekir. 1789 devrimi sonrası, sosyal sınıfların altüst olduğu bir Fransa’da doğmuştu Hugo. Napoleon ordularında subay olan babası, o daha dokuz yaşındayken general unvanı almıştı. Hugo’nun kişisel gelişmesine baktığımızda, bir yanda kralcı geleneği, öte yanda da devrim ideallerine inanan bir neslin çocuğu olduğunu görürüz.
Ortaçağdan çıkan Avrupa’da, kilise Aydınlık çağında mutlak hâkimiyetini yitirmişti. Hugo rahip, kral ve cellât üçlemesinin ilkinde yeniçağın başarısını dile getiriyordu. İkinci temel olarak gördüğü krallık ise Fransız ihtilali ile sona ermişti. Şimdi gözlerini geleceğe ayarlamış bir nesil olarak, devrim sonrası dünyada keşmekeş yerine, özgürlüğün temel alındığı insanca yaşam hayal ediyordu.
“Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eserinde, toplumun ilk ikisinden kurtulmasının yetersiz olduğu açıkça görünüyor. Ölüm bir sahne gösterisi iken, ne kardeşlik, ne de eşitlikten söz edilebilir. Hugo’ya göre uygarlık, birbirini izleyen bir dönüşümler dizisidir. Ceza konusuna uygarca bakmadıkça, uygarlığın önemli bir ayağı eksik kalacaktır.
“Bir İdam Mahkûmu”nun, yapısal açıdan çok tutarlı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Romanın anlatıcısı, idama mahkûm edilen kişinin ta kendisidir. Ölüm tarihini beş hafta önce öğrendiğini söyleyerek başlar anlatısına. Bunu öğrendiğinden beri, bu bilginin ağırlığı altında ezildiğini de, yine hemen ilk satırlarda, söyler.
Roman boyunca idam mahkûmunun ne adını öğreniriz, ne de işlediği suçun ne olduğunu. Victor Hugo özellikle okuru yargıç rolüne koymak istemez. Okur, kahramanın cezayı hak edip etmediğini sorgulamak durumunda kalmaz bu anlatıda, aksine bizim ilgimizi çeken cezanın – her ne koşulda olursa olsun – uygarlık dışı oluşudur.
Romanın doruk noktasında yer alan bir sahne, mahkûmun kendinden önce giyotine gidenlerin bekletildiği hücreye konduğu sahnedir. Burada daha önce kalmış kişilerin duvarlara attıkları imzalar ve tarihler, gerçekten ürperticidir. Aralarında babasını, kardeşini öldürmüş olanlar vardır, yazar onlara sempati duymamızı beklemez; ancak kimsenin ölümüne neden olmamış olan (en az) bir mahkûmun olması, bakışımızı esnekleştirir.
Hugo duygularımızla ikilemler yaratır roman boyunca. Bir yanda bekleyen cellât imgesini roman boyunca canlı tutar ama öte yanda sıcacık ağustos güneşi, hapishanenin taşlarına yumuşak ışığını vurur, duvarlardaki çatlaklar arasında yaşamın sürdüğünü, fışkırıp çıkan minik kır çiçekleri anımsatırlar. Bu anlatıda hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir. Hiç kimsenin sadece suçlu ya da masum olmadığı gibi.
Mahkûmun ölüme gidişinde de dramatik değişimler yer alır (bunlar kuşkusuz romanın çarpıcı etkisini güçlendirir.) Mahkûm, mahkemede cezasına karar verilirken, kürek mahkûmu olması için direnen savunma avukatını sert biçimde durdurur: “yüksek sesle haykırarak yinelemek istiyordum! Yüz kez ölmeyi tercih ederim!” Mahkûmun bu düşüncesinin romanın sonuna kadar aynı kalmadığı izlenimini ediniyoruz. Hapishaneye getirilen kürek mahkûmlarının yaşam dolu davranışlarını onda hiç görmüyoruz. Ayrıca ilerleyen sayfalarda, ölüm, tüm cesaretini açık bir biçimde kırıyor.
Hugo, roman kahramanının tüm yüzleriyle görünmesini sağlıyor. Ölüm karşısında kahramanca duran bir şövalye değil o, aksine çok sıradan bir insan. Geride bıraktığı annesi, karısı ve en çok da küçük kızı için endişeleniyor. Endişelerinde de ikilem hissediyoruz. Annesinin neyse ki, bu acıyla fazla yaşamayacağını söylerken sanki derin bir rahatlama nefesi alıyor. Karısının da nazik sağlığının bu acıya dayanamayacak olması yine onu rahatlatan bir neden gibi görünüyor. Onların acı çekmesini düşünmek bile çok ağır bir yük mahkûm için. Bir de tabii henüz olayları anlayamayacak yaşta olan kızı var, işte konu kızına geldiğinde hiç gücü kalmadığını hissediyor. En büyük acıyı ve suçluluk duygusunu kuşkusuz kızını düşününce hissediyor.
Victor Hugo 1800’lerin başlarında gerçek anlamda uygarlığın ne olduğu sorusunu en ince noktalarıyla irdelemiş bu eserinde. Aradan geçen iki yüz sene, bu konuda fazla yol almadığımızı gösteriyor. Hugo’nun satırlarını okurken, ister istemez akla askeri hapishane olarak kullanılan Guatanamo geliyor. Uluslar arası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler raporlarında 21. yüzyılın yüzkarası olarak adlandırılan bu hapishane, aradan geçen yüzyılların insanlık açısından çok bir şeylerin değişmemiş olduğunu kanıtlıyor adeta.

Bir İdam Mahkumunun Son Günü / Victor Hugo /çev.: Erhan Büyükakıncı / Can Yayınları / 158 sayfa.

10 yorum:

torkunc dedi ki...

büyük keyifle okumuştum bu kitabı. Kaç zamandır da aklımdaydı, tekrar okumak için bir şey bekliyordum sanki. O gün bugünmüş demek ki...

ps: google reader'da edebiyat diyince ilk 3 te çıkıyor blogunuz. o sayede buldum sizi. bir ara uzun uzun dolaşacağım evinizde, şimdiden haber vereyim dedim...

Adsız dedi ki...

Daha önce Hugo okumadım. Bu metin iştahımı açtı.

Adsız dedi ki...

sefilleri okumuştum ama bu kitabı duymamıştım sayenizde bilgi sahibi oldum ve okumak istiyorumm..

Adsız dedi ki...

merhabalar,

dostoyevski'nin yanlış hatırlamıyorsam budala'da bahsettiği, infaz sırasında idamı durdurulan ve serbest bırakılan adamın hikayesinde (dostoyevski'nin kendisi olduğu da söyleniyor) bu değindiğiniz noktayı düşünmüştüm.....ölüme hazırlıklı olunur mu?.....ölümünü bilmek, ölümü bu anlamda beklemek, bir ölümle karşılaşma halidir sonuçta....dostoyevski'den anladığım, o andan sonra insanın aynı kişi olamayacağıdır artık....

bir idam mahkumunun son günü dolayısıyla oldukça ilgimi çekti....hugo'nun büyük yazarlığı ise başlıbaşına bir faktör.....

yazılarınızı, cumhuriyet kitap ekinden yazmaya başladığınızdan beri takip ediyorum....perşembeleri (yoksa cumaları mıydı, hay allah tam emin olamadım şimdi) günleri sırf bunun için alırdım cumhuriyeti....çok uzun zamandır gazete falan almıyorum ne yazık ki...dolayısıyla yazılarınızla burada karşılaşmak beni mutlu etti....çok önemli bir birikim oluşmuş burada....

kolay gelsin.

Adsız dedi ki...

bir idam mahkumunun son günü kitabının kahramanı kidi ? lüften yardımcı olurmusunuz

Adsız dedi ki...

çok güzelmiş hugo benim kahramanım :)

paris dedi ki...

victor hugo tanıdıgım ve tanıyacagım en mükemmel insan

Adsız dedi ki...

Çok güzel ve anlamlı bir kitap olduğunu söylemek isterim.Sefiller kitabı herkesçe okunmasını isterim ve beğenileceğini de eminim!

Adsız dedi ki...

Kitabı okudum çok güzel herkesin okumasınıda tavsiye ederim

Unknown dedi ki...

İnsan ne zaman öldüğünü değil de ileride mutlak öleceğinin kesinliğini bilir. Romanda kahraman isimsizdir, Victor Hugo kahramana isim takmak yerine uygarlık tarafından toplumun en alt sınıfını temsil eden (yani bizleri) yoksul insanları baş köşeye koyması uygarlık sistemine bir eleştiridir. Asıl suçlunun açlıktan ekmek çalıp idama mahkum edilen yoksul kesim değil de, uygar sistemin doğurup büyüttüğü zengin zümrenin ta kendisi olduğunun açık mesajını vermektedir.Ki isimsiz kahramanımız asılmadan hemen önce 'beni bu duruma düşüren devletin kellesinin giyotine vurulması' gerektiğini söylemesi düşündürücüdür. Asıl ekmek çalanın uygar sistemin zengin zümresi olduğunu gözler önüne sermektedir. Ve bu sistemin en kokuşmuş yerini de giyotine giden idam mahkumunun kellesi vurulurken buna gülüp zevk alan yoksul kesimin kesilenin kendi kellesi olduğunu göremeyecek kadar körleştirdiği trajedisiyle okuyucuya sunmaktadır... Victor Hugo'nun bu kült kitabı isyana çağrıdır...